AKP-Saray-Rejimi her gün yeni şantajlarla stratejik müttefikleri ABD ve AB ile aralarında olan ipleri germekle meşgul. Özellikle F. Alman emperyalizmi ile olan ilişkilerde diplomatik soğukluğun başlaması an meselesi gibi görünüyor. Karşılıklı ekonomik ve stratejik bağımlılıkların dahi kurtaramayacağı, sonu belirsiz bir kopuş sürecinin işlediği görüngüsüyle karşı karşıyayız. Bu görüngü ne denli gerçekçidir ve biz buradan hangi sonuçları çıkarmalıyız?
Öncelikle emperyalist güçler ve işbirlikçi rejimler arasındaki çıkar örtüşmeleri ve çelişkileri üzerine kurulu işbirlikçilik hukuku konusunda daha önce yazdıklarımızı anımsatalım. AKP-Saray-Rejimi bu işbirlikçilik hukuku çerçevesinde davranarak, koşulları kendi lehine kullanmaya ve başına buyruk davranabilme konumunda olduğunu göstermeye çalışıyor. Aslında bu zayıf olduğunun bir göstergesi ve bu nedenle de rejim daha tehlikeli bir rotaya giriyor. AB ile olan ilişkilerindeki avantajlı konumu ise, rejimi bu rotaya girmekte cesaretlendiriyor.
Şöyle ki; AKP-Saray-Rejimi »AB Yakınlaşma Sürecini« kullanmayı öğrendi. Bir kere AB görüşmeleri rejime AB pazarına ulaşabilmesinin aracı olmaya devam ediyor. İkincisi, görüşmelerin devam etmesi yabancı yatırımların sürekliliğini garanti eden ve yabancı sermayenin geri akmasını engelleyen bir faktör konumunda. Ve üçüncüsü, görüşmeler Türkiye’nin jeostratejik önemi nedeniyle rejimin AB’ne yönelik dayatmalarının manivelası olmuştur.
AKP-Saray-Rejimi, başta F. Alman emperyalizmi olmak üzere AB’ndeki müttefiklerinin AB’nin kendi krizleriyle uğraştıkları ve gerek Ortadoğu’ya yönelik stratejiler, gerek enerji tedariki, gerekse de mülteci kitlelerinin Avrupa’ya yönelmesi konusunda Türkiye’ye bağımlı oldukları tespitiyle, AB’nin görüşmeleri ve daha önemlisi, Türkiye ekonomisinin ana taşıyıcı sütunu hâline gelmiş olan Gümrük Birliğini askıya alma cesaretini gösteremeyeceğinden hareket ediyor. Rejimin yaptığı bu tahlilin gerçeğe yakın bir okuma olduğunu söyleyebiliriz. O nedenle rejimin ipleri daha da germeye devam edeceğinden ve her defasında Batılı müttefiklerinden taviz koparmaya çalışacağından hareket etmek durumundayız.
Peki, bu gelişmeden nasıl bir sonuç çıkarabiliriz? Birincisi, rejime karşı geniş toplumsal ittifak kurma görevinin, muhalefetin sayısal açıdan küçük kesimine, yani devrimci güçlere düştüğü gerçeğinden hareketle, »Batıya umut bağlamak« gibi liberal hayallerden vazgeçilmelidir. İkincisi, açık faşist diktatörlüğe doğru hızla yol alan rejimin her türlü demokratik alanı kapatmakta olduğu görülerek, silahlı direnişi de yadsımayan bir antifaşist mücadele stratejisine geçilmelidir. Aynı zamanda, üçüncüsü, işçi sınıfı ve yoksul kesimler arasında kök salacak örgütlenmeye gidilmelidir. Dördüncüsü, ki bu Kürt Özgürlük Hareketine düşmektedir, özgürlük mücadelesinin önceliği Kuzey’e kaydırılmalıdır, çünkü Türkiye’deki rejim değişikliği Kürdistan’ın tüm parçalarındaki gelişmeleri doğrudan etkileyecektir. Beşincisi, Avrupa’daki devrimci-demokratik kurumlar tarihsel sorumluluğun ortaya çıkardığı meydan okumaya hazırlanmalıdırlar. Dahası var, burada noktalayalım.
Karşı karşıya olduğumuz süreç, söylemde değil, eylemde radikalliği gerekli kılmaktadır. Yoksa, yarın bugünleri dahi aratacaktır.
22 Temmuz 2017