Polis şiddetinin salt yoksullara karşı değil, sistem için tehdit oluşturan durumlarda orta katmanlara ve varlıklılara dahi yönelebileceğini kanıtlayan 2013 Haziran Direnişinin yıldönümünde Okyanus ötesinden yeni şiddet haberleri geldi. Tesadüfen orada bulunanların çektikleri görüntüler, siyah Amerikalı George Floyd’un bir beyaz polis tarafından nasıl katledildiğini gösteriyor. Görüntüler sosyal medyaya düşmeseydi, muhtemelen bu olay »bir suçlunun mukavemetine karşı gösterilen ölçülü polis yaptırımının talihsiz sonucu« diye, sıradan bir vaka gibi lanse edilecekti – aynı her sekiz saatte bir siyah Amerikalının beyaz polislerce katledildiği, ama genelde TV ekranlarına yansımayan olaylarda olduğu gibi.
Görüntülerin sosyal medyada yayılması üzerine, sadece ABD’de değil, dünyanın hemen her tarafında olayı kınayan açıklamalar yapıldı. Açıklama ve protestolarda öne çıkan »ırkçılık eleştirisi«. Elbette siyah Amerikalıların protestoları sosyal sorunları da ele alıyor, ancak meseleyi salt ırkçılık olarak ele alanların sayısı az değil. Buna karşın polis şiddeti sonucu ölenlerin sayıları daha farklı bir arka plana işaret etmektedir. Basında yer alan bilgilere göre 2019 yılında ABD’de 1.099 kişi polis şiddeti sonucunda yaşamını yitirmiş. Ölenler arasında siyah Amerikalıların oranı son derece yüksek. Sadece bu yılın ilk üç ayında 31 siyah Amerikalı katledildi. Peki, 2013-2019 yılları arasında orantısız şiddet kullanımı nedeniyle mahkûm edilen memur oranı ne kadar? Mahkemeye sevk edilenlerin yüzde biri kadar!
Kamuoyuna yansıyan polis şiddeti buz dağının görünen tepesinden ibaret. Ama bu bile burjuva medyası tarafından rafine bir kurgu ile polis şiddetinin münferitleştirilmesi, haklı protestoların ise »göstericilerin şiddeti« olarak karalanması için enstrümantalize edilmektedir. Nüfusun çoğunluğunu siyah Amerikalıların oluşturduğu kentlerdeki aşırı polis şiddeti, yaygın yoksulluk, yüksek düzeydeki işsizlik oranları, güvencesizlik, aşırı sömürü ve adaletsizlik gibi toplumsal hoşnutsuzluğu yaratan ve tabii ki kapitalizme içkin olan temel sorunlara hiçbir şekilde değinmeyerek, temel nedenlerin üstü örtülmektedir. Buna karşın sömürüye, kurumsal ayırımcılığa ve ırkçılığa maruz bırakılan ve bilinçli olarak kriminalize edilen yoksul siyah Amerikalı nüfusa »kültürel olarak şiddet yatkınlığı« teşhisi konularak, içinde bulundukları yoksulluktan kendilerinin sorumlu oldukları telkin edilmektedir.
Irkçılık ve kapitalist sömürünün bütünselliği
On yıllardır ve bilhassa 1990 sonrasında artarak devam eden olaylar silsilesi ırkçılık ile kapitalist sömürünün bütünselliğini sağlayan tarihsel sürekliliği kanıtlamaktadır. Yakından bakınca şunları görebiliriz: 1990 sonrası emperyalist-kapitalist dünya düzeni içerisinde hızlanan süreçler, özellikle büyük alanların sanayisizleştirilmesi, yoksullaşmayı yaygınlaştırarak, katmerleştirdi. Bu yapısal ekonomik değişimler genellikle kalifiyesiz işçi olarak çalıştırılan siyah Amerikalıların kitlesel işsizliğe itilmelerine neden oldu. Yoksullaşma ve yaygın işsizlik özellikle genç nüfusu etkiledi ve organize suçlar ile uyuşturucu ticaretinin artmasını sağladı.
