Almanya’da yapılan 23 Şubat 2025 Federal Parlamento Seçimleri 1990 sonrasının en yüksek katılımıyla sonuçlanmasına rağmen, Alman emperyalizminin güncel savaş ve kriz politikalarında bir değişim olmayacağına işaret ediyor.
Aslına bakılırsa seçim sonuçlarını “savaş kabinesinde görev değişimi” olarak nitelendirmek mümkün. Dahası, yaşamın her alanını ele geçiren militarizmin, toplumsal rıza alarak, asıl seçim zaferini elde ettiğinden bahsedebiliriz. Nihâyetinde Federal Parlamento’da meclis grubu kuracak olan CDU/CSU, SPD, Yeşiller ve ırkçı-faşist AfD, aralarında biçimsel olmak dışında bir fark olmamakla birlikte, seçim kampanyalarındaki söylemlerinde unisono Federal Bütçenin yarısını silahlanmaya ayırmak istediklerini vurgulamışlardı. Bu söylem maalesef Alman seçmenlerin yüzde 81,7’sinin onayını aldı.
Scholz hükümetinin, tam da Trump’ın seçim zaferinden bir gün sonra dağılması üzerine 10 Kasım 2024’te kaleme aldığımız bir yazıyı şöyle sonlandırmıştık: “[…] Öyle ya da böyle gerçekleştirilecek olan erken seçimin göçmen ve mülteci düşmanı ırkçı söylemlerin ön plana çıkacağı seçim kampanyaları ile yürütüleceğini, çoğunluk toplumunun daha da sağa kayacağını şimdiden söylemek olanaklı. O açıdan böylesi bir toplumsal atmosferde gerçekleştirilecek olan seçimler sonrasında hangi partinin başarılı olacağını öngörmeye çalışmak, kanımızca gereksiz bir çaba olur. Ancak her halükarda belli olan, büyük olasılıkla CDU/CSU’nun öncülüğünde kurulacak büyük koalisyonun sonuç itibariyle sadece savaş kabinesindeki bir görev değişikliği olacağıdır. Çünkü hâlihazırda CDU/CSU, SPD, Yeşiller ve FDP arasında biçimsel olmak dışında hiçbir fark kalmamıştır.” Nitekim öngörümüzde haklı çıktığımızı iddia edebiliriz.
Sonuçları nasıl okumalıyız?
Burjuva medyası yüzde 82,5’lik katılım oranını “demokrasinin gücü” olarak lanse etmekte. Sahiden de 2021’de yüzde 76,4 olan katılım önemli oranda artmış durumda. Bunun temel nedeninin CDU/CSU ve FDP’nin seçimlerden birkaç hafta öncesinde ırkçı-faşist AfD ile beraberce “göçü sınırlandırma önergesine” oy vererek, savaş sonrası Avrupa toplumlarının “demokratik uzlaşısını” feshetmeleri ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmeleri olduğunu söyleyebiliriz. Ki, reformist DIE LINKE partisinin üye ve oy patlaması yapmasının asıl nedeni de burada yatmaktadır.
CDU/CSU her ne kadar yüzde 28,52 oranında (208 milletvekili) oy alarak kendisini galip ilân etmiş olsa da bu sonuç, Alman muhafazakârlarının savaş sonrasında aldıkları en kötü ikinci orandır. Seçim öncesi yüzde 30’luk oy oranını aşmayı hedefleyen CDU/CSU gene de Federal Hükümeti kurma görevini alacak ve CDU Başkanı Friedrich Merz Almanya’nın onuncu Şansölyesi olacaktır – elbette tek başına hükümeti kuramayacaktır.
Burjuva demokrasisi açısından endişe verici olan ise, ırkçı-faşist AfD’nin oylarını neredeyse ikiye katlayarak, yüzde 20,8 ile ikinci büyük parti olmasıdır. Federal Parlamento’da 152 milletvekili (ve yüzlerce çalışanı) ile ana muhalefet grubunu oluşturacak olan ırkçı-faşist AfD, birincil misyonunu, yani savaş ve anti-sosyal, sermaye yanlısı politikalara toplumsal rıza sağlama görevini yerine başarıyla yerine getirmiştir. Irkçı-faşist söylemlerini diğer burjuva partilerinin de üstlenmesiyle Alman seçmenlerin dörtte üçlük bir kesiminin hem savaş ve yayılmacı siyasete hem de sosyal sorunların sermaye lehine olan ırkçı ve milliyetçi “çözümüne” onay vermesini sağlamıştır. Gerçi AfD’nin Federal Hükümete ortak olması henüz olanaksız görülmektedir, ama tekelci burjuvazinin yedek gücü olarak diğer burjuva partilerinin politikalarını sağdan daha güçlü biçimde etkilemeye devam edecektir.
