“Büyük bir güç mü istiyorsunuz?
Size gösteriyorum: Hayal gücü!”[1]
Kim ne derse desin; köleliğin başlangıcı olarak korku bir cehennemdir; inançların temel kaynağıdır ve “Tanrıları yaratan korkulardır”![2]
Lucretius’un, “Korku tüm tanrıların anasıdır,” notunu düştüğü toplumsal ölçekli felaket, sistemin bireylere enjekte ettiği hayat hakkındaki yanlış kanaatlerden kaynaklanır ve ezilenlerin yaşamdan istedikleri şeyleri almalarına engel olur.
Baruch Spinoza’nın, “Nerede bir korku siyaseti güdülüyorsa, orada köleliğin en kötü biçimi vardır”; Erich Fromm’un, “Bir yanda güç, diğer yanda korku, her zaman irrasyonel otoritenin üzerine inşa edildiği payandalardır,” korku nefes almayı dahi imkânsızlaştırırken; insanlara boyun eğdirmek için vardır.
“Kendini beğenmişlik ve kibrin nedeni derin bir korku”yken;[3] egemene itaatsizliği cezalandırmak, özgürlüğü disiplin altına almak içindir iktidarın yaydığı korku hastalığı…
Ölmek bir şey değil, yaşamamak korkunçtur oysa; kolay mı?
“Bir ülkede sürekli yalanlar söylenmesinin vahim sonucu herkesin o yalanlara inanmaya başlaması değil, artık kimsenin hiçbir şeye inanmadığı bir iklim oluşmasıdır. Bu iklimde de istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz,”[4] korku sopasıyla…[5]
Miguel de Cervantes’in, “Üç devle savaşıyoruz: Adaletsizlik, korku ve cehalet!” betimlemesindeki tabloda düşünme yetimiz körel(til)miş ise başkaları bizim yerine düşünür/ dayatırken; Diyojen’in, “Size hayret ediyorum! Uyanık iken adım başı gördüğünüz kötü şeylere aldırış etmediğiniz hâlde, uykuda gördüğünüz hayali şeylerden korkuyorsunuz,” notunu düştüğü korku, cehaletle doğrudan ilintilidir.
Bu bağlamda “Her zaman en korkulan kişiler soru soran kişilerdir. En akıllı kişi, neyi bilmediğini bilendir.”[6]
Korkunun beyni yoktur; korkutulanın muhasebe yeteneği gasp edilmiştir; çünkü o düşündürmeyen, aptallaştırıp ehlileştiren bilgisizliktir; “Bilgisizlik her şeyden evvel korkudur, tedirginliktir,” sözündeki üzere Georges Bataille’ın…
Korkunun beslediği çaresizlik, bir yerden sonra insanı insan olmaktan çıkartıp acımasızlaştırırken; “Kötülüğün en korkutucu yönü, sıradan insanların sıradan seçimlerinde gizli olmasıdır.”[7]
* * * * *
“Her sınıflı toplumda, kapitalizm öncesinde de var olan insanın korkusuna kapitalizm, kendi doğası gereği olan korkudan korkuyu da eklemiştir...
Kapitalizmin kendi doğası gereği ürettiği korkudan korku olduğu gibi, kapitalizm öncesi ve dönemlerin ürettiği özgül korkular da vardır...
Bir önceki dönemin korkuları, bir sonrakine kalıt olarak devrederek sürmektedir... Kapitalizmin ürettiği korkudan korku, birikerek sermaye biçimine dönüşen artı-değerin doğasında gizlidir.”[8]
Evet, korkunun kapitalizmde de bir ekonomi-politik gerçeği vardır: Korku kapitalist sistem için hem sömürüyü sürdürmenin, hem de pazarı genişletmenin aracıdır. İlkini asker, polis, “devlete yardımcı” sivil güçler vb. marifetiyle gerçekleştirirken, ikinciyi önce korkuyu yaygınlaştırıp, ardından korkuttuklarına “güvenlik” pazarlayarak yapar: hırsızdan mı kokuyorsunuz? Kameralar, savunma silahları, güvenlikli siteler, alarm sistemleri emrinizde. Şişmanlamaktan korkuyorsanız eğer, diyet ürünlerimizi, spor salonlarımızı, zayıflatma merkezlerimizi deneyebilir, hastalanmaktan korkuyorsanız destek ilaçlardan faydalanabilir, yaşlanmaktan korkuyorsanız detoks, botoks, kırışık giderici, vb. ürünlerimizden satın alabilirsiniz vb. vb.
