'MİT tırları' konusu, Türkiye'nin sürekli gündemde olan önemli bir konu. Bu konunun Türkiye'nin siyasal tarihinde ciddi bir yerinin olacağı ve gelecekten de özel olarak üzerinden durulacağı kesin.

'MİT tırları sorunu' dendiğinde ne geliyor akla? Bu soruya politik belirlemelerden bağımsız olarak verilecek cevap, çok belli ve nettir. MİT, yani Türk devletinin isbaharat teşkilatı, Suriye'yi işgal etmiş olan IŞİD'e 'tır'lar dolusu silah ve askeri malzeme göndermiştir. Bu 'tır'ların bir kısmı henüz Adana'dayken devletin kendi içi çelişkileri sonucunda yapılan bir operasonla yakalanmıştır. Bu durum basına yansımış ve yakalanan 'tır'lar dolusu silah ve cephanenin IŞİD'e gittiği açığa çıkmıştır. Şüphesiz burada devlet içindeki çelişkilerin her hangi birini mazur göstermek, taraflardan birisini desteklemek durumda değiliz.

IŞİD'e silah gönderildiğinin deşifre olması üzerine Türk devleti ve Erdoğan, bütün araç ve yöntemlerle bu gelişmenin üstünü örtmeye bu konuyu yazan çizen herkese en şiddetli biçimde saldırmaya başladılar. Bu saldırıların sonunda, MİT'in nasıl IŞİD'e silah gönderdiğini ayrıntılarıyla haber yapan Cumhuriyet Gazetesi genel yayın yönetmeni Can Dündar ve Ankara temsilcisi Erdem Gül, hapis yattılar. Bir süre sonra serbest kalan bu insanlardan Can Dündar'a silahlı saldırı yapıldı. Bu saldırıların en sonucusu, Enis Berberoğlu'nun tutuklanması oldu. Bugüne kadar devam eden ve daha çok devam edeceği anlaşılan 'MİT TIR'ları' sorunu budur.

Sorunu netleştirmek açısında bir cümleyle tekrar kaydedelim. Birleşmiş Milletlere mensup, yüzyıllık geçmişi olan resmi bir devlet olarak Türk devleti ve en başı Erdoğan, bölge halklarının, insanlığın ve bütün dünyanın düşmanı olarak kabul edilen terörist örgüt IŞİD'e illagal yollarla silah ve cephane göndermiştir. Türk devleti tarafında IŞİD'e gönderilen silah ve cephane tırları yakalanmış, durum açıklığa çıkmış, Türk devleti suç üstü durumuna uğramıştır.

Bütün bunlardan sonra ne oldu? İnsanlık düşmanı bir örgüte silah vererek suç işleyen Türk devleti, bu suçu işlediği için yargılanmadı, sorgulanmadı. Ancak bu suçu haber yapan gazeteciler yargılandı ve cezalandırıldılar. Yani suçun kendisini işleyenler suçlu kabul edilmedi, bu suçu ve suçluları açığa çıkartanlar, yazanlar yargılandı, cezalandırıldılar, Can Dündar sürgünde yaşamak zorunda kaldı.

Erdoğan'ın yönettiği devlet, bu suçu 'devlet sırları'perdesinin altında gizlemeyi ' yasallık' olarak topluma dayatmış bulunmaktadır. Böylece hem tüm insanlığa karşı işlediği suçu gizlemiş, hem de bu suçu açığa çıkartanları cezalandırma olanağı yaratmış olmaktadır.

Erdoğan bu 'yavuz hırsızlığı' daha öncede yapmıştı. Aynı durum 17/25 aralık döneminden de aynı şekilde yaşandı. Erdoğan, Reza Zarrap ve bakanlarıyla birlikte, o çok sevdiğini söylediği 'tüyü bitmemiş yetim' diyerek dramatize ettiği milletinin parasını çalmışlar. Paralar o kadar çok ki bankalara yatırılmasının dikkat çekeceği düşünüldüğünden, evlerde saklanmış. Evlerden de sandıklar, dolaplar, poşetler yetmemiş, ayakkabı kutularına doldurmuşlar. Yapılan baskınlarla çalınan bu paralar evlerde, ayakkabı kutularının içinde yakalanmıştır.

