Federal Parlamento seçim sonuçlarının gösterdikleri üzerine
2017 Federal Parlamento seçimleri, seçim sonucu çok önceden belli olan ender seçimlerden birisi olarak tarihe geçecek gibi gözüküyor: Konrad Adenauer ve Helmut Kohl’ün ardından üç dönemden fazla Şansölyelik yapacak olan kişi belliydi. Angela Merkel, ki seçim kampanyası boyunca bu gerçeğin getirdiği rahatlıkla hareket etti, en az iki yıl daha Şansölyeliğe devam edecek. En az iki yıl,çünkü şu anda tek alternatif olarak görülen ve »Jamaika-Koalisyonu« olarak adlandırılan CDU/CSU, FDP ve Yeşiller hükümeti, doğumuyla birlikte bazı genetik rahatsızlıklarla boğuşacak. FDP ve Yeşiller hükümet ortağı olabilmek için her türlü taklayı atmaya hazırlanırlarken, kardeş partiler CDU ve CSU arasında »muhafazakârlık« sürtüşmeleri söz konusu olacağa benziyor. Seçimlerin bir diğer belli olan sonucu, yani ırkçı AfD’nin iki haneli bir oy oranıyla parlamentoya gireceği varsayımı da teyit edildi. Böylece F. Parlamentoda CDU, CSU, SPD, FDP, Die Linke, Yeşiller ve AfD ile yedi parti ve altı meclis grubu temsil edilecek. Ancak 2017 seçimlerini hakkıyla analiz edebilmek için parti sayısı, seçmen oranları ve oy dağılımın ötesindeki bazı sonuçlarını irdelemek gerekiyor.
Irkçı, milliyetçi ve açık faşist güçlere kapılarını açan AfD’nin üçüncü büyük parti olması bir tesadüf değil. Ama öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Oy dağılımı »ırkçı partileri modernleşmenin kaybedenleri seçiyor« iddiasını çürütmüştür. AfD, gelir düzeyi ortalama ve ortalamanın üzerinde olan kesimlerden oy aldı, öyle iddia edildiği gibi yoksullardan değil. AfD’nin yüzde 13’e yakın oy alması, 1980’li yıllardan beri yapılan ve F. Alman toplumunun yüzde 15’e yakın bir kesiminin ırkçı, Alman milliyetçisi ve faşizan görüşlere sahip olduğunu tespit eden »SİNUS-Araştırması« ile örtüşmektedir. AfD seçmenleri için sosyal adalet, eşitlik, demokrasi ve barış gibi konular belirleyici değildir. Büyük bir bölümü ırkçıdır, milliyetçidir ve hatta faşisttir. Bu kesimler gökten zembille inmedi tabii ki, önceden de F. Alman toplumundaki bir azınlık olarak varlıklarını sürdürüyorlar, kimi zaman CDU/CSU’ya veya aşırı sağcı-faşist partilere oy veriyorlardı. Holocaust sonrasında F. Alman burjuvazisinin de kabul etmek zorunda bırakıldığı »demokratik konsensüs« nedeniyle dışlanabilecekleri korkusuyla görüşlerini açıkça ifade edemiyorlardı. Bu durum değişti. Şimdi hem eyalet parlamentolarında, hem de Federal Parlamentoda tarih rövanşisti, milliyetçi ve ırkçı görüşlerini ifade edebilecek, hatta parti finansmanları sayesinde toplumsal etkilerini genişletebilecek olanaklara kavuşacaklar.
Bu, beklenmeyen bir gelişme değildi ve 2013’deki seçimlerde kıl payı Federal Parlamentoya giremeyen AfD’nin eyaletlerdeki başarıları, bugünü dünden işaret ediyordu. Aslına bakılırsa fenomen olarak AfD’nin önünü açan, güçlenmesini sağlayan bizzat büyük koalisyon ve uyguladığı neoliberal politikalardır. O açıdan AfD neoliberalizmin öz evladıdır denilebilir. Ve tam da bu nedenle neoliberalizme hizmet edecek olan yeni bir siyasî formasyon olarak, sermaye lehine olan politikalara toplumsal rızanın oluşturulmasında önemli roller üstlenecektir.
