"Birinci Dünya Savaşı’nın ardından özellikle kapitalizmin 1929 bunalımından sonra faşist ideoloji, ilericilik ve ırk temelli olarak şekillenirken şu anda neredeyse tamamen mülteci düşmanlığı üzerine şekillenir oldu."

29 Ocak 2025 günü Alman Federal Meclisinde Hrıstiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Hrıstiyan Sosyal Birlik (CSU) partilerinin oluşturduğu birliğin sunduğu iki önergeden mülteci ve göçmen haklarıyla ilgili olanı, faşist parti AfD'nin desteği ile kabul edildi.  

Aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) son dönemlerde Almanya'da sürekli olarak popülerliğini artıran ve anketlerde ikinciliğe yerleşen bir parti. Özellikle mülteciler üzerinden faşist, ırkçı bir siyaset güden AfD ile işbirliği, Alman Siyasetinde adeta bir kırmızı çizgi olarak kabul edilmekteydi.

Çarşamba günü CDU ve CSU'nun hazırladığı önerge, başka türlü kabul edilmesinin mümkün olmadığı bilinmesine ve her iki parti yöneticilerinin diğer tüm partiler gibi ırkçı AfD ile kesinlikle “hiçbir şekilde” iş birliği yapmayacaklarını açıklamış olmalarına rağmen, federal meclise getirildi. Nihayetinde CDU, CSU ve AfD oylarıyla önerge kabul edildi. Tasarı 348 lehte, 345 aleyhte, 10 çekimser oy ile kabul edilirken 30 milletvekili oylamaya katılmadı. Böylece AfD için çizilen kırmızı çizgi, aşılmış oldu.

ÖNERGE, KARAYOLU İLE GELENLERİN BAŞVURUSUNU BİLE ENGELLİYOR

Kabul edilen ve beş maddeden oluşan önergeyle, “Almanya'nın komşu ülkelerle olan kara sınırlarında aralıksız kontrollerin yapılmasına; yasa dışı giriş teşebbüsünde bulunan tüm kişilerin geri gönderilmesi ve iltica talebinde bulunanların bile sınırdan içeri alınmamasına; hakkında Almanya'yı terk etme kararı olup da burada yaşamaya devam edenlerin anında gözaltına alınmasına; “sınır dışı uygulamasının Suriye ve Afganistan'ı da kapsayacak şekilde” her gün uygulanmasına; suçlu veya toplum için risk teşkil eden kişilerin "sınır dışı edilene dek süresiz” ev hapsine alınması ve Federal Polis Teşkilatı'na, sınır dışı için tutuklama ve ülkeden ayrılana dek gözaltı uygulamasına başvurma yetkisi verilmiş oldu.

ÇOĞU AVRUPA ÜLKESİ GİBİ ALMANYA'DA MÜLTECİLERE MUHTAÇ

Almanya dahil Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamında faşist partiler mülteci düşmanlığı üzerinde politikalar oluşturuyor ve sürekli olarak oylarını yükseltiyorlar. Oysa birçok Avrupa ülkesi gibi Almanya'nın ekonomisi de mültecilerin gelişlerine endeksli durumda. Örneğin Almanya'nın 2024 yılı bütçesi yaklaşık 450 bin mültecinin ülkeye başvurmasına ilişkin öngörüyle oluşturulmuştu. Nihayetinde 2025 yılında da en az 400 bin mültecinin ülkeye gelmesi öngörülüyor. Başvuruların bu sayının altında olması halinde birçok alanda istihdam açığı oluşacağına kesin gözüyle bakılıyor.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından özellikle kapitalizmin 1929 bunalımından sonra faşist ideoloji, ilericilik ve ırk temelli olarak şekillenirken şu anda neredeyse tamamen mülteci düşmanlığı üzerine şekillenir oldu. 

MÜLTECİ DÜŞMANLIĞI HER YERDE

Türkiye'de Zafer Partililerin Suriyelilere ilişkin saldırgan politikalarıyla; Almanya'da AfD'nin özellikle Müslüman kökenli Suriye, Afgan ve Türkiyeli mültecileri hedefe koyan saldırgan politikaları büyük benzerlik gösteriyor ve bu saldırgan politikalar sürekli artma eğiliminde.

Nihayet bu politikaların sonucu gelişen yabancı düşmanlığının en son mağdurlarından biri Die Linke (Sol Parti) milletvekili Gökay Akbulut oldu. 2017 yılından bu yana Mannheim bölgesini Almanya Federal Meclisinde temsil eden Gökay Akbulut, Heidelberg’den Stuttgart’a giden bir hızlı tren yolculuğu sırasında ırkçı hakaretlere maruz kaldı ve cinsel tacize uğradı. 42 yaşındaki politikacı Instagram hesabında yaptığı açıklamada, AfD sloganları atan aşırı sağcı bir grubun saldırısına uğradığını ve cinsel tacize maruz kaldığını, kafasına atılan şişenin isabet etmesi nedeniyle de yaralandığını açıkladı.