Bu gelişme ise hem kapitalist sömürünün farklılaşarak derinleşmesine hem de kent yönetimlerinin otoriterleşmesine malzeme oldu. »Uyuşturucu ticareti ile savaş« kisvesi altında polis teşkilatları militaristleştirildi ve özgürlükleri rafa kaldıran tedbirler yaygın bir biçimde uygulamaya sokuldu. Aynı zamanda hapishaneler özelleştirilerek, müthiş bir özel güvenlik ve hapishane sanayii oluşturuldu. Mahkemeler en ufak suçlar için dahi uzun hapis cezaları vermeye başladı.
Bugün hapishanelerde tutulan hükümlülerin ezici çoğunluğunu siyah Amerikalılar oluşturmaktadırlar. Siyah Amerikalılar, daha doğrusu »siyah beden« böylelikle bir anlamıyla metaya dönüştü. Kapitalist sömürünün farklılaşması tam olarak burada karşımıza çıkmaktadır: bir tarafta kalifiyesiz işçilerin kitlesel işsizliği istihdam edilmiş işçiler üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılırken, diğer tarafta üretim dışında bırakılan işgücü, yani siyah beden üzerine kurulan tasarruf yetkisi sayesinde devletin sübvanse ettiği hükümlü olarak artık değer üretmektedir. Hapishane sanayii otoriter yönetim, polis şiddeti ve mahkemelerin sert ceza kararlarının desteğiyle metalaşan siyah beden üzerinden özel sermaye birikimi sağlamaktadır. Siyah Amerikalıların genelleştirilmiş suçlular potansiyeli olarak görülmesini sağlayan ırkçılık ise bu bağlamda hapishanelerde tutulan siyah beden sayesinde elde edilen birikimin sürekliliği için vazgeçilmez bir araç hâline gelmiştir. ABD’ndeki ırkçılık önemli ölçüde siyah bedenin metalaştırılmasının aracıdır.
Tarihsel süreklilik bununla birlikte yaşamın her alanının piyasalaştırılması, yaygın özelleştirmeler ve neredeyse yaşama dair her şeyin metalaştırılması süreci için de geçerlidir. Örneğin siyah nüfusun yoğun olarak yaşadığı mahalleler bir tarafta giderek yoksullaşırlarken, diğer tarafta da hem belediye hizmetleri özelleştirilmekte hem de mahalledeki kentsel dönüşüm tedbirleriyle özel sermaye için yeni rant alanları açılmaktadır. Böylelikle doğrudan devletin desteğiyle özelleştirilmiş sağlık ve belediye hizmetleri üzerinden büyük tekellere kâr olanakları, değiştirilen imar planları üzerinden büyük inşaat tekellerine ve siyah nüfusa yönelik kriminalizasyon ile de özel güvenlik ve hapishane şirketlerine rant kapıları açılmaktadır. Siyah nüfus yoksullaştırılarak, eğitimsiz ve işsiz bırakılarak suç batağına itilmekte ve böylece sürekli yeniden üretilen metalaştırılmış siyah beden ordusu yaratılmaktadır. Bu durum, klasik burjuva toplumu değerleriyle dahi ele alındığında, siyah Amerikalılar özelinde farklılaşan kapitalist sömürünün tam anlamıyla sapık bir biçim aldığını kanıtlamaktadır.
İşte ABD’nin çeşitli kentlerinde bugüne dek meydana gelen olaylar bir yanı ile bu metalaştırılmaya – büyük ölçüde bilinçsiz – karşı çıkıştır. Maruz bırakıldıkları kötü muamele ve açık ırkçılığa karşı duyulan derin öfkenin kendiliğinden protesto eylemlerine ve bunların kimi noktalarında otoriteye karşı şiddete dönüşmesi de, doğal bir gelişmedir. Burjuva medyasının protesto eylemlerini genel şiddet olayları olarak göstermesini ise, siyah bedenin metalaştırılmasını meşru kılma ve bunun için gerekli olan kriminalizasyonu haklı çıkarma çabası olarak okumak gerekmektedir.