Merkel’in başarısı mı?
F. Almanya’nın, Avrupa’nın en rafine ve en gerici emperyalist gücü olarak dünya çapındaki krizlerin kazananı olması, AB’ni kendi iç pazarına dönüştürmesi ve ihracata dayanan bir iktisat modelini sürdürmesi, ekonomik getiriler ve zenginleşme olarak geri döndü. Her ne kadar zenginleşme dağılımı son derece adaletsiz olsa da, F. Alman toplumu diğer Avrupa burjuva toplumlarına nazaran daha yüksek bir refah seviyesini hissedebildi. AB üyelerine ve komşu ülkelerine yönelik ekonomik ve politik dayatmaların yol açtığı kârlılık, hissedilen ve reel refah düzeyinin toplumsal sınıf ve katmanlar arasında »Almanya’nın artan gücü« olarak algılanmasına yol açtı ve akabinde bunun devamı için »istikrarın sürdürülmesinin zorunlu olduğu, istikrarın ise sadece Merkel ile sürdürülebileceği« görüşü, burjuva medyasının da pohpohlamasıyla yaygın görüş hâline getirildi.
Gene de kitle bilincinde, özellikle bağımlı çalışan sınıfların bilincinde çelişkiler mevcut. Sosyal devlet anlayışının erozyonu, esnekleştirmeler, güvencesizleştirmeler ve gelecek korkusu bilhassa Doğu eyaletlerindeki insanları yaşam perspektifleri konusunda büyük tedirginliklere itti. Bu tedirginlik ve güvencesizlik ise özellikle seçimlerden uzak kalan ve yerleşik partilere güvenmeyen kitleleri seçim sandıklarına yönlendirdi. CDU/CSU ve SPD’nin oluşturduğu »Büyük Koalisyonun« politikalarına karşı çıkan Doğu seçmeni, sonucunda kendilerine dönecek olan sosyal-gerici, bölücü ve ırkçı AFD politikalarına kandılar. Yoksul olmayan, ama yoksulluğa düşme korkusu yaşayan, refah şovenisti bu kesimler, AfD’ye oy vererek, CDU/CSU ve SPD’ye sağ çizgiye gelmeleri için baskı oluşturduklarını düşünüyorlar.
Toplumsal iklimin, göçmen ve mülteciler politikası sayesinde böylesine sağa kayması, ekonomik, politik ve sosyal sorunların asıl nedenlerinin sorgulanmamasına, sermaye sahiplerine yarayan politikaların desteklenmesine ve antidemokratik istemlerin ön plana çıkmasına neden oldu. Bu gelişme, her ne kadar CDU ve CSU’nun da oy kaybetmesine neden olsa da, uzun vadede bu partilerin politik çizgisinin güçlenmesine neden olacak. Çünkü hükümette ortak olacakları FDP ve Yeşiller, defalarca neoliberal tedbirleri ve emperyalist saldırganlığı destekleyeceklerini gösterdiler. Sonucunda ise, oy kaybetmiş olmasına rağmen, seçimin galibi, F. Alman tekelci burjuvazisinin baş temsilcisi olan Merkel oldu.