“Korku üreten bir toplumda, nörotik insanlarla nörotik olmayanları kesin olarak ayırmak mümkün görünmüyor. ‘Sağlıklı’ denen insanlar da, hastalıklı -yani, korkunun zorlamasıyla çıkan- karakter oluşumları taşıyorlar. Zaten toplumun tümü hastaysa, sağlıklı olmak, hastalıklı durumun ortalama ve bu yüzden de göze batmayan bir tarzı anlamına gelebiliyor. Kapitalist toplum, hasta bir toplumdur. Kapitalist toplumun ‘sağlıklı’ insanı, hasta oluşu dikkati çekmeyen biridir. Ne var ki, o, aslında sonuna kadar hasta, bozuk ve sakat bir insandır. Hastalığı topyekûndur ve her yerdedir…
“Dış zor, toplumsal zordur; her türlü nevrotik korkunun çıkış noktasıdır, ancak önce reel korkuyu üretir. Sonra bastırma yoluyla reel korku, bilinçdışı üzerinden bir dolambaç yapar ve nevrotik korku olarak tekrar meydana çıkar. Nevrotik korkuya, ‘konserve edilmiş reel korku’ demek de mümkündür, ancak bunun artık reel tehlikeyle bir ilişkisi kalmamıştır. Bu korku konservesi, insanların kendi bilinçdışı motoru olarak onları boyunduruk altına sokar. Egemenlik sistemi bununla, bireylerin en güvenilir temsilcisini bulmuştur…
“Bu nevrotik korkuyu canlı tutmak için, artık herhangi bir zorba güce gerek yoktur. Nevrotik insana, kimin güçlü olduğunu göstermek için küçük bir doz yetecektir. Demek ki, egemenlik ilişkilerini garanti altına alan kamu ceza sistemi, rahatlıkla biraz daha liberal davranabilir, polis copundan ve tüfek kurşunundan büyük ölçüde vazgeçebilir…
“Dış zorlamalar çok güçlü olmasa dahi, insanın kendisini iradesizce köle hâline getirmesinin nedeni korkudur. Korku, bu nedenle, ideal bir egemenlik aracıdır. İnsanların korkusuyla ordular kurulmaktadır. Korkan insan (ne kadar saçma ve canice de olsa), verilen bir emre kolay kolay karşı gelemez; çünkü emri veren, onun için, üstesinden gelinemez bir otorite olmaktadır. Böyle cümleleri, burjuva bilinci anlayamaz ve kavrayamaz…
“Korku hoş bir şey değildir ve bundan dolayı, derhâl korkuyu azaltacak ya da bertaraf edecek psişik mekanizmaları uyandırır. Korkuya karşı en genel savunma mekanizması, uyum sağlamaktır; daha açık söylemek gerekirse, toplumun güçlerine boyun eğmektir. Bu yolla korku, mükemmel bir egemenlik aracı olur. Uyum sağlamada çoğu kez baskıcı güçlerle bir özdeşleşme vardır. Baskıcılara yönelik yasaklanmış saldırılar, bu özdeşleşmede etkisizleşir ve yedek düşmanlara doğru yön değiştirir; korkunun özdeşleşme yoluyla azalması böyle olur…
“İnsan, gönüllü olarak boyun eğmez; haklarından ve ihtiyaçlarının karşılanmasından gönüllü olarak vazgeçmez. Onu, var olan egemenlik ilişkilerine uymaya götüren tek gerekçe, dıştan gelen zorun baskısıdır; bu, eskiden böyle olmuştur, şimdi de böyledir. Zor da, korkuyu doğurmaktadır. Bu durumda, egemenlik ilişkileriyle korku arasındaki bağlantı gayet basitleşmektedir: Egemenlik ilişkileri, ancak dıştan uygulanan zor yoluyla yürütülebilmektedir; zor da korku üretir…
“Birçok insan, karanlık ve kaçınılması mümkün olamayan bir korku içinde yaşar; bu korku, gözle görülür herhangi bir dış neden olmadan da hep öylesine vardır. Bu insanlar, görevlerini yerine getirmiş, güçlerinin yettiği her şeyi yapmış olsalar ve hiçbir dış otorite tarafından tehdit edilmeseler bile, yine de korkarlar…
“Ne zaman ki insan, meta fetişizmini iyice kavrar, toplumsal güçlerde kendi faaliyetini ve kendi gücünü yeniden bulur ve ne zaman ki, ‘yabancılaşmış bilinci’ni, ‘yabancılaşmanın bilinci’ne dönüştürmeyi başarır, işte o zaman kurtulabilir ve kendini toplumsal özne olarak yeniden tanıyabilir…”[9]
* * * * *
Çözüm: Devrimci praksisin korkudan korkmamak eylemliliğindedir.
