Avrupa toplumları Ukrayna konusundaki aşırı hassasiyetlerini gösterir, hükümetlerinin sosyal ve ekolojik sorunları çözmek yerine devasa silahlanma bütçeleri oluşturmalarına ve savaş aygıtı NATO’nun genişleme adımlarına rıza verirken, hiç kuşkusuz akut hâle gelmiş nükleer savaş tehdidine karşı da kaygılarını dile getiriyorlar. Ancak bu tehdidi bertaraf edebilecek ve kalıcı bir barışı sağlayacak koşullar hakkında nerdeyse hiçbir şey söylemiyorlar. On yıllar boyunca savaş aygıtı ve terör yaratıcısı olduğunu kanıtlayan NATO’nun ve ülkelerindeki egemen sınıfların propagandasının esiri olan burjuva toplumları kendi değerlerini dahi unutmuş durumdalar.
Absürt bir gerçekle karşı karşıyayız bugün: Kapitalizmi ve dolayısıyla burjuva demokrasilerini aşmayı hedefleyen komünistler ve devrimciler burjuva demokrasilerini ve bunların temelini oluşturan değerleri savaş hezeyanlarına kapılmış burjuva toplumlarına ve egemen sınıflara karşı koruma göreviyle karşı karşıyalar. Korumak zorundalar, çünkü sermaye yoğunlaşması ve hak gaspı öylesi bir raddeye geldi ki, egemen sınıflar cesetleri çiğneyerek ilerleyecek derecede dizginlerinden koptular. Korumak zorundalar, çünkü burjuva partileri sorumluluklarından vazgeçtiklerinden, bu görev komünistlere ve devrimcilere kaldı.
Aynı gerçek günümüzün savaş-barış sorunu için de geçerlidir. Ukrayna bağlamında bunu açarsak: Bugüne dek binlerce insanın yaşamına mal olan, yıkıma ve kitlesel göçe yol açan savaş hemen durdurulmalıdır. Doğru, ama nasıl? Avrupa toplumları barışın daha fazla silah, nükleer füze ve devasa savaş bütçeleriyle sağlanabileceğine ikna edilmiş gibi görünüyorlar. Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliği konusunda toplumsal onay verilmesinden sonra Danimarka halkının AB Savunma Stratejilerine katılmayı desteklemesi bunu gösteriyor. Savaş politikaları, yaşamın her alanını eline geçiren militarizm ve emperyalist yayılmacılık Avrupa’daki burjuva demokrasilerinin kalan son kırıntılarını da yok etmek üzere.
Peki bu durumda komünistler ve devrimciler ne demeli? Rusya’daki egemen sınıfın burjuvazi olduğu gerçeğinden hareketle “bırakalım kendi kendilerini yesinler” mi? Yoksa Rusya’nın güvenlik çıkarlarını da dikkate alan ve başlangıçta tüm Avrupa’yı kapsayan, iyi komşuluk ilişkilerine dayanan yeni bir güvenlik mimarisi mi talep edilmeli? Peki ama bu, dünya çapında kalıcı bir barışın, savaşsız ve sömürüsüz bir geleceğin sadece ve sadece sosyalist toplum düzeni kurulduğunda sağlanabileceği gerçeği ile çelişmiyor mu?
Günümüzün verili koşulları komünist ve devrimcilerin bu gerçeği her daim ifade edip savunmalarının yanı sıra, kapitalist ülkeler arasında barışı sağlayacak koşulları da savunmalarını gerekli kılmaktadır. Ukrayna’daki savaş daha fazla silahla değil, ancak görüşmelerle sonlandırılabilir. Örneğin Alman komünistleri bu görüşmelerin temelini Ukrayna’nın, Rusya Federasyonu’nun, Lugansk ve Donesk Halk Cumhuriyetlerinin çıkarlarını içeren bir güvenlik konseptinin oluşturması gerektiğini savunmaktadırlar. Halk Cumhuriyetleri ile Kırım’ın statülerinin tanınması, Ukrayna’nın NATO’ya ve AB’ne üye edilmesinden vazgeçilmesi, nükleer silahlara sahip olmaması ve tarafsız kalması barışın sağlanmasının en önemli koşulları olacaktır.
Alman komünistleri asıl sorumluların ABD emperyalizmi öncülüğündeki NATO ve Alman emperyalizminin başını çektiği AB ülkeleri olduklarını vurgulayarak, baş düşmanlarının ise dünya gücü olmaya çalışan Alman emperyalizmi olduğunu belirtiyorlar. Ve haklı olarak, Avrupa’daki barışın sadece ve sadece Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti ile beraberce sağlanabileceğini savunuyorlar.
Bu örnekten hareketle Türkiye’deki komünistlere ve devrimcilere düşen ivedi görevler olarak kendi baş düşmanlarına, Rojava’ya yönelik savaş planlarına karşı, NATO’dan çıkılması, parlamenter demokrasinin – hukukun üstünlüğünün – kuvvetler ayrılığının yeniden tesis edilmesi, milliyetler sorununun adil, barışçıl ve demokratik çözümü için mücadele etmek olduğunu tespit edersek, yanlış söylemiş olmayız. Savaş, ancak kendi evinin önü temizlenerek durdurulabilir.