Özünde her şey, ataerkil tahakkümden kaçışla başlar.

Kadın Hakları konusunda ellerimize-gözlerimize deyen yazınlar, bizzat yazıcılarının da hayatlarında atan hak gasplarının tarihidir.

Onlar da henüz on dört yaşındayken evlendirilenlerdir. Onlar da henüz kendileri çocukken anne olmak zorunda kalanlardır. 1600’lü yıllardan 1700’lü yılların ortalarına dek, yani tüylerden-kamışlardan kalemlere geçilene dek, aralıksız bir düşünsel üretim içerisinde olanlardır.

Kadının sosyal alanlarda sınırlandırılmasından tutalım da, ev içi ve toplumsal iş bölümündeki konumlandırılışına dek sayısız çalışma yapanlardır. Olympe de Gouges böyledir. Mary Wollstonecraft böyledir.

Edebi ve sanatsal ürünleri, politik alanda mücadele verebilmeleri için ellerinde tutabildikleri ve bırakmadıkları adeta tek araçtır. Kendilerini mektuplarla, hikâyelerle, romanlarla, şiirlerle, tiyatro oyunlarıyla ve tablolarla ifade ederler. Bu aracı en verimli hâle dönüştürme mücadelesinden asla vazgeçmezler.

Gün gelir: “Benim cinsiyetimi ezme hakkını size kim verdi?” demeyi, bir Kadın Hakları Bildirgesi’nin başına atabilmeyi dahi başarırlar.

Ve ne yazık ki onlar, kırklı-ellili yaşlarını dahi deviremeden hayata veda ederler!

***

Devrimler olur. Komünler denenir. Ancak kadınların formüle ettiği talepler hep küçümsenir. Hatta bunlarla dalga bile geçilir. Neredeyse SSCB deneyimine dek bu hep böyle sürer gider. Şüphesiz ki insanlık tarihi, Rusya’nın yarı-feodal döneminden kapitalizmin filizlendiği dönemine geçerken kaçırmadığı trene çok şey borçludur.

“Kadın Devrimi” kavramı 18. yüzyılın sonlarına doğru kullanılmaya başlar. Bu kavramı kullanan da, içeriğini doldurmaya çalışan da, kavramın topallığını bizzat pratikte farkeden de kadınlardır. Yakıcı olan, ‘Kadın Sorusu’nun hep devrimlerden sonraya ertelenişidir. Hiyerarşilerin ağırlıklı olarak kadınları biçişidir. Ardından erkeklerin de pervasızca birbirini biçişleri gündeme gelir ve artık ‘İnsan Sorusu’ da merkeze yerleşir.

Günümüze gelindiğinde ise o asırda doğan ve nasıl doğduğunu öğrenme olanağımız da olan bu kavramlar, yeterince bilgilenilmeden melezleştirilir, melezleştirilir. Ve teorik arenada, adeta bir tüketim malzemesiymişçesine servis edilip durulurken, kadınlara, vermeleri gereken bir mücadele de sipariş edilmiş olur.

Bu nedenle, “Feminizmi tüylerle yazan kadınlar” satiresiyle başladığımız bu yolculuktaki şimdiki durağımız, feminist uyanışların teorik-pratik şekillenişlerinin yine ağırlıklı olarak edebi izleri olacak. Ve bu izler daha nerelerden nerelere uzanacak...

*Bu yazı; Güney Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2022 tarihli 100. sayısında, Hiltrud Gnüg ve Renate Möhrmann tarafından yayınlanan, ‘Kadınlar Edebiyat Tarih, Orta Çağ’dan günümüze yazan kadınlar’ adlı kitaptan ilgili bölümlerin çevirileriyle birlikte yayınlanmıştır.