Toplumsal ve siyasî »sol«
Seçimlerin beklenen bir diğer sonucu da, burjuva toplumunun »solunun« yolun sonuna geldiği gerçeğidir. Bir zamanların kitle partisi olan SPD, muhafazakârları taklit ederek, orijinalin yanındaki kötü kopya hâline gelmiş, etkisi altında tuttuğu büyük sendikal hareketin sermayenin ortağı olmasına ve bu nedenle de toplumsal direnç mekanizmalarının kırılmasına neden olmuştur. SPD, Ajanda 2010 ve Hartz Yasaları gibi sosyal kıyım politikaları ile F. Alman toplumunda geniş kesimlerin kitlesel yoksulluğa itilmesine neden olmuştur. Dahası, 1945 sonrasında F. Alman ordusunun ilk kez yurt dışında savaşlara katılmasını olanaklı hâle getirmesiyle, F. Alman emperyalizmine büyük bir hizmet sunmuştur. SPD’nin bu denli zayıflamasının temel nedeni, bu politikaları ve neoliberal cephenin bir bileşeni olmasıdır. 1949’dan bu yana en kötü sonucu alan SPD bundan sonra Federal Parlamentoda AfD’nin »ana muhalefet« olmasını engelleme göreviyle başa çıkmak zorundadır. Muhtemelen SPD yönetimi muhalefete geçerek ve »sosyal retorik« kullanarak yaralarını sarabileceğini düşünmektedir. Ancak söylemdeki »sosyallik«, uygulanan neoliberal tedbirlere ve emperyalist yayılmacılığa destek ile retorikten ibaret kalacaktır. SPD’nin bugüne kadarki pratiği, savaşlara ve sosyal hakların daha da budanmasına karşı geniş bir toplumsal muhalefet oluşturmasına köstek olacağına işaret etmektedir. Sonuç itibariyle SPD’nin, egemen sınıfların yanında duran ve emperyalist bir ülkenin sosyal demokrasisi olarak, sermaye lehine toplumsal rıza kazandırmanın haricinde bir etkisinin olmayacağı şimdiden söylenebilir.
SPD’nin bu durumu ve ekolojik-liberal Yeşillerin hükümet ortağı olma arzuları, Die Linke içinde »hükümet sosyalistlerince« ifade edilen, hatta arzulanan »kırmızı-kırmızı-yeşil« ittifakının bir hayalden ibaret olduğunu kanıtlamaktadır. Die Linke, kuruduğundan bu yana ikinci büyük oy oranına kavuşmasına rağmen, ana muhalefet konumunu kaybetti ve görüldüğü kadarıyla bu yasama döneminde SPD ve AfD’nin parlamento gündemini belirleyecek olmaları nedeniyle hayli zorluk çekecek. Die Linke’nin reformist hayallerden kurtulup, sokağı harekete geçirememesi durumunda, sadece parlamenter çalışmalarla etki alanını genişletemeyeceğini de şimdiden söylemek olanaklıdır.
Die Linke’nin oy oranını artırması, ama özellikle Batı eyaletlerinde seçim barajının çok üstünde oy alması, gelecek açısından bazı umutlar vermektedir. Batı eyaletlerindeki bu başarı, Doğu eyaletlerinde »devlet partisi« olma görünümü nedeniyle gölgelense de, Batı’daki nüfus yoğunluğu uzun vadede Die Linke’nin Doğu eyaletlerinde kaybettiği oy oranlarını kompanse etmeye adaydır. Artık farklı sınıf ve katmanlardan oy alabilen Die Linke partisi, hâlâ sosyal demokrat görüşte olanlar için de bir alternatif olabilecek seviyeye geldi. Ancak farklı sol akımları içinde barındıran Die Linke’nin bir sınıf partisi olmaktan ziyade, sol-liberal / sol-sosyal demokrat bir parti olarak yoluna devam etmesi beklenebilir.
Seçimlere katılan DKP ve Internationalistische Liste/MLPD gibi komünist partilerin aldığı toplam 50 bin civarında oylara bakıldığında, bu sayının son derece düşük olduğu düşünülebilir. Ancak verilen bu oy oylar politize olmuş kesimlerin bilinçli verdiği oylardır. Gerek DKP’nin gerekse de MLPD’nin seçim afişleri, belki de işçi sınıfı, ezilen ve sömürülenler açısından en doğru, en radikal talepleri içeren sloganlar taşımaktaydılar. Bir »antikomünizm ülkesi« olan F. Almanya’da, kutuplaşmanın ve ırkçılığın had safhaya ulaştığı, toplumsal parçalanmanın derinleştiği bir ortamda komünist partilerinin aldıkları bu oy oranı, açıkçası hiç küçümsenmemelidir.
Seçim sonuçları dış politikayı nasıl etkileyecek?