TARİHTEKİ İLK MÜLTECİLER KRALLAR

Mültecilik, neredeyse 3500 yıldan bu yana, baskı ve zulme uğrayanlar açısından bir hak olarak varlığı tanınan bir olgu.

Ankara Barosu Dergisinin 2014 Ocak ayı sayısında yayınlanan Av. Ersan Barkın'a ait bir makalede dayanakları gösterilerek, Mültecilik kavramına ilişkin ilk tarihsel bilgiler söyle anlatılmıştır: “Bir görüşe göre sığınma olgusu ve mültecilik kavramı en az 3500 yıldan beri varlığını sürdürmektedir ve çok değişik biçimlerde eski toplumların yazıtlarında, kutsal kitaplarında bu olguya ilişkin izler mevcuttur. Hatta mültecilerin korunmasına ilişkin düzenlemelere bu dönemlerdeki yazıtlarda (örneğin Aztek yazıtlarında) dahi rastlamak mümkündür. Tıpkı bu örnek gibi Hitit Kralı bir ülke ile yaptığı antlaşmada antlaşmaya taraf olan ülkeden kendi ülkesine gelen bir mültecinin geri gönderilemeyeceğini ifade etmiştir. Bir başka Hitit Kralı, Kral Urhi-Teshup amcası tarafından tahttan uzaklaştırılmış ve Mısır’a mülteci olarak gönderilmiştir. Benzer örneklere Roma’da, Eski Yunan’daki site şehirlerinde, Ortaçağ Avrupa’sında, İslam tarihinde ilk inananların üzerindeki baskıların zulüm boyutuna ulaştığı bir zamanda başta Habeşistan´a sığınmalarında, sonrasında Medine´ye hicretlerinde ve hatta Osmanlı İmparatorluğu’nda İspanya´dan kaçan Museviler için sığınma hakkı tanınmış olması ya da Cem Sultan örneklerinde olduğu gibi sıklıkla rastlanmaktadır.”

İlk zamanlardaki tarihi belgeler incelendiğinde genellikle krallar, beyler ve soylu aileler için gündeme gelen sığınma ve mültecilik durumu modern zamanlarda özellikle 1. Dünya savaşından sonra sıradan insanlar için de gündeme gelmeye başlamıştır.     

MÜLTECİ HAKLARI SÖZLEŞMESİ'NİN TARİHİ

Milletler Cemiyeti'nin kurulmasının ardından çeşitli milliyetlere ait mağdurlar/mülteciler için sözleşmeler hazırlanıp imzalanarak, sıradan insanların da mültecilik ve bununla birlikte siyasi sığınma hakkından yararlanmasının önü açılmıştır.

12 Mayıs 1926 tarihli sözleşme Rus, Nansen ve Ermeni mültecilerin; 30 Haziran 1928 tarihli sözleşme, daha önce Osmanlı İmparatorluğuna bağlı olup yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin korumasından yararlanamayan Asuri ve Türk mültecilerin; 28 Ekim 1933 tarihli sözleşme İspanyol mültecilerin; 10 Şubat 1938 tarihli sözleşme Alman ve Almanya'da yaşadıkları halde Almanya'nın korumasından yararlanamayan mültecilerin; 14 Eylül 1939 tarihli Protokol ise Nazi zulmünün kurbanı Avusturyalı mültecilerin korunması için hazırlanmıştır. 

2. Dünya Savaşından sonra ise Dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış mültecilerin iadesi için Almanya'nın diğer ülkeler uyguladığı baskılar; hatta hiçbir pakta üye olmayan İsviçre ile Almanya'nın sadece mülteciler nedeniyle savaşın eşiğine gelmiş olması, temelinde çeşitli tartışmalar yürütülmüştür. Bu tartışmalar sonunda, siyasi mülteciler için bir düzenlemenin kaçınılmaz olduğu kabul edilmiştir.

Cenevre'de yürütülen uzun tartışmaların ardından hazırlanan Mülteci Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1950 tarih ve 429 (V) sayılı kararıyla kabul edilmiş ve 28 Temmuz 1951 tarihinde imzalanmış ve 22 Nisan 1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 

Sözleşmeye ek olarak imzalanan 1967 tarihli protokol ile sözleşmedeki “1 Ocak 1951'den önce meydana gelmiş olaylar sonucunda mülteci olan” şeklindeki tarih kısıtlamasının kaldırılmasına karar verilmiştir. 