Alman Sosyal Demokrasisi ise yüzde 16,4 oy oranı ile sadece savaş sonrasının değil, tarihinin en büyük hezimetini almıştır. SPD bu tarihsel yenilgisine rağmen – hatta tam da bu nedenle –, 120 milletvekili ile yeni savaş kabinesinin küçük ortağı olacak ve her gerici adıma iktidarda kalma uğruna onay verecektir. 2021 seçimleri ardından yeni on yılı “Sosyal Demokrasinin Yeni On Yılı” olarak ilân eden SPD, şimdi yenilecek olan yönetimi ve muhtemelen şimdiki savaş taraftarı Federal Savunma Bakanı Boris Pistorius öncülüğünde Alman devletinin gerici-militarist dönüşümünü tamamlamasında meşum görevini yerine getirecektir.
Büyük umutlarla ve her türlü hükümete ortak olma arzusuyla seçimlere katılan transatlantikçi Yeşiller, yüzde 11,6 (85 milletvekili) oranındaki oylarıyla hayal kırıklığına uğradılar. Scholz hükümetinin ortağı olarak yüzlerce milyar Euro’nun silahlanmaya, yurtdışındaki askeri operasyonlara ve Rusya ve Çin ile sürdürülen iktisat savaşına harcanması için bastıran, ABD savunucusu olan Yeşiller, ironik biçimde Trump’ın seçim zaferinin asıl mağlupları oldular. Seçmenlerin önemli bir kesimini DIE LINKE’ye kaptıran Yeşillerin bundan itibaren Almanya’nın “yeni FDP’si” olarak yolan devam edeceklerini söyleyebiliriz.
Seçimlerin bir diğer kazananı da yüzde 8,77’lik oy oranıyla Federal Meclise 64 milletvekili sokmayı başaran DIE LINKE oldu. Tarihinde ilk kez, hem de sönümleneceği söylediği bir ortamda kısa sürede 95 bin üyeye ulaşan DIE LINKE’nin beklenmedik bu başarısının ardında, ırkçı-faşist baskılara karşı çıkması ve sosyal sorunlara ağırlık vermesi kadar, toplumda CDU/CSU ve FDP’nin AfD ile birlikte oy kullanmalarına karşı oluşan tepki de yatmaktadır. Diğer bir deyişle, toplumsal kutuplaşmanın kazananı olmuştur. Bu kutuplaşma özellikle genç seçmenleri DIE LINKE’ye yönlendirmiştir. Yapılan bir seçim araştırmasına göre 30 yaş altı seçmenlerin yüzde 24’ü DIE LINKE’ye oy vermiş. Ama aynı araştırma genç seçmenlerin yüzde 21’inin de ırkçı-faşist AfD’ye, yüzde 13’ünün CDU/CSU’ye, 12’sinin Yeşillere ve yüzde 11’inin SPD’ye oy verdiklerini gösteriyor. Partiler sistemindeki diskurun sağa ve aşırı sağa kaymış olması DIE LINKE’ye şimdilik yarıyor olsa da bu desteğin bilinçli yaklaşıma ve örgütsel bağa dönüşebilmesi kolay olmayacak. Belki ilk kez milletvekili seçilen genç solcuların çoğunluğu oluşturacağı DIE LINKE meclis grubu partinin sosyalist olma anlamında yenilenmesinin yolunu açabilir – parlamenter kretenizme takılmaya ve NATO solu olmaya devam etmezlerse tabii ki.
Seçimlerin kesin kaybedenleri ise, burjuvazi açısından gereksizliğini kanıtlayan liberal FDP ile barış konusunda doğru bir tavır alan, ancak mülteci düşmanı yaklaşımlarıyla tepki çeken ulusalcı BSW oldular. FDP yüzde 4,33 ile meclis dışında kalıp, muhtemelen tarihe karışırken, DIE LINKE’den ayrılan Sahra Wagenknecht’in kendi adıyla kurduğu BSW yüzde 4,97 ile meclise girmeyi kıl payı kaçırdı. BSW kurulduğu ilk günlerde savaşa karşı diyalog ve barış politikaları ve sosyal adalet vurgusuyla sempati toplamışken, mülteci sayısının sınırlandırılmasını ve ırkçı-faşist AfD ile yakınlaşılmasını talep edince, çok sayıda destekçisini kaybetti. Milyonlarca Euro bağış almasına rağmen, sıralarına çoğunlukla fırsatçı siyasetçiyi alan BSW’nin tılsımı bu şekilde bozulmuş oldu.
Bundan sonra ne olacak veya ne olabilir?
