Geride bıraktığımız iki yılı aşkın Pandemi süreci, asıl krizin “Corona-Krizi” olmadığını, aksine Pandemi ile dünya çapında şiddetlenen derin kapitalist kriz olduğunu kanıtladı. Dünyanın hemen her köşesinde egemen sınıflar, sınıfsal özlerine uygun biçimde Pandemiyi ve Pandeminin yol açtığı sonuçları sosyal ve demokratik hakların daha da budanması, krizlerin yarattığı yükleri çalışan sınıfların üstlenmesi ve sermayenin, bu durumda özellikle uluslararası ilaç tekellerinin kârlarına kâr katması için kullandılar, kullanmaya devam ediyorlar. Geniş kitleler güvencesiz çalıştırma, işsizlik ve yoksulluk sarmalı ile boğuşurken, tekeller sadece kârlarını artırmakla kalmadı, kamu bütçelerinden devasa desteklerle Pandemi sonuçlarını hafifletebildiler.
Kapitalist üretim tarzının ve emperyalist yayılmacılığın yapısal sonuçları olarak kalıcılaşan çoklu kriz ortamlarının yarattığı belirsizlik ve güvencesizlik süreçleri toplumsal sınıfları farklı biçimlerde baygınlığa itti. Bu baygınlık geniş halk kitlelerini, öncülük rolünü üstlenebilecek güçlerin zayıflığı nedeniyle de teslimiyet ve yılgınlık psikolojisi ile ırkçı-faşist, milliyetçi-bağnaz dinci yaklaşımların esareti altına sokarken, egemenleri daha otoriter, daha baskıcı, daha militarist yanıtlara yöneltti.
Kapitalist krizler emperyalizmi, özellikle Alman emperyalizmini her zaman hem içeride hem de dışarıda daha saldırganlaştırır. Bunun en yakın örneğini Alman emperyalizminin – bu sefer daha rafine davranabilen Scholz hükümeti ile – Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin ABD ve NATO birlikleri ile kuşatılmasına ısrarlı biçimde katılmak istemesinde görmekteyiz. NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesi, Karadeniz’in NATO denizi hâline getirilme çabaları, artan askeri tatbikatlar ve nükleer füzelerin “Moskova’ya beş dakikalık mesafeye” konuşlandırılmaları bu artan saldırganlığın kanıtlarıdır.
Artan saldırganlığın ideolojik temelini, karşı devrimden otuz yıl sonrasında bile, hâlâ antikomünizm oluşturmaktadır. Komünist partiler tüm güçsüzlüklerine ve hatalarına rağmen hâlâ egemen sınıfların uykularını kaçırmakta, ellerindeki tüm şiddet tekeline rağmen antikomünist propagandayı sürdürmelerine neden olmaktadır. Üniversiteleri, burjuva medyası, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve hükümetlerce finanse edilen enstitüleriyle rövanşizmi körüklemekte, tarihi yeniden yazmaya, Alman faşizmi ile Sovyetler Birliği’ni aynılaştırma yalanını yaymaya devam etmektedirler.
Nükleer silahlanmayı, emperyalist yayılmacılığı ve işgalleri “insan haklarını koruma ve demokrasiyi tesis etme” demagojisiyle gerekçelendirirken, otoriter rejimleri ve diktatörlükleri desteklemeye, Ukrayna’daki faşizan rejimi saldırganlıkları için kullanmaya ve her türlü kapitalizm eleştirisini ve Filistin halkı ile dayanışmayı “antisemitizm” olarak karalamaya devam etmektedirler.
Tüm bunların temel nedeni egemenliklerini kaybetme korkusudur. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünyanın olanaklı olduğu, üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve işçi sınıfı iktidarının devrimle kurulmasıyla tüm insanlığın Güneşli Dünyaya olan yolculuğunun başlayacağı gerçeği ve bu uğurda verilen mücadelenin bugün ve burada özgürleştirici, kurtuluşçu ve eşitleyici etkileri olacağının hâlâ söyleniyor olmasıdır onları korkutan.
Ellerindeki tüm ekonomik, mali, askeri ve bürokratik güce, her türlü baskı ve şiddet mekanizmasına, ehlileştirebildikleri sendikal harekete ve devasa medya aygıtına rağmen en ufak bir sosyalizm esintisi paniğe kapılmalarına neden olmaktadır. Burjuvazi, kimi “solcunun” unuttuğu gerçeği, “neyin ne olduğunu söylemenin en devrimci eylem” olduğunu çok iyi bilmektedir. Korkusu ondandır. O yüzden tüm gücüyle antikomünizm silahına sarılmaktadır.
Geride bıraktığımız yıl da bunu teyit etmiştir. Demem odur ki sevgili okur, enseyi karartmanın, umudu yitirmenin tek bir maddi nedeni yoktur. Yeter ki neyin ne olduğunu söyleyenler bunu söylemekten ve değişim için mücadele etmekten vazgeçmesin.