Türkiye, Sözleşmeyi 24 Ağustos 1951 tarihinde imzalamış ise de ancak 29 Ağustos 1961 tarihinde 359 sayılı kanunla onaylamış ve Sözleşme’nin resmi Türkçe çevirisi 5 Eylül 1961 tarih ve 10898 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Onay belgeleri 30 Mart 1962 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne tevdi edilmiştir.

TARİH DEĞİŞİKLİKLERİ SADECE MÜLTECİLERİN YÖNÜNÜ DEĞİŞTİRMİŞTİR

Tarihsel süreçleri incelendiğinde tarihin çeşitli dönemlerinde, Dünyanın çeşitli yerlerinde insanların zulme uğradıklarını ve bu insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için belli güvencelere sahip olmalarının önemi inkar edilemez bir gerçektir.

Bugün özellikle Avrupa’ya sığınan insanların çoğunun Afganistan, Pakistan gibi Asya, Suriye, Irak ve Türkiye gibi Ortadoğu veya Cezayir, Fas, Libya gibi Afrika'nın çeşitli ülkelerinin vatandaşı olması kimseyi yanıltmamalıdır.

Unutulmamalıdır ki, 1. Dünya savaşından sonra bu korumaya ihtiyaç duyan çoğunluk Almanlar ve Ruslar iken, 2. Dünya Savaşından sonra başta Almanlar olmak üzere neredeyse bütün Avrupa ülkelerinin vatandaşlarıydı.

Şu anda birçok Avrupa ülkesinde sağcı faşist partiler ya iktidarda veya iktidara gelmenin eşiğindeler. Henüz fikirsel olarak iktidar olmuş durumda değiller. Çünkü, tüm Avrupa ülkelerinde aynı zamanda çok güçlü bir şekilde kendilerine karşı duran büyük kitleler de bulunmaktadır. 

Avrupa'daki bu partilerin tümü, orta direğe hitap eden ve ulusal pazarları korumaya dönük ekonomik; kendi ırklarının tarihsel değerleri ve başarılarına dayandırdıkları siyasi ve özellikle mülteci düşmanlığına dayandırdıkları nüfus politikaları gütmektedirler. 

Bu politikaların başta AKP ve Zafer Partisi arasında paylaşılan farklı görevlendirmelerle Türkiye'de yürütülen politikalara benzerlikleri gözden kaçmamaktadır.

TARİH TEKERRÜR MÜ EDECEK

Şunu da belirtmekte fayda var. CDU-CSU ve AfD ortaklığıyla kabul edilen söz konusu önerge, şu an hükümette olan SPD-Yeşiller koalisyonu tarafından uygulanmak zorunda değil. Bu nedenle bunlar şimdilik birer tavsiye niteliğinde kabul edilebilir. Çünkü düzenlemelerin bir kısmı, eyaletlere ait bazı yetkileri Federal Polis Teşkilatı'na aktarıyor. Bu nedenle Federal Eyaletler Meclisi'nin de bu düzenlemelere onay vermesi gerekiyor. 

Süreç olağan bir şekilde işlerse tasarı, 23 Şubat'ta yapılacak federal parlamento seçiminden sonra 21 Mart'ta Eyaletler Meclisi'ne gelecek. Federal Eyaletler Meclisi'ndeki sandalye dağılımı ise, tasarının kabulünün mümkün olmayacağını gösteriyor.

Almanya'da 23 Şubat'ta yapılacak olan seçim, Avrupa'nın tümü için çok büyük bir öneme sahip. Almanya'da faşist AfD'nin iktidarda yer alması, diğer tüm ülkelerin ırkçıları için hem kullanacakları önemli bir propaganda aracı, hem de cesaret verici bir örnek oluşturacaktır.

Bütün anketler AfD'nin 23 Şubat'taki seçimde ikinci olarak, zafer kazanacağını gösteriyor. Hal böyle iken CDU ve CSU'nun Alman Siyasetinde kırmızı çizgi olarak kabul edilen bir eşiği geçerek, AfD ile iş birliğine gitmiş olması; birlik partilerinin AfD'yi iktidara taşımaları ihtimalini de mümkün kılmış durumda.

Avrupa'da yükselmekte olan faşist/sağcı partilerin tümü şimdilik kitlesel şiddet çağrılarından özenle kaçınmaktadırlar. Ancak bu tür partilerin karakter özellikleri nedeniyle iktidarlarından emin olduktan sonra, kitlesel şiddet çağrılarından uzak duramayacakları açıktır. Nihayetinde bu partilerin yaratacağı tahribat ile Avrupa Vatandaşlarının, tıpkı 1920'ler ve 1940'lar gibi Mülteci Haklarının önemini yeniden anlamalarını sağlamayacaklarının hiçbir garantisi yoktur.