Öncelikle kurulacak yeni Federal Hükümetin, eski BlackRock yöneticisi ve uluslararası mali piyasaların adamı olan Merz başkanlığında CDU/CSU ve SPD’den oluşacağını söyleyebiliriz. Merz hükümetinin, Scholz hükümetinin üstesinden gelemediği savaş politikaları finansmanına ağırlık vereceğinden, yüzlerce milyar Euro’luk bütçeleri silahlanmaya ayıracağından, iktisat savaşlarının devam etmesini ve sermaye kesimleri lehine düşük vergi politikalarının uygulanmasını sağlayacağından hareket edebiliriz. Bu siyasetin yaratacağı yüklerin ise sosyal işler, eğitim-öğretim, sağlık-konut, kültür alanlarındaki kesintiler ve kamu altyapısının özelleştirilmesi ile halkın çoğunluğunun sırtına yükleneceğine de kesin gözüyle bakılmalıdır. Bu durumda oluşması olası toplumsal huzursuzluğa karşı ise, AfD’nin de açık desteğiyle, göçme ve mülteci düşmanı, ayırımcı ve ırkçı uygulamalar yürürlüğe sokularak, “AfD’yi küçültüyoruz” gerekçesiyle, sorunların asıl nedenlerinin üstü örtülmeye çalışılacaktır.
Hâlihazırda Merz Hükümetinin savaş ve silahlanma finansmanı konusunda önünde anayasaya yerleştirilmiş “Borç Freni” ciddi bir engel olarak durmaktadır. Basına düşen haberlere göre, CDU/CSU, SPD, Yeşiller ve FDP eski meclisin bir kez daha toplanıp, küçük bir anayasa değişikliği için çoğunluğu sağlama tartışmasını yapmaktadırlar. Çünkü yeni mecliste ırkçı-faşist AfD ve DIE LINKE dörtte üçlük çoğunluğu engelleyebilecek durumdadırlar. Gene de sonuç itibariyle Alman tekelci burjuvazisinin desteğine sahip ve isteğine uygun bir Federal Hükümetin oluşacağını, militarist-yayılmacı ajandanın sertleşerek uygulanmaya devam edeceğini öngörebiliriz.
Ancak oluşturulacak Merz hükümetinin Almanya’nın ve dolayısıyla Avrupa’nın karşı karşıya bulunduğu derin çoklu kriz ortamları ve Trump yönetiminin yol açacağı meydan okumalar ile başa çıkmasının çok zor olacağını şimdiden öngörmek de olanaklıdır. Fransız emperyalizminin açık desteğini alan yeni Federal Hükümetin, ABD’nin Ukrayna-Rusya savaşına yönelik tavırları başta olmak üzere, gümrük uygulamaları ve Hint-Pasifik Stratejisinin belirlediği dış politikasına karşı “AB’nin stratejik otonomisini” sağlamak için çaba göstermesi büyük olasılıktır. Alman tekelci burjuvazisi, dünya ekonomisinin merkezkaç noktasının Asya’ya kaymasından, bu gelişmeye ABD emperyalizminin verdiği yanıtlardan ve hammadde ile enerji kaynaklarına ulaşım konusunda önüne çıkan engellerden dolayı kaygı duymaktadır. Trump yönetiminin dış politikasının getirdiği yeni yükler, Avrupalı tekellerin ABD gümrük politikaları karşısında bocalamaları, Çin Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere BRİCS’in ve “Küresel Güney’in” Batı karşıtı pozisyon almaları ve aynı zamanda ekonomik gelişme hızları, Almanya’daki egemen politikanın sorun çözümünü zorlaştıracaktır. Bu ise Alman emperyalizminin daha da saldırganlaşmasına, iç politikada sosyal ve demokratik hakların kısıtlanmasına, ücretler ve çalışma koşulları üzerindeki baskıların artmasına yol açacak, Almanya’nın toplumsal rıza oluşturmak için her türlü gerici adımı atmaya ve dış politikada açık savaş politikalarını izlemeye hazır olmasını sağlayacaktır.
Sonuç itibariyle gidişatın çalışan sınıflar ve dünya geneli açısından son derece kötümser bir rotada olduğunu tespit etmek gerekiyor. Bu gidişat çerçevesinde Alman toplumunun yarısı ırkçı-milliyetçi ve sermaye yanlısı siyasete destek çıkmaktadır. Toplumsal kutuplaşma şüphesiz önümüzdeki dönemde daha da sertleşecektir. Sosyal muhalefet anlamında DIE LINKE’nin beklenmedik başarısı kimi umutları yeşertse dahi, tek başına parlamenter mücadele yeterli olmayacaktır. Toplumsal muhalefetin, çalışan sınıfların çoğunluğu antiemperyalist, yani militarizme ve yayılmacılığa karşı ve antifaşist, yani eşitlikçi, özgürlükçü ve demokrasi yanlısı bir temelde barış mücadelesinde birleşmesi söz konusu olmadığı müddetçe, egemen politika istediği gibi at koşturabilecektir.
***