Yazının başlığında üç farklı olay varmış gibi gözükse de gerçekteki etkileşimli kronolojik sıralaması bu şekilde vuku buluyor. Tabi ki savaşın yol açtığı ölümlerden kurtulmayı başardıktan sonrasını baz alarak. On yıllardır devam eden Filistin işgali sırasında en çok duyduğumuz şey sivillere yönelik saldırılar. 7 Ekim 2023 yılında HAMAS'ın İsrail’e karşı düzenlediği saldırı ve sonrasında İsrail’in Filistin’de giriştiği katliamın birbiriyle aynı düzlemde değerlendirilmesi on yıllara yayılan Filistin direnişine haksızlık etmiş olacağımızı unutmayalım.  

İkinci Dünya savaşından sonrası cephe savaşları olarak tarif edilebilecek orduların karşı karşıya geldiği savaşlardan çok Emperyalist ülkelerin yayılmacı politikalarına paralel bir şekilde kendi sınırlarına tehdit oluşturduğu iddiasıyla başlattığı işgaller ve sonucunda karşılaştığı direnişler oluştuğu aynı zamanda ülkelerin iç işlerine direk müdahale edecek örgütlenmeler yarattığı da biliniyor. Eşit sayılabilecek güçteki devletlerin kendi aralarında giriştikleri savaşların bir yenisinin yakın zamanda yeniden olacağı öngörüleri sıkça yapılıyor.

Kuzey'de Rusya ile Ukrayna arasında süren savaşın iki devlet arasında olmadığı, Ukrayna’nın NATO ile ABD’nin her türlü silah, siyasi desteğiyle sürdüğü iki taraflı değil bir blok savaşı olduğunu söyleyebiliriz.

Yine Ortadoğu’daki İsrail işgali altındaki Filistin’e Lübnan’ın eklenmesi ardından sıranın İran’a geleceği ütopik değerlendirmeler değil. İsrail’in yayılmacılığı karşısında bir direnç oluşturulmaz ise bu söylenenlerin gerçek olacağı açık. Bölgedeki bu işgal sürecinde İsrail’in yalnız olmadığı yine emperyalist bloğun tamamıyla arkasında olduğu düşünüldüğünde bu sistemde savaşın sivilleri hedef alması normaldir. O zaman hayatta kalmak için ait oldukları toprakları terk etmeleri bir tercih değil zorunluluktur.

Toplu halde ve zorunlu göçe zorlayıcı en önemli etken savaşlar ve işgaller oluyor. Tarihte bu toplu halde gerçekleşen göçlerde çok trajik olaylar yaşanırken varılmak istenen yere ulaştıktan sonra karşılaşılan sorunlar nedeniyle göçün neden olduğu sosyal, ekonomik, psikolojik etkileri en çok da çocukları ilgilendiriyor. Kendi inisiyatiflerinin dışında yetişkinleri hayatta ise onlara göre hareket etmek zorunda kalışları, gittikleri ülkede yeni bir hayat kurarken eğitim, beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlara ulaşımda karşılaştıkları sorunlar bunlarla birlikte yerli halkın çocuklarıyla entegrasyon süreçleri daha zorlu geçiyor.

Yakın zamanda 2011 yılında Arap baharı diye adlandırılan Tunus, Libya, Suriye’de yaşanan halk ayaklanmaları emperyalizmin yönlendirmesi ve inisiyatifiyle yıllarca desteklenen cihatçı çetelerin devreye girmesiyle Suriye dışında emperyalizmin istediği dönüşümler yaşanmıştır. Suriye’de ise yıllara yayılan bir iç savaş süreci başlamıştır.

İsrail’in bir yılı geçen Filistin’e yönelik saldırıları Lübnan sıçramışken, iç savaş nedeniyle milyonlarca vatandaşı başka ülkelere göç etmek zorunda kalan Suriye bir göç dalgasıyla karşılaşırken oradan da Türkiye’ye yeni bir göç yaşanma olasılığı güçlü görünüyor. Türkiye yıllar içerisinde en fazla göçü Suriye’den aldı. Hem sınır komşusu olması nedeniyle hem de Avrupa’ya geçiş için transit bölge olmasından dolayı üç milyondan fazla Suriyeli resmi rakamlara göre Türkiye’de ikame etmektedir. Sadece Suriyeli çocuk sayısı ise bir buçuk milyondan fazla olduğu göç idaresi başkanlığı tarafından açıklanıyor. Bu çocukların yarısı zorunlu eğitime ulaşırken diğer kalan yarısı ise eğitimin dışında. Yani mülteci çocuklar okulda değillerse neredeler sorusu sorulmalı.

Çocukların eğitime ulaşan bir kısmı da dahil, sokakta, atölyelerde, tarlalarda ve birçok sektörde kayıtsız ve çok düşük ücretlerle çalıştırılıyor. Bir kısmı ailelerinin yönlendirmesiyle diğer kısmı ise temel ihtiyaçlarını karşılamak için sorumluluk üstlenip çalışmak zorunda kalıyor. İşyerlerinde yerli halkın çocuklarından daha çok istismara, şiddete, sömürüye maruz kaldıkları biliniyor. Korumasız olan bu çocuklar akranlarından başka bir sorumluluk ile hayata tutunmaya çalışıyor. Savaştan kaçıp yaşamak için verdikleri mücadele kapitalist ülkelerde yetişkinlerin maruz kaldığı sorumlulukla eş değer.

Sermaye sınıfının mültecilere ve çocuklarına uyguladığı tavır ölümü gösterip sıtmaya rıza göstermeleri beklemek. Evet çocuk işçiliğinin temelinde yoksulluk olduğunu hep belirtiyoruz. Ancak diğer nedenleri görmezden gelinmemesi de gerekli. Göçün ve sermaye sınıfının hükümetlerden ucuz iş gücü talebi mültecileri ve çocuklarını gettolaştırıyor. Savaşın bu kadar konuşulduğu tartışıldığı bir dönem de göçün ve çocuk işçiliğinin kapitalizmin teşhirinde ön plana çıkarmak yine savaşların ortaya çıkışında yine kapitalistlerin aç gözlülükleri olduğu gerçeğiyle birlikte değerlendirmek gerekiyor. Sınıflar savaşında göç ve çocuk işçiliği birbirinden ayrı değil.

Savaş değerlendirmelerinde rasyonalite içerisinde değerlendirmeler yerine canlı yayında bombaların patlatılması izletilip bunun üzerinden yorumlar yapılıyor. Neden sonuç ilişkisi kurulmadan toplumda oluşması istenilen algı dayatılıyor. Savaşlar da dayatılan düşman da gerçek değil.

Mülteci çocukların kayıtsız şekilde çalıştırılmaları onların işçi olduğu gerçeğini değiştirir mi. Türkiye’de 2 milyondan fazla çocuğun çalıştırılması TÜİK’e göre 750 bini yerli çocuklardan oluşuyor o zaman çalıştıranı, çalıştırmak zorunda bırakan bir sistemi bir kenara bırakıp bu çocuklar arasında düşman mı arayalım?