Yakın tarihimiz açısından Eylül ayında birçok önemli olay meydana gelmiştir. Bakü’de 1 Eylül 1920’de başlayan Doğu Halkları Kurultayı sonrasında hâlâ yasaklı olan (ve SİP TKP’si ile alakası olmayan) Türkiye Komünist Partisi’nin kurulduğu 10 Eylül; Alman faşizminin Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya Paylaşım Savaşını başlattığı ve yarattığı vahşet nedeniyle günümüzde dünya çapında Barış Günü olarak kutlanan 1 Eylül veya coğrafyamızın kadim Hıristiyan halklarına yönelik devlet pogromlarının gerçekleştirildiği 6 ve 7 Eylül bunlar arasındadır.
Şüphesiz bu yıldönümleriyle ilgili olarak yazılmış büyük bir külliyat bulunmaktadır. Bir köşe yazısı kapsamında Eylül ayındaki yıldönümlerinin hepsine değinmek olanaksız. O nedenle günümüzün neoliberal uygulamalarını ve emperyalist-kapitalist dünya düzeninin dönüşümünü doğrudan belirleyen iki askeri darbeyi anımsatmak istiyoruz: 11 Eylül 1973 Şili ve 12 Eylül 1980 Türkiye darbelerini. İki darbe de neoliberalizmin askeri şiddetle uygulamaya sokulmasının örnekleridir.
1973 faşist Pinochet darbesi her ne kadar bunun ilk örneği olmasına, faşist terör rejiminin sosyalist Allende hükümetini ve geniş muhalif kesimleri fiziki olarak yok ederek ilerici dünya kamuoyunu şok durumuna düşürmesine rağmen, o zamanlar sosyalist ve komünist hareketler açısından taşıdığı tehlikeler pek göze batmamıştı. Çünkü o yıllarda ezilen ve sömürülen sınıflar lehine farklı gelişmeler de söz konusuydu: Bir yıl sonra, 1974 Nisan’ında Portekiz’de Karanfil Devrimiyle Salazar diktatörlüğü yıkılmış, Angola ve Mozambik’teki ulusal kurtuluş hareketleri sosyalist gelişme yolunu seçmişlerdi. Daha sonra, 1978’de Afganistan’da Demokratik Halk Partisi iktidarı ele geçirmiş, 1979’da İran’da Şah rejimi yıkılmış, Sandinist Kurtuluş Cephesi Nikaragua diktatörü Somoza’yı indirmiş ve Grenada’da Ulusal Devrimci Parti iktidara gelmişti. Aynı şekilde Türkiye’de de devrimci güçler ve emek hareketi, giderek artan faşist şiddete rağmen ülke siyaseti üzerinde etkin olmakta, kamuoyunda antiemperyalist pozisyonların kabul edilmesini sağlamaktaydılar. 1970-1980 yıllarındaki ulusal kurtuluş hareketleri ve devrimci gelişmeler savaşsız ve sömürüsüz bir dünyanın olanaklı olduğu umudunu yaygınlaştırmaktaydılar.
Ancak Şili’deki 1973 faşist darbesi ve etkileri küçümsenemeyecek derecede oldu. 1973 yılı aynı zamanda neoliberal uygulamaların ve kapitalist dünyada, sistem alternatifi nedeniyle verilen bir taviz olan sosyal devlet anlayışının erozyonunun başlatıldığı dönüm noktasıydı. Pinochet faşizminin Şili’deki terörü, daha sonra 12 Eylül 1980’de Türkiye’de de uygulamaya sokulacak olan otoriter neoliberal sermaye birikim rejiminin laboratuvar koşullarını yarattı. Gerek 1973 gerekse de 1980 askeri faşist darbeleri tüm kapitalist dünyada emek hareketinin gücünü geri püskürtmeye ve devrimci güçlerin etkilerini kırmaya yarayan araçlar oldular. Nihâyetinde 1973 ve 1980 darbeleri, sadece Şili ve Türkiye’deki ilerici değişim çabalarını askeri şiddet ve faşist terörle sonlandırmadılar. Aynı zamanda dünya çapında başlatılan ve hâlen devam etmekte olan karşı devrimin tetikleyicisi oldular. Kendi hatalarını unutmadan: Reel sosyalizmin, dolayısıyla dünya çapındaki emek hareketinin ve devrimci güçlerin 1989/1990 karşı devrimi karşısındaki yenilgisinin önkoşullarının 1973 ve 1980’de yaratıldığı söylenebilir.
Günümüz Türkiye’sindeki AKP-Saray-Rejimi o açıdan, aynı tüm öncülü olan hükümetler gibi, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin devamı, karşı devrimin bugünkü taşıyıcılarından birisi ve emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yaşamsal önemdeki sütunlarından birisi sayılmalıdır. Çünkü nasıl Şili’deki Pinochet faşizmi salt ulusal sınırlar içinde etkili bir rejim değişikliği olmadıysa, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi de emperyalist güçlerin doğrudan desteğiyle gerçekleştirilen ve bugün yaşanılan tüm sorunları doğuran koşulların yaratıcısı bir karşı devrimdir. Bu tarihsel gerçekleri dikkate almadan, salt »Erdoğan karşıtlığı« üzerinden muhalefet yaparak AKP-Saray-Rejimi karşısında başarı elde etmek olanaklı değildir. Aralarındaki tüm çıkar çelişkilerine rağmen Türkiye’deki egemen sınıflar ne siyasi temsilcileri olan Erdoğan’dan ne de 1980’de kurulan otoriter neoliberal sermaye birikim rejiminden kendi istekleriyle vazgeçmezler. Coğrafyamızdaki ezilen ve sömürülenlerin asıl düşmanı kişiler değil, mülkiyet ve iktidar koşullarının devamını sağlayan egemen sınıflardır. Eylül’ün anımsattığı en önemli gerçek budur.