15 Mart 2011’de Daraa’da çocuk ve gençlerin çaktığı kıvılcım, sadece Suriye’yi altüst etmekle kalmadı, aynı zamanda bölgenin bütününü yangın yerine çevirebilecek bir potansiyeli ortaya çıkardı – her ne kadar protestoların yıldönümünde sürecin nasıl bir yol alacağı belirsiz olsa da.
Kanımca açık olan tek nokta, Esad Rejimi’nin ülkeyi eskisi gibi yönetemeyeceği ve ayakta kalmakta hayli zorlanacağıdır. Asıl önemli olan soru ise, Esad sonrasında neler olacağıdır. Bu nedenle Suriye konusunda demokratik kamuoyunun ve bilhassa Avrupa solunun kafası hayli karışık. Bugüne kadar rejime destek çıkan Rusya’nın da son günlerde eleştirilerini sertleştirmesi, diplomatik çözümün daha da uzaklara kaldığına işaret ediyor.
Suriye’den gelen haberlerin ne kadarının doğru, ne kadarının uydurma veya propaganda olduğu bilinemiyor. Gerek Esad Rejimi’nin, gerekse de BM gibi uluslararası kurumların ve Batılı hükümetlerin söyledikleriyle gerçeğe yakın bir durum değerlendirmesi yapmak olanaksız gibi. NATO’nun, ABD ve AB’nin sicili belli. BM Örgütü de yakın geçmişte iyi bir sınav veremedi. Ezelî düşmanlar (!) El Kaide ve ABD’nin Esad Rejimi’ne karşı aynı cephede yer aldıkları bir durumda, neyi neye göre değerlendirebiliriz ki?
Karmaşık bir durum. Kanımca tekil çıkarları savunmanın aldatıcılığına kapılmadan ve rejimin veya emperyalizmin tuzağına düşmeden Suriye’deki gelişmeleri değerlendirmenin en akılcı yolu, solun evrensel değerlerine ve ilkeselliğe sıkıca sarılıp, en zayıfın, yani baldırı çıplakların perspektifinden bakmak olacak.
Ama önce »neyin ne olduğu«, yani Esad Rejimi’nin baskıcı bir diktatörlük olduğu söylenmeli. Diğer Arap ülkelerine kıyasla sosyal hakların daha fazla tanınıyor olması, ülkenin seküler yapısı ve dinî azınlıkların izafen güvence altında olmaları, ne bu gerçeği, ne de Esad ailesinin özel sermaye birikimi ile halkı sömürdüğü gerçeğini değiştirmiyor. Rejim, ta başından protestolara gösterdiği kıyıcı reaksiyonla inandırıcılığını yitirdi. Suudî Arabistan ve Katar’ın NATO ülkeleriyle birlikle silahlandırdığı grupların şiddet eylemleri, rejimi haklı çıkartmıyor. Şiddetin asıl sorumlusu Esad Rejimi’dir. Anayasa değişikliği ve planlanan seçimler de bu gerçeği değiştiremeyecektir, çünkü en az bir yıl geç kalınmıştır. Bu tespitleri yaparken, ordunun ve halkın küçümsenemeyecek bir kesiminin Esad’ı desteklediğini göz ardı etmiyorum. Ama bu desteğin de son derece kırılgan olduğu, rüzgârın her an yön değiştirebileceği de unutulmamalıdır. Ki, Qamışlı’da Kürt göstericiler ile polis arasındaki çatışmalar iyiye işaret değildir.
Diğer yandan yapılması gereken, Suriye’ye yönelik her türlü askerî müdahaleye karşı çıkmaktır. Çünkü böylesi bir müdahaleyi gerçekleştirmek isteyen Suudî Arabistan, Katar ve NATO ülkelerinin derdi, Suriye halklarının özgürlüğü, insan hakları veya demokrasinin tesis edilmesi değil, bölge üzerindeki emperyalist etkinliği artırmaya yarayacak bir iktidar değişikliğini gerçekleştirmektir. İster Libya benzeri bombardımanlar, ister işgal girişimi, isterse de »tampon bölge« denemesi olsun, olan suçsuz halka olacak, uğursuz bir yola girilecektir. Kaldı ki olası bir savaşın salt Suriye ile sınırlı kalmaması tehlikesi söz konusudur. Zaten Batı’nın çekingen davranmasının ve taşeronları devreye sokmak istemesinin nedeni de bu.
Peki, bu açmazdan çıkış yolu ne olabilir? Müzakere ve mücadele! Bir kere demokratik dünya kamuoyuna düşen birincil görev, BM Şartı’nın yeniden yerkürenin bütünü için geçerli olmasını sağlamaktır. Özellikle NATO ülkelerindeki toplumsal muhalefet, hükümetlerinin savaş planlarına, Suriye’ye silah sokmalarına ve »yangına körükle gitmelerine« karşı mücadele etmelidir. Ve Suriyelilerin kendi geleceklerini kendilerinin tayin etme hakkına sahip çıkılmalıdır. Yaşam hakkı sonuna kadar savunulmalı, çatışmaların durdurulması, ayırımsız ve önkoşulsuz bütün iktidar ve muhalefet gruplarının bir araya gelerek, müzakerelere başlamaları ve barışçıl, demokratik, eşit, özgür bir ortamda, halkın ülkenin geleceği ile ilgili karar vereceği koşulların yaratılması talep edilmelidir.
Esad Rejimi’ne karşı çıkmak ve aynı zamanda askerî müdahaleye karşı çıkmak, bir çelişki değil. Tam tersine, barış, demokrasi, özgürlükler ve sosyal adalet talepleri kimin ak, kimin kara olduğunu, kimin halkların, kimin de egemenlerin çıkarlarını savunduğunu gün gibi ortaya çıkartacaktır.
Şimdi »Suriyeli« olma, baldırı çıplakların tarafında yer alma zamanıdır!
17 Mart 2012