Gerek neoliberal cephedeki burjuva partileri, gerekse de ırkçı AfD F. Almanya’nın militarist, saldırgan ve yayılmacı bir dış politika izlemesi gerektiğini savunuyorlar. Oluşturulması olası olan »Jamaika-Koalisyonu« başta Rusya’ya karşı olmak üzere, AB içerisinde ve komşu coğrafyalarda F. Alman sermayesinin çıkarlarını kollamak, emperyalist paylaşımdan daha fazla pay alabilmek ve bilhassa enerji kaynakları üzerinde hakimiyet kurabilmek amacıyla daha yaptırımcı ve müdahaleci bir politika izleyecektir. Türkiye ile yaşanan »kriz« görüngüsünün ise F. Alman sermayesinin lehine sonuçlanacağını beklemek yanlış olmayacaktır. Çünkü Türkiye, stratejik konumu ve işbirlikçi egemen sınıflarıyla her zaman olduğu gibi, F. Alman emperyalizminin vazgeçemeyeceği bir önem taşımaktadır. Silah üretiminde, askerî-sınaî komplekslerin işbirliğinde, ekonomik ilişkilerde ve AKP-Saray-Rejiminin muhalefete yönelik politikalarındaki örtüşmede değişiklik olmayacağı gibi, Merkel-Erdoğan yönetimlerinin daha sıkı bir ilişki içerisine girebileceği öngörülebilir. Yeni Federal Hükümetin Ortadoğu politikalarında »Kürt dostu« bir çizgi izleyeceğini veya İran, Irak ve Türkiye egemen sınıflarına karşı Kürt hareketlerini önceleyeceği beklentisini, ham hayal olarak nitelendirmek doğru olacaktır. Çünkü F. Alman emperyalizmi için belirleyici olan demokrasi, azınlık ve insan hakları değil, sermaye çıkarları, stratejik hedefler ve sömürü koşullarının sürdürülebilirliğidir.
Sonuç itibariyle AB’nin patronu, dünya ihracat şampiyonu ve »Global Player« adayı, malî ve iktisat krizlerinin kazananı olan bir emperyalist ülkede yapılan parlamento seçimleri, toplumsal ve siyasî solun zayıf olduğunda beklenilebileceği gibi, egemen sınıfları güçlendirmiştir. Genel olarak muhafazakâr ve sağ partilerin güç kazandığı, Yeşiller ve FDP ile liberal güçlerin desteğine sahip oldukları ve burjuva toplumunun »solunun« daha da zayıfladığı bir döneme giriyoruz. Merkel yönetiminde kurulacak olan yeni hükümet – ki, hangi konstellasyonda olursa olsun –, ırkçı sağın baskılarını iç ve dış politikada sertleştirmelere giderek hafifletmeye çalışacak, militarizm ve yayılmacılığa hız verecek, sermaye lehine olan politikaları derinleştirecek ve sosyal haklar ile çalışma ve ücretlendirme koşullarında kötüleştirmeler gerçekleştirecek, yani esnekleştirme, özelleştirme ve düzensizleştirmelere devam edecektir. Göçmen ve mülteciler ise yeni yasama döneminde de, korku toplumuna dönüşmüş olan F. Alman refah toplumunu yönetmek için gerekli olan günah keçisi rolünden kurtulamayacaklardır.
Seçimleri hangi partinin en fazla kazandığı, hangi partinin hangi partiden daha fazla oy devşirdiği konusunda ayrıntılı tartışmalar yapılabilir. Ama tartışma götürmeyen gerçek, bu seçimlerden F. Alman emperyalizminin güçlenerek çıkmış olmasıdır. Bunda reformist solun olduğu kadar, kendi içinde bölünmeleri kabul eden ve salt verilenle yetinen F. Alman işçi sınıfının da büyük günahı vardır. Şimdi hissedilmese de, seçimlerin asıl kaybedenlerinin geniş toplumsal kesimler olduğu eninde sonunda ortaya çıkacaktır.
26 Eylül 2017