Birkaç gün önce “Millet İttifakı”nın toplantısı yapıldı. Bu toplantı sözde Türkiye'yi Erdoğan’ın “zorbalığından, tek adamlığından ve kanunsuzluğundan” kurtarmayı sağlamak isteyenlerin “nasıl yapalım” sorusuna cevap aradıkları ve “güçlendirilmiş parlamenter sisteme” geçmeyi görüştükleri bir toplantı olarak sunuldu.
Ne yazık ki toplumun önemli bir kesimi sanki bu ittifak iktidara gelirse demokratik bir çözüm üretebileceğini, ülkeyi güllük gülistanlık yapabileceğini varsayıyor. Esasında toplumun bu şekilde düşünmesi, çaresizliğin yarattığı bir sonuçtur.
Toplum/halklar, “denize düşenin yılana sarılması” ya da Nasrettin Hoca’nın “göle maya atması” ve “ya tutarsa” diye beklenti yaratması gibi bir durum yaşamaktadır. Bu da ezilenler için hiçbir çözüm üretemeyeceği başında belli olan bu “sözde muhalefete” mahkûm edilmeye yol açmaktadır.
Türk devleti, demokrasi diye halklara dayattığı “kırk katır mı kırk satır mı” politikasını, bugün de “Cumhur İttifakı” veya “Millet İttifakı” arasında bir seçime zorlayarak güncellemektedir. Ancak bir farkla. Erdoğan’la birlikte Türk devletinin bu politikasında ve yapısal özelliğinden önemli bir farklılık yaşanmaktadır. Bu farklılık hesaba katılmadan yapılacak her analiz yanıltıcı olacaktır. O nedenle Türk devletinin bu klasik tahterevalli politikasında yapılan önemli değişikliğe bakmakta fayda vardır.
Erdoğan’dan önce Türk devletinin bu “ikilemli” politikasının her bileşeni, rolünü oynar, görevini yapar daha fazlasıyla uğraşmayı göze almazdı. Hükümete gelir, devletin belirlediği politikaları “üç aşağı beş yukarı” biraz da kendi meşrebine uyarlayarak hayata geçirmeye çalışırdı. Görevi bitince, görevini sırası gelene devreder, kendisine biçilen yeni rolü oynamaya başlardı.
Sürecin nasıl işlediğini Erdoğan öncesini yaşayan herkes bilir. Demirel gider, Ecevit gelir, Ecevit gider Demirel veya koalisyonla başkaları gelir ve bu döngü devam ederdi. Planın aksadığı durumlarda darbelerle tren raylara oturtulurdu. Bu politika halkları, inançları, emekçileri, kadınları ve gençleri ezmeyi ve sömürmeyi esas alan faşist/gerici bir politika olarak son dönemlere kadar uygulandı. İTF’nin ve ardılı Kemalistlerin belirlediği bu politikanın en belirgin özelliği, demokratmış gibi bir görüntüye büründürülebiliyor olmasıydı. Biçim olarak muhalefet vs gibi çeşitli kurum ve kuralların varlığı demokratik bir devlet olarak tanımlanmayı kolaylaştırıyordu.
Erdoğan Türk devletinin bu temel/klasik politikasını esas olarak değiştirmiş, yirmi yıllık iktidarında yeni bir sistem inşa etmiş durumdadır.
Sistem değişikliğinin iki temel parametresinin birisi özeldir ve Erdoğan’ın kişisel politik geleceği için devleti önemli ölçüde kendi denetimine almasıdır. İkinci parametre politiktir. Erdoğan, Kemalistlerin politikalarının yerine, İslamcı/ırkçı faşist bir diktatörlük olmaya uygun politikalar uygulamakta ve Türk devletini bu politikalara uygun olarak yeniden örgütlemekte, reorganize etmektedir. Yani bir anlamda muhalefetin rolünü, daha doğrusu “oyuncağını” elinden almış olmaktadır.
“Millet İttifakı” denen politik organizasyon işte tam bu noktaya, oyuncağı elinden alınan çocuk tavrıyla, itiraz etmektedir. Bu yapının halkların, ezilenlerin, yoksulların hiçbir sorununu demokratik çözüm perspektifiyle ele alması söz konusu değildir.
