Son haftalarda canhıraş bir çabayla yaratmaya çalışılan »yedi düvele direniyoruz« resmi çok açık bir şekilde, korkunun iliklerine kadar işlediğini kanıtlıyor. Bilim insanı veya hukukçu oldukları iddia edilen kimi salya yalayıcıları, TV’lerdeki tüm uğraşlarına rağmen, sağ seçmeni dahi tam ikna edemiyorlar bir türlü. AB ile sözde çekişme de bir işe yaramıyor doğrusu. Monolitik bir »Evet« cephesi oluşturulamadı daha. Gerçi diplomaside lağım söyleminin bir ötesi savaş ilânıdır, ama söylem düzeyindeki gerginlik daha sürecek gibi.
Mantıklı bir bakış açısıyla irdelendiğinde, AKP rejiminin irrasyonel davrandığı düşünülebilir. Yanılmamak lazım. F. Almanya ve Hollanda ile girişilen ağız dalaşı aslında son derece rasyonel ve soğukkanlı bir senaryo. Hoş, senaryonun öngörüleri henüz gerçekleşmedi, ama senaryoya bağlı kalarak yola devam edilmesi, umutlarını kaybetmediklerine işaret ediyor – ya da başka yolları kalmadığına.
Bu sıkça kullandıkları »faşist« söylemi için de geçerlidir. Halbuki bu tanımlamaya en yakın olanlar kendileri. Bir kere siyaset bilimi yakın ortak MHP’yi, ideolojisi ve programı nedeniyle neofaşist kategorisinde görür. »9 Işık Doktrini« MHP’nin »milliyetçi-toplumcu«, yani nasyonal-sosyalist ideolojisinin çerçevesidir. Dahası, bizzat Alparslan Türkeş 28 Temmuz 1978’de Avrupa’daki »ülküdaşlarına« yazdığı »genelgede« Almanya Yürütme Kurulu başkanlığının »NPD ile partimiz arasında kurulu işbirliğinden, onların tecrübe ve yöntemlerinden Genel Merkezce gönderilen talimatlara istinaden yararlanılması« emrini vermişti. Kısacası, neofaşist MHP her zaman tekelci burjuvazinin istediği gibi kullandığı bir »sistem stepnesi« olmuştur – aynen bugün olduğu gibi.
Peki, ya hükümetin uygulamalarına ne demeli? İnsanlık dışı kirli savaş yöntemlerini bir yana bırakalım, yürürlükteki yasaların uygulanış biçimleri, OHAL ve KHK’lar, devlet şiddetinin keyfiliği, komşu ülkelere yönelik militarist saldırganlık, »Düşman Ceza Hukuku«, zaten kısıtlı olan temel hak ve özgürlüklerin saf dışı bırakılması, devlet bütçesinin kontrolsüz kullanımı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin rafa kaldırılması vs. – tüm bunlar, tam karşılaştırılamasa da, 1933 Almanya’sı ile müthiş benzerlikler taşımıyor mu? Ve bu gerçeği emperyalist partnerler görmüyor mu?
Emperyalizmin, faşizm veya diktatörlüklerle sorunu olmaz. Stratejik, politik ve ekonomik çıkarları zedelenmediği müddetçe, en gerici rejimlerle işbirliği devam ettirilir. Asıl önemli olan ilgili ülkedeki rejim değil, ülkenin konumudur çünkü. Ta ki, işte, ta ki yaşamsal çıkarlar tehdit altına girene dek. İşte o zaman, gerçekten halka dayanan iktidarların olmadığı ülkelerdeki egemenlerin sonu yakındır. İşte o zaman, muktedirler kaçacak delik ararlar. Seçimlerde yüzde 55 – 60 destek bulsalar da, yayından çıkan oktan kurtulamazlar. İşte tam o zaman dua etmelidirler: »sonumuz hayırlı olsun, diğer despotlara benzemesin« diye. Varsa kalan akılları, kendilerini halkların mahkemesine bırakırlar. Çünkü ancak orada gerçek adaleti bulabilirler. Önlerine gelene »faşist« diyene kadar, faşistlerin sonunu düşünseler, kendi hayırlarına olur.
18 Mart 2017