Kapitalizmle birlikte modern köle ticaretinin hızla yayıldığı Amerika kıtasındaki ve özellikle ABD’ndeki kapitalist sömürü ve ırkçılığın bütünselliği, yüzyıllardır kesintisiz devam eden tarihsel süreklilik göz önünde tutulduğu takdirde anlaşılabilir olacaktır. Gerçi köle ticareti, yani insanın meta olarak alınıp satıldığı sistem uzun süre önce aşıldı, ama ırkçılık ve ırkçı baskı ABD’deki kapitalist egemenliğin en önemli sütunlarından birisi olarak var olmaya devam etmektedir. Irkçılık ABD’de sistematik ve yapısaldır. Irk profili gerek polis ve hukuk kovuşturmalarında, gerekse de özel ve kamu istihdamında merkezi bir rol oynamakta, siyah Amerikalılar ortalamanın iki ya da üç katı işsizlik ve yoksulluk altında ezilmekte, buna karşın beyaz Amerikalılara nazaran çok daha yüksek cezalara çarptırılmaktadırlar. Siyah Amerikalıların bu toplumsal gerçeği ABD işçi sınıfının örgütsüz ve bilinçsiz kalması ve böylelikle de burjuvazinin sınıf tahakkümünün devamı için temel koşullardan birisidir.
Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin öncü gücü ABD’deki ırkçılık ile diğer kapitalist ülkeler ve emperyalist merkezlerde de yaygın olan ırkçılık arasındaki özgün fark, siyah bedenin metalaştırılmasıdır. Her ne kadar Avrupa’da da hapishanelerin ve kamu güvenliği araçlarının özelleştirilmesi tartışılsa, hatta proje amaçlı kimi yerlerde gerçekleştirilmiş olsa da Avrupa’daki kapitalist sermaye birikimi ABD’deki gibi bir sömürü biçimine – şimdilik – gereksinim duymamaktadır. Ancak Avrupa’da da kapitalist sömürü ve ırkçılık mekanizmaları iç içe geçmektedir. Göçmen ve mültecilerin kriminalize edilmeleri, güvenlik aygıtının özelleştirilme çabaları, temel görevi mültecilerle mücadele olan sınır rejimlerinin oluşturulması, göçmen ve mültecilerin sosyal kısıtlamalar ve antidemokratik uygulamalar için günah keçisi olarak araçsallaştırılmaları, sistematik kurumsal ayırımcılıklar ve yapısal ırkçılık günümüz Avrupa’sının gerçeği olmuşlardır. Göçmen ve mültecilerin varlığı, Avrupa işçi sınıfını bölmek, toplumsal direnç mekanizmalarını kırmak, neoliberal tedbirleri dayatmak ve iç ve dış politikanın militaristleştirilmesini sağlamak için malzeme olarak kullanılmaktadır. Mültecilerin barındırılması özelleştirilerek, yeni sermaye birikim olanakları yaratılmakta ve »siyahi bedenler« Avrupa’da da metalaştırılmaya hazır hâle getirilmektedirler. Akdeniz’deki binlerce mülteci cesedi bu politikanın bir sonucudur.
George Floyd sadece ırkçı bir beyazın kurbanı olmadı. Asıl katili kapitalist sömürü mekanizmalarıdır, egemen sınıflardır. Çünkü burjuvazi cesetler üzerinde yürümeye alışıktır. Böyle olunca Marx’ı anımsamamak mümkün mü?
Karl Marx Das Kapital’in birinci cildinde sanayici kapitalistin doğuşunu açıklarken, bölümü »Eğer para, Augier’e göre “bir yanağında doğuştan bir kan lekesi olduğu halde dünyaya geliyor”sa, bu durumda sermaye tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış olarak gelir« cümlesiyle bitirir ve T. J. Dunning’ten bir alıntıyı dipnot olarak verir: »Sermaye kargaşalıktan ve kavgadan kaçar ve ürkek bir tabiata sahiptir. Bu, çok doğru olmakla birlikte, gerçeğin tamamı değildir. Sermaye doğanın boşluktan dehşet duyması gibi kâr olmaması ya da çok az kâr olması halinde dehşete kapılır. Uygun bir kâr olsun, aslan kesilir. Yüzde 10’luk emin bir kârla her işe girişir; yüzde 20 ile canlanır; yüzde 50 ile cesareti mutlaklaşır; yüzde 100 ile bütün yasaları ayakları altına alır; yüzde 300 içinse işlemeyeceği suç yoktur, asılmayı bile göze alır. Kargaşa ve kavga kâr getirsin, bunların ikisini de teşvik eder. Kanıt: kaçakçılık ve köle ticareti.«Floyd’un katledilmesi Marx’ı bir kez daha haklı çıkardı. Marksistler olarak bizim çıkarmamız gereken ders ise, sınıf kinimizi körükleyerek daha fazla Leninci olmak değil midir?
28 Mayıs 2020