Gerçeğin böyle olduğunu tespit etmek için “Millet İttifakı”nın programına bir göz atmak yeterlidir. Bu grup önemle, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” talep etmektedir. Söz konusu grubun hepsinin en başından beri ortak talep olarak formüle ettikleri bu sistem, nasıl bir sistemdir? Bu sistemi hiç görmedik mi, hiç bilmiyor muyuz? Bu sistemde yaşanmadı mı Kürtlere karşı savaş? Alevilere katliamlar bu sistemde gerçekleşmedi mi? Bu sistemde yaşanmadı mı emekçilere zulüm ve sömürü? Sokak başlarında, hergün insanların katledilirken, başka bir sistem mi vardı?
Hadi bunları “geçmiştir” diye bir an için görmezden gelelim. Peki bu “Millet İttifakı” iktidar olmayı düşündüğü gelecekte, bu konulara dair neler söylüyor? “Millet ittifakı”nın parlamenter sisteminde Kürtlerin statü talepleri, siyasal temsiliyet hakları kabul edilecek mi? Alevilerin inanç özgürlüğü sağlanacak mı? Emekçilerin, kadınların, gençlerin demokratik hak ve talepleri karşılanacak mı? Bu soruların cevaplarının pozitif olmayacağını, demokratik hiçbir gelişmenin yaşanmayacağını anlamak için “derin derin” analizler yapmaya gerek yok.
Kürtlere karşı süren savaşı onaylayanlarla, histerik bir istekle ve açık açık HDP’nin kapatılmasını isteyenlerle, Semra Güzel’in tutuklanmasını sağlamaya çalışanlarla, Alevilere karşı izlenen ötekileştirme ve nefret politikalarını aksatmadan sürdürenlerle ve Alevilerin cem evlerini silahla basanlarla hangi sorunlar, demokratik çerçevede çözülebilir?
Erdoğan'ın posasını çıkartıp attığı çömezi Davutoğlu, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” gelince, IŞİD'e yaptırdığı katliamların hesabını verecek mi? Erdoğan’ın akçeli işlerinin tümünde sorumluluğu olan Ali Babacan, topluma yaşatılan bu yoksulluğun hesabını verecek mi? Akşener, yöneticisi olduğu MHP’nin halklara yaşattığı acıların hesabını verecek mi? T. Karamollaoğlu, Sivas katliamının hesabını verecek mi? CHP, onayladığı savaş tezkerelerinin, Afrin’e gönderilen bombaların hesabını verecek mi?
Unutmayalım, faşist MHP lideri Bahçeli de uzunca bir süre Erdoğan’a karşı çıkıyordu. Bahçeli'nin Erdoğan'ı desteklemesi, kişiliğiyle ilgili bir sorun değildir. Erdoğan’ın savunduğu politikalarla Bahçeli’nin savunduğu ırkçı/faşist politikaların birbirine uyumlu olması bu iki figürü bir araya getirmiştir. Ayrıca Bahçeli’ye sistem içinde basit bir rol verilmesi, "Cumhur İttifakı"nın kolaylaştırıcısı olmuştur. Benzer bir durum “Millet İttifakı”nın bileşenlerinden herhangi birisi için yapıldığından da aynı sonucun alınacağında kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Kaldı ki “Millet İttifakı”nın politikaları, Erdoğan’ın izlediği politikaların alternatifi olmadığı için kitlelere güven vermemektedir. Bu nedenle “Millet İttifakı” Erdoğan’ın yıkılmasını sağlayamayacağı gibi tam tersine seçilmesini kolaylaştırmaktadır.
Türkiye’nin demokratik muhalefetinin büyük bir kesimi, “Millet İttifakı”nın bu haliyle demokrasi adına herhangi bir kazanımının olmayacağını belirtmekte, bununla yetinmeyerek HDP’nin önerdiği 3. yolu örgütlemekte, halkların kurtuluşunun yolunu açmaya çalışmaktadır.
HDP’nin bu toplantıya çağrılmamış olması, kamuoyunda tartışılan bir diğer konuydu. Aslında iyi ki HDP bu toplantı da yoktu, iyi ki HDP, demokrasi güçleriyle birlikte çözüme götürecek yolda ilerlemekte, İyi ki HDP, o tertemiz mücadele ruhunu, bu kirlilikte uzak tutmaktadır, diye düşünmek daha doğrudur. Çünkü HDP demokrasinin güvencesidir ve demokrasi için HDP’nin dikkate alınması, HDP’nin taleplerine uygun düzenlemeler yapılması demokratik gelişmelerin önünü açılabilir. Kim demokrasiden söz ediyorsa, HDP’ye yakın olmayı demokrasinin “alamet-i farikası” olarak kabul etmeli, HDP’ye doğru yaklaşmalıdır.