Avrupa barış hareketinde kafalar hayli karışık. Mesele tabii ki Suriye ve AKP-Saray-Rejiminin Afrin’e yönelik işgal harekâtı. Barış hareketinin önemli bir kesim elbette işgale ve Afrin’de işlenen savaş suçlarına karşı gerçekleştirilen eylemleri destekliyor ve katılıma çağırıyor. Ancak aynı zamanda da barış hareketini oluşturan kurumlar arasında hararetli tartışmalar yürütülüyor. Özellikle Almanya’da Mart sonunda yapılacak olan Paskalya Yürüyüşleri için hazırlanan bildiriler, kimi barış girişiminin itirazına maruz kalıyor ve ayrışmalar yaşanıyor.
İtirazların odak noktasını YPG/YPJ’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDF) çatısı altında ABD ordusu ile taktiksel işbirliğine girmeleri ve Rojava’da yaklaşık 2.000 ABD askerinin farklı üslerde konuşlanmış olması. Hatta bazı kesimler, SDF’nin bu hâliyle »ABD’nin yerel taşeronu« olduğunu ve »Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini« iddia ediyorlar. Bir köşe yazısı kapsamında bu iddiaları hak ettiği biçimde irdelemek maalesef mümkün değil. Gene de bir kaç noktaya değinebiliriz. Öncelikle Avrupa barış hareketinin yekpare bir blok olmadığını belirtmek gerekiyor. Komünistlerden, devrimci ve sosyalistlere, kilise girişimlerinden ekolojistlere kadar geniş bir yelpaze içinde farklı sınıf ve katmanlardan örgütler ve bireyler yer alıyor.
Böyle olunca, doğal olarak şiddet, silahlanma ve savaş karşıtlığının yanı sıra, hükümet ve parlamentoların barışı »tesis edebilecek« kararlar alabilecekleri algısı, Suriye devletinin »mağdur« olduğu ve Rusya’nın emperyalizme karşı konumlandığı, BM Şartının ve devletlerin hükümranlık alanlarının korunması ile savaşların engellenebileceği görüşleri yaygın olarak savunuluyor. Bu görüşler bir kısmı ile doğru olmakla birlikte, ciddî yanılgılar içeriyor. Bir kere komünistler olarak BM Şartının özünde burjuva hukuku olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Halkların haklarının uluslararası hukuka ve dolayısıyla ulus devletlerin çıkarlarına kurban edilmesi kabul edilemez. Kaldı ki herhangi bir kapitalist devletin varlığı, hele hele cetvelle çizilmiş devletlerin var oluşu betona dökülmüş değildir. O nedenle bizim için belirleyici olan ezilen ve sömürülen sınıfların çıkarlarıdır, devletlerin değil.
Diğer yandan barış hareketi içerisinde yer alan Avrupa solunun en önemli handikabı, devrime ve bir halk hareketinin yapabileceklerine olan inancını yitirmiş olmasıdır. Bu yüzden Demokratik Kuzey Suriye Federasyonu çatısı altında birleşmiş olan kantonların ve meclislerin desteklenmesi yerine, Suriye rejiminden ve Rusya’nın girişimlerinden medet umulmakta, burjuva hükümetlerinden silah satışını durdurmaları çağrılarıyla yetinilmektedir. Emperyalist güçlerin insan hakları veya demokrasi kaygısıyla değil, tekellerin çıkarları temelinde hareket ettiklerini, her ne kadar Rusya’nın emperyalist güçlerle kuşatılması söz konusu olsa da, »antiemperyalist« ve Suriye rejiminin de »demokrasi cenneti« olmadığını, savaşı durdurmak için önce kendi egemenlerini alaşağı etmeleri gerektiğini görmek istemiyorlar.
Bu gerçekleri göstermek Avrupa’daki Kürt kurumları ile dostlarının, en başta HDK-Avrupa’nın görevidir. »Ne« ve »nasıl yapılması« gerektiği ise başka bir yazının konusudur.