O hâlde düşmanlarınızdan korkmayın, yapabilecekleri en kötü şey sizi öldürmektir. Oysa daha da kötüsü sizi korkutarak, süreğen bir ölüme mahkûm etmesidir. Unutulmasın en büyük cinayetler, korkaklığın sessiz rızalarıyla işlenendir; Jean Meslier’in, “İnsanlara korku saldılar. Korktuğunda, insanın muhakemesi artık işlemez; insan düşünemez, değerlendirme yapamaz,” sözleriyle ifade ettiği gibi…
Tam da bu noktada korktuğu/ korkutulduğu şeyleri yapabilen herkes korkuyu yener; korkuyu fethetmek, bilgeliğin başlangıcıdır.
Friedrich Schiller’in, “Korku başladığı andan itibaren korkmayı bıraktım.” “Ölümden korkmayan neden korksun?” betimlemesindeki üzere insan olmak ve kalmak, korkuyu bilip, ona boyun eğmeyerek yenene özgüdür. En önemlisi de korkuyu aşmadıkça insan(lık) için özgürlük yoktur.
Çünkü “Korku insanın gözünü kör eder”ken;[10] “Ezilenler özgürlüğe kavuşmaktan, ezenler ise ‘ezme’ özgürlüğünü kaybetmekten korkarlar,”[11] diye tarif edilen paradoksal tahterevallide; korkmayı reddedersen, seni korkutacak bir şey kalmaz. Yeter ki özgür olmaya cüret edilsin; “Korku kapıyı çaldı. Cesaret açtı. Kapıda kimse yoktu,” ifadesindeki üzere Stefano d’Anna’nın…
Evet, “Gerçek eğitim bilgiyi bilince dönüştürür ve kişinin davranışına farkındalık olarak yansır”ken;[12] “Ne kadar çok öğrenirseniz, o kadar az korkuyorsunuz.”[13]
* * * * *
Maksim Gorki’nin, “Başımıza ne geliyorsa, korktuğumuz için geliyor. Bizi yönetenler korkumuzdan yararlanıyorlar, bu daha da çok korkutuyor bizi,” vurgusunu hatırlatarak toparlarsak: Korkuya teslim olmadan, ona hükmederek yaşamayı göze almak özgürleşmenin ilk belirleyici adımıdır.
23 Ağustos 2024 17:16:31, İstanbul.
[*] İnsancıl Dergisi, Yıl:35, No: 412, Kasım 2024…
[1] Anooshirvan Miandji.
[2] V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998, s.24.
[3] Alain de Botton, Statü Endişesi, çev: Ahu Sıla Bayer, Sel Yay., 2008, s.31.
[4] Hannah Arendt, Totalitarizm-Totalitarizmin Kaynakları 3, çev: İsmail Serin, İletişim Yay., 2017
[5] “Korkutabildiğin kadar korkut, bütün burjuva basının sloganı bu. Her çareye başvurarak korku saç! Yalan söyle, kara çal, ama yeter ki korkut!” (V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.)
“Milyonlarca ve on milyonlarca insandaki alışkanlık gücü, en korkunç güçtür.” (V. İ. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2010, s.36)
“Hiçbir korkuluğu kurt suretinde yapmamışlar, ayı ve leopar gibi de yapmamışlar, zannederim ki insandan daha korkuncunu bulamamışlar.” (Thomas Hobbes.)
[6] Jostein Gaarder, Sofie’nin Dünyası, çev: Gülay Kutal, Pan Yay., 1996.
[7] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, çev: Özge Çelik, Metis Yay., 2017.
[8] Aziz Nesin, Korkudan Korkmak, Adam Yay., 1988
[9] Dieter Duhm, Kapitalizmde Korku, çev: Sargut Şölçün, Ayraç Yay., 2002.
[10] José Saramago, Körlük, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2022, s.136.
[11] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.42.
[12] Doğan Cüceloğlu, Korku Kültürü -Niçin ‘Mış Gibi’ Yaşıyoruz, Remzi Kitabevi, 2005, s.320.
[13] Julian Barne, Bir Son Duygusu, çev:Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yay., 2023.