‘Dışı sizi, içi beni yakan’ ülkeler: İsveç-Danimarka-İzlanda-Norveç-Finlandiya -I
İskandinav ülkelerinin iki yüzünü de sizlere tanıtmak istiyorum. ‘Sol’ yüz; tarihsel olarak Burjuvazinin oynadığı anti feodal rolüne bağlı olarak ortaya çıkan, aydınlanmacı, inan hakları, bilimsel disiplin yani kardeşlik, eşitlik ve özgürlük denen burjuva demokratik değerlerdir. Sağ yüz ise, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı 1848 ayaklanmaları, Paris Komünü, 1917 Rus Devrimi ve 2. Paylaşım savaşı sonrası ortaya çıkan sosyalist ülkelerden ürken burjuvazinin eski burjuva değerleri terk ederek aşama aşama edindiği milliyetçi, faşist ve acımasız sömürü kültürüdür.
Önce ‘Sol’ yüzüne bakalım.
İskandinav ülkeler, aydınlanma sürecini, tarihsel olarak dönüp baktığımızda, hem üretici güçlerin gelişimine yol açan ticaretin varlığı ile hem de 1500 lerden itibaren siyasi mücadeleyi Protestanlık aracılığıyla sürdürerek yaşamışlardır. 1789 Fransız devriminden de etkilenen bu ülkeler aslında bu devrimden çok önce Aydınlanma sürecinin yollarını döşemeye başlamıştır. Danimarka’da 1536 da Katolik kilisesi kovulup, Luteriyen Hristiyanlığı resmiyet kazanarak reformculuğun gelişmesine imkân tanıdı. Örneğin İsveç’te, 1766’da kabul edilen Basın Özgürlüğü Yasası, zamanının en erken ve en köktenci örneklerinden biri idi. Danimarka’da Basın Özgürlüğü Yasası 1770’lerin başında kabul edildi ve hükümette köklü reformlar yapıldı. Köylülüğün bir sınıf olarak parlamentoya katılması o çağda başka yerlerde görülmemiştir. Aslında bu süreç benzer özellikleriyle uzun dönem İsveç’e bağlı olan Norveç’te, Finlandiya’da ve Danimarka’ya bağlı olan İzlanda da yaşandı diyebiliriz. Fransız devriminin şiddet içeren doğal gelişimini yadsıyan ve barışçıl süreci kutsayan anlayışlar oldukça etkilidir. Bu ülkelerdeki aydınlanma sürecinin içsel mantığını kısaca da olsa ortaya koymak gerekiyor.
Kuzey Avrupa ülkelerindeki aydınlanma süreci, birçok etmenden etkilenmiştir fakat esas faktör, burjuva sınıfın erken gelişmesini sağlayan denizcilik ve deniz aşırı ticarettir. Deniz ticaretiyle ortaya çıkan kitlesel ve parasal gelişim bu toplumların omurgasını oluşturur. Güçlü bir burjuva ticaret sınıfı ile onun gelişimini kontrol etmeye çalışan, hatta kısıtlayan Katolik feodal erk: işte bu ülkelerdeki çatışmanın ana ekseni budur. Protestanlık erken dönemden başlayarak bu ülkelerde etkili olmaya başlamış ve toplum üzerindeki Katolik anlayışın ağır baskısı karşısında koruyucu olmuştur. Bu açıdan Protestanlık, Fransız devrimi öncesi Avrupa’da, burjuvazinin en etkili korunma silahıdır. Katolik inancın özelliği, var olan feodal sistemi, insanların beynine, ruhuna girerek kalıcı ve sarsılmaz biçimde koruma yetki ve gücünün tanrı adına kendisinde olduğuna herkesi inandırma çabasıdır. İskandinav ülkelerinde burjuva sınıfın ortaya çıkışı, sanayileşme öncesi tüccarların( ticaret kesimin) yaygın ve etkin olarak ekonomik hayatta yer almasıyla başladı. Bu da ister istemez Hollanda’da ki sömürgecilik sistemi (özellikle Hollanda’nın kuzeyinde) sermaye birikimin bir sonucu olarak prenslerin, merkezi sistemden özgürlük taleplerini hızlandırdı. İskandinav ülkeleri de bundan etkilenmişlerdir.
Feodal sistemin yasalarını dikte eden dogmatik Katolik anlayış, Kuzey ülkelerde ticaretin gelişmesinin önünde ciddi bir engel teşkil ediyordu.
Burjuvazinin gelişmesine imkân veren özgürlük, ticaret serbestliği, fikir özgürlüğü vb. Aydınlanmacı düşünceler, ancak Katolikliği tasfiye ederek etkin olabilmiştir. Dolayısıyla Krallık dâhil soyluluğun İngiltere’de ki gibi sembolik hale getirilmesinde ki temel sebep, sürecin devrimsel değil uzlaşmalar yoluyla evrimsel bir yol izlemesine neden olan koşulların varlığıyla ilgilidir. Buradaki rol oynayan temel faktör: olağanüstü zenginleşen ticaret burjuvazisinin devlet içinde etkin olması ve çoğu prensi taraftarı yapmasıdır.
Fransız devrimiyle birlikte bu evrimsel süreç daha da hızlanmış, özellikle prens ve krallık gibi feodal kesimler, devrim korkusuyla cumhuriyetçilere resmen teslim olmuşlardır. Burjuvazinin, krallığı veya soyluluğu sembolik hale getirmesi aslında, inançlı kitlelerin iradesini ve duygularını bloke ederek, devrimi geliştirecek olan proletaryanın karşısındaki cepheyi güçlendirmeden başka bir şey değildir. Her ne kadar gerilemeler olsa da, 1800 lerden itibaren bu ülkelerde burjuva demokrasisi kuralları önemli kazanımlar haline gelerek muhtemel komünist tehlike önünde barikat görevi olarak yer almıştır.
İsveç, Finlandiya topraklarını Rusya’ya kaptırmış ve Norveç’in ayrılmasına razı olmuş ve göç eden vatandaşları vasıtasıyla sosyal bir sarsıntı içine girmişte olsa, alınan radikal tedbirlerle bugünkü devlet biçimini kurabilmiştir. Burada en önemli nokta İskandinav Ülkelerin İngiliz aydınlanmacı evrimsel yolu izlemiş olmalarıdır. Bu yolu izlemelerinde rol oynayan ekonomik faktör yukarıda da belirttiğim gibi Deniz Ticareti ve onun getirdiği zenginliktir. Dolayısıyla bu ülkelerin, Fransa’nın izlediği yoldan farklılıkları da ortaya çıkmaktadır. Katoliklik ve onun siyasi uzantısı soylular, Rönesans ve Reform Hareketin sonuçlarını ülkelerine taşıyan Burjuvazi unsurlara karşı sistemli bir baskı yaratmaları için gerekli gücü hiçbir zaman bulamamışlardır. Dolayısıyla bu ülkedeki halklar, Feodalizmin sınır tanımayan baskı ve şiddetini hiçbir zaman bir Fransa, İspanya vb. ülkeler gibi yaşamamışlardır. Onların devrimcileşmesinde rol oynayacak olan feodal devlet baskısı, zengin tüccarlar tarafından her zaman nötralize edilmiştir. Ufak ufak kazanılan mevziler, coğrafi ve teknolojik keşifler, bilimsel gelişmeler, yeni icatlar vb. gelişmeler sonucunda giderek feodalizmin etkisiz ve sembolik hale gelmesine yol açmıştır.