Bir yandan bunlar olurken öte yandan Erdoğan, oğlu ile kızını, halkın emeğinde çalınan ve şahsına ait olan paraları saklamaları için görevlendiriyor, harekete geçiriyor. Oğlu ve kızıyla paraların saklanması, 'sıfırlanması' amacıyla yaptığı görüşmeler basına yansıyor. Bunların hepsi ayan beyan ortalığa döküldü, herşey ayyuka çıktı.

Bu gelişmenin sonucunda ne oldu? Erdoğan, hırsızladığı paralar ve suç ortaklarıyla birlikte, elini kolunu sallayarak, üstelik mevkiini daha da büyüterek Sarayında yaşamaktadır. Minareyi çalmışlar ama kılıf ayarlayamamışlardı. Bu hırsızlığın en büyük suç ortaklarından Reza Zarrap, ABD tarafında yargılanırken Türkiye'de ki suç ortakları, Türk devletini yönetmektedirler.

Ancak bu hırsızlığı yazanlar, bu rezaleti açığa çıkartanlar suçlanarak ya mahpuslarda veya sürgünde yaşamaktadırlar. Yani bu hırsızlığı yapanlar suçlu değil, yazanlar, açığa çıkartanlar suçlu ilan edildiler.

Bu hırsızlığın perdesi ise FETÖ'cülük oldu. O günden bu güne kadar kim bu konuyu açsa, kim bu konuda tek kelime yazsa, onu susturmak için şifre tektir ve bellidir: FETÖ'cülük.

Erdoğan 'devlet sırrı' ve 'FETÖ'cülük' illizyonlarıyla insanlığa ve topluma karşı işlediği bu büyük suçlarının üstünü örtmekle kalmamış, bir çok politikacının, gazetecinin hayatını alt üst etmiş, binlerce insanı mahpuslara attırmıştır. Erdoğan, işlediği bütün bu suçlara karşı, ele geçirdiği devlet gücü ve yalan makinalarıyla kendisini koruyabilmektedir.

Ne yazık ki Erdoğan'ın estirdiği korku rüzgarı, bir kısım aydın geçineni, bir kısım gazeteci ve politikacıyı ve daha çok Avrupa devletlerinin yöneticilerini etkilemiş, 'geri durma refleksi' içine çekmiştir. Bu çevreler ne Erdoğan'ın insanlığın düşmanı IŞİD'e gönderdiği silahları sorgulamaktadırlar ve ne de ayakkabı kutularına saklanmış çalıntı paraların hesabını sormaktadırlar.

Buna rağmen halkın politikacıları, özgür gazeteciler ve namuslu aydınlar geri adım atmamış, gerçekleri yazmaktan ve haykırmaktan vazgeçmemişlerdir.

Ve gerçek, mızrağın çuvala sığmadığı kadar açık, çıplak ve nettir.

Erdoğan,

-insanlığın düşmanı IŞİD'e silah ve cephane yardımında bulunarak bütün insanlığa,

-halkın parasını çalarak Türkiye halklarına

-ve devletinin gücünü ve olanaklarını kötüye kullanarak topluma ve toplumsal değerlere karşı suç işlemiştir, yargılanmalıdır, yargılanacaktır.


Erdoğan'ı yaklaşan bu sonuçta ne kurduğu 'yeni Osmanlı devleti' ne geliştirmeye çalıştığı ırkçılık ve ne de dört elle sarıldığı İŞİD ve benzeri terörist yapılanmalar kurtaramayacaktır. Erdoğan faşizmine karşı mücadelede Kürtler, Aleviler ve Türkiye halkları yanlız olmayacaklardır. Bilelim ve inanalım ki büyük bedellerle kazanılmış olan insani ve demokratik değerleri, Erdoğan'a karşı koruyacak ve savunacak olan 'büyük insanlık' rolünü oynayacak, işlevini yerine getirecek ve Erdoğan faşizmi yıkılacaktır.