Terör histerisinde her zaman olduğu gibi burjuva medyası meşum bir rol oynuyor. Hükümetlerin ve güvenlik bürokrasisinin filtrelenmiş bilgileri eleştirisiz haber kaynağı olarak kullanılırken, terörü ortaya çıkartan asıl nedenlerin üstü bilinçli olarak örtülüyor. Böylelikle ve hükümetlerden anayasal haklar ile BM Şartı’nı rafa kaldıracak »sert« tedbirler alınmasını talep eden yorumlarla kamuoyu algısı manipüle ediliyor.
Örneğin G20 zirvesinin yetersiz kaldığı ve »dünya liderlerinin« ivedilikle »teröre karşı savaş açmaları« gerektiği vurgulanıyor. Yani ilân edilmemiş, ama fiilen yürütülen Üçüncü Dünya Savaşının, bağımsız ülkelere yönelik müdahalelerin, işgallerin, sömürünün, cihatçı terörün ortaya çıkmasının asıl sorumlularından ve despotik yönetimlerden »çözüm« bekleniyor. Bu, keçiyi bahçıvan veya azılı kundakçıyı itfaiye şefi yapmak kadar anlamlıdır.
Hafta başında basına haber olan bir araştırma, sadece 2014’de dünya çapında toplam 32.658 insanın terör nedeniyle yaşamını yitirdiğini tespit etmiş. Londra’daki »İktisat ve Barış Enstitüsünün« araştırmasına göre, terör kurbanlarının sayısında 2013’e nazaran yüzde 80 artış söz konusu. »Terör Endeksi« 32.658 insanın yüzde 78’inin Afganistan, Irak, Nijerya, Pakistan ve Suriye’de yaşamını yitirdiğini tespit ediyor. 2014’de sadece Irak’ta on bin kişi terör nedeniyle yaşamını yitirmiş. Avrupa’ya akın eden mülteci kitlelerinin büyük çoğunluğunun bu ülkelerden geliyor olması demek ki bir tesadüf değil.
Buna rağmen AB hükümetleri savaş retoriğini sertleştiriyor ve savaş kışkırtıcılığına devam ediyorlar. Elbette bu, burjuva hükümetlerinin ve NATO gibi militarist kurumların karakteristik özelliğidir. Burjuva basınının karakteristik özelliği ise, manipülatif habercilikle burjuva sınıf tahakkümünü güçlendirmek ve »vatan cephesini« savaşa hazırlamaktır.
Gelinen aşamada iki ciddi tehlike söz konusudur: Birincisi vekâlet savaşlarının daha fazla yayılması ve bilhassa kapitalizmin merkez ülkelerinde emperyalist savaşlara geniş toplumsal rıza sağlanmasıdır. İkincisi ise, DAİŞ örneğinde olduğu gibi, dinin ve mezhepçiliğin ulus devletin kurucu ideolojisi hâline getirilmesidir. Eğer din ve mezhepçiliğin ulus devletin kurucu ideolojisi hâline getirilmesi yaygınlaşırsa, ki bunun emareleri görülmektedir, o zaman geçen yüzyılda yaşanan soykırımları gölgede bırakacak bir sürecin önü açılacaktır. Bu bağlamda Paris katliamı unutmaya fazlasıyla meyilli olduğumuz bir gerçeğin altını çizmektedir: »Ya sosyalizm, ya barbarlık!«.