Aslında Türkiye ile ilgili Avrupa’da yürütülen »AB üyelik süreci dondurulmalı« tartışmasına değinmek ve Avrupa soluna öz görevlerini, AB’ne ise »iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına« özdeyişini anımsatmak gerekiyordu. Ancak gerek Amed Konferansı, gerekse de »Kürt halkı adına« diye başlayan bazı görüşler yazının içeriğini değiştirdi.
Gezi direnişi ile ortaya çıkan müthiş toplumsal dinamik kimi Kürt çevresinde hayli »temkinli« değerlendiriliyor. Birisi »olaylarda devlet parmağı var« derken, kimi arkadaşımız da »haklı direniş üzerine inşa edilmiş ve çözüm karşıtlığına dayanan siyasi hesaplar« olduğunu belirtip, Amed Konferansı’nın Gezi Parkı eylemlerinin gölgesinde kalmasından hayıflanıyor.
Bu bağlamda dostum Günay Aslan’ın 19 Haziran tarihli yazısından bir alıntı yapmak gerekiyor. Günay, Kürt siyasetinin çelişki ve çatışmaları Türkiye’yi demokratikleştirmek, Kürdistan’ı da özgürleştirmek amacıyla iyi değerlendirmesi gerektiğini vurgulayarak, şöyle devam ediyor: »Gelinen aşamada bunun da yolu kaosun ve krizin derinleşmesinde değil, nispi istikrarın devam etmesinden ve Kürt sorununun çözümünden geçmektedir. Kürt siyaseti buna öncülük etmektedir. Kaosun ve kargaşanın sadece kuzeyde değil, güney ve batı Kürdistan’da Kürt halkının elde ettiği kazanımlara zarar vereceği endişesinden hareketle temkinli ve isabetli bir siyaset izlemektedir«. Görüldüğü kadarıyla Günay’ın yazısında yer alan görüşler bir çok Kürt aydınınca da paylaşılmaktadır. Genel olarak »oyun oynandığı«, »tam hükümete sıra gelmişken«, »Kürt ve çözüm karşıtları süreci belirliyor«, »sabotaj« gibi kaygıları ifade eden görüşleri duymak mümkün.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Kürtlerin her türlü gelişmeye şüphe ile bakmaları için yeterince neden mevcuttur. Ancak, kitlesel Kürt hareketi bütün siyasetini bu şüphe ve kaygılar üzerine kurgularsa, ciddî yanılgılara düşecek ve ortaya çıkan yeni müttefik potansiyelini yanlış değerlendirecektir.
Anlaşılır kaygıların ötesinde, Kürt aydınları arasında hayli statik bir varsayımdan hareketle değerlendirmeler yapıldığı dikkat çekmektedir. Bu varsayım, »AKP eşittir devlet« ve »istikrar çözümü kolaylaştırır« anlayışına dayanmaktadır. Kabaca ifade edecek olursak, bu anlayış:
Birincisi, kapitalist devlet gerçekliğini ve kitlesel Kürt hareketinin bir parti veya hükümeti değil, bizzat devleti müzakere masasına çekmeyi başardığını göz ardı etmektedir. Diğer yandan, ikincisi, Türkiye ekonomisinin derin bir kriz tehdidi altında olduğunu dikkate almamaktadır. Üçüncüsü, Suriye’de güncel gelişmeler ışığında »büyük ağabeylerin« stratejik çıkarlarını korumak için Türkiye’deki egemen blokta kolaylıkla »aktör değişimine« yatkınlık göstereceklerini unutmaktadır. Dördüncüsü, kaos ve kriz ortamlarının içinde barındırdığı devasa değişim tandanslarının ve en önemlisi, beşincisi, Gezi kıvılcımıyla ortaya çıkan, kitlesel Kürt hareketinin yıllarca özlemini çektiği kalıcı bir toplumsal müttefik potansiyelinin farkına varmamaktadır.
Güncel direniş hareketi içerisinde Kürt düşmanı, çözüm karşıtı ve ulusalcı-kemalist kesimlerin varlığı, Kemalistlerin direnişi yönlendirmeye çalıştıkları doğru. Ancak, hareketin bütünsel olarak çeşitliliği, demokratikliği ve milliyetçi yönlendirmeleri engellemiş olması da ayrı bir gerçektir. Kaldı ki, kendisi modern ve seküler bir hareket olan kitlesel Kürt hareketi, direnme deneyimini bizzat yaşayarak öğrenen, modern ve laik bir hareketle karşılaşmıştır. İhsan Eliaçık’ın şu değerlendirmesi her şeyi anlatmaktadır: »Asıl barış sürecini bizler Gezi Parkı’nda başlattık. Bir tarafta Abdullah Öcalan’ın, diğer bir tarafta Mustafa Kemal’in resimleri dalgalandı. Bir yanda ›Mülk Allah’ındır‹ diye ayetler asılmıştı, diğer taraftaysa sevgililer el ele oturuyorlardı. Biri kenarda yoga yapıyordu, diğeri inşa ettiği mescitte namaz kılıyordu. İşte halk bu! (...) Oradaki çeşitlilik bana hâlâ tuhaf geliyor; sosyalist, komünist, ateist, ulusalcı, Kürt, çevreci gençler...«.
»Kürt halkı adına« diye başlayarak, çözümlemeler yapan Kürt aydınları bu gerçeği Öcalan ve PKK’nin çok iyi gördüğünü ve Kürt halkının çoğunlukla Öcalan ve PKK’nin pozisyonunda durduğunu görmelidirler. Ve Amed Konferansı’nın neden hak ettiği ilgiyi görmediğini, Sırrı Süreyya Önder’in şu sözlerini tekrar tekrar okuyarak, iyi düşünmelidirler: »Türkiye yanıyor, dünyanın en büyük isyanlarından biri. DTK’dan tek cümle yok!«.
22 Haziran 2013