Türkiye’de Amerikalı baş patronuna karşı nerdeyse tek başına mücadele verdiğim IBM’in döner dizgi küreleri sürgünde tüm direniş mücadelemizin ana silahı olmuştu!
Sosyal medya ekranlarının ölüm açık artırmasına çıktığı bir Brüksel sabahında sevgili Nazım Alpman’ın Artı TV’de koronosal zorluklarla savaşarak gerçekleştirdiği sabah programına bağlanıyorum. 1 Nisan şakası falan değil, 2020’nin 1 Nisan’ında, 68 yıllık meslek ve 49 yıllık sürgün yaşamımın en son iki ürünü üzerine söyleşiyoruz.
1976’dan beri 44 yıldır dünya kamuoyunu Türkiye’nin ahvali konusunda bilgilendirmek için yayımladığımız İnfo-Türk bültenlerinin 500. sayısı bir yanda, iki ciltlik Sürgün Yazıları kitabımının bir yıl gecikmeyle nihayet Türkiye’de yayımlanmış olması öte yanda… Bittabi konu açılmışken, 10 yıl önce yayımlanmış olan “Vatansız” Gazeteci adlı anı kitabımın kapakları da ekranda arz-ı endam ediyor…
Nazım, sadece Türkiye toprağındaki insan hakları mücadelesinin değil, bu mücadelenin sürgünde yürütülen kesiminin de tanığı, tanıtıcısı… Yıllarca önce ta Brüksel’e gelerek İnci ve benimle gerçekleştirdiği Vatansız Vatansever röportajı sadece bizim mücadelemizi değil, genelde Türkiye çıkışlı siyasal sürgünlerin sorunlarını ve mücadelelerini de dile getiren bir belgeseldi.
Nazım, 2016 çakma darbesi bahane edilerek başlatılan yeni devlet terörü ortamında tanık ve tanıtıcı olmanın yanısıra, Celal Başlangıç ve arkadaşlarının sürgünde yarattığı Artı Gerçek’in dijital gazetesinde ve televizyonunda muhalefetin sesini bizzat haykıran meslektaşlarımızdan biri oldu.
Gerçi benim mesleğe başladığım 1952 yılında doğmuş ama, aramızdaki 16 yıllık yaş farkına rağmen Nazım da mesleğe 70’li yıllarda girdiği için, kişisel bilgisayarların, internetin, sesli ve görsel iletişim kolaylıklarının henüz olmadığı o yıllarda gazete, dergi ve kitap üretiminin ne denli karmaşık ve zahmetli olduğunu tanıyan ve yaşayanlardandır.
O nedenle, söyleşisinde İnfo-Türk bültenlerini 70’li yılların sürgün koşullarında nasıl yayımladığımızı sorması şaşırtıcı değil. Evet, o yıllarda İnfo-Türk bültenlerinin ilk sayılarını küreli IBM’de mumlu kağıda dizip teksir makinesinde çoğaltıyor, ardından dünyanın dört bir yanındaki insan hakları örgütlerine, gazetecilere, Türkiye halklarıyla dayanışma gösteren herkese postayla ulaştırıyorduk.
Sadece İnfo-Türk bültenleri mi? 1971-73 yılları arasında Brüksel-Stockholm-Berlin-Paris dörtgeninde aktif Türkiye Demokratik Direniş Hareketi’nin, 1974’te kurduğumuz İnfo-Türk’ün kitap ve broşür yayınlarının hepsinde ana üretim aracımızdı küreli IBM…
1971’de, sürgünümüzün daha ikinci ayıydı… Cunta’ya karşı ilk afişi Stockholm’de sevgili dostlarımız Karabuda’ların misafiri iken onların küreli IBM’inde hazırlamıştık.
Çeşitli bildiri, broşür ve dosyaların yanısıra küreli IBM’in en önemli ürünü, 1972 yılı Paris’inde insan hakları ihlallerini belgeleyerek Avrupa Konseyi’ne ve tüm uluslararası demokratik kuruluşlara sunduğumuz İngilizce File On Turkey (Türkiye Dosyası) idi. Kitabı dizebileceğimiz küreli IBM’i o sırada Yunanistan’daki faşist albaylar cuntasına karşı sürgünde mücadele veren Yunanlı yoldaşlarımız sağlamıştı. Haftanın belli günleri onlar, kalan günlerde de biz kullanıyorduk.
Sabahın köründe kalktıktan sonra ben kaldığımız tek göz odada Türkiye’den getirttiğimiz benim emektar Hermes Baby’de tercüme yapmaya ve metin yazmaya koyulurken, İnci birkaç metro aktarması yaparak Paris’in güneyinde bir yerlere gidip o metinleri küreli IBM’de mumlu kağıda geçiyor, mizanpajlı, çerçeveli ve resimli sayfaların orijinalini beyaz kağıt üzerinde hazırladıktan sonra bir başka yerde elektrostensile çekiyordu.
1974’te Brüksel’de İnfo-Türk’ü kurduktan sonra da kitapları ve broşürleri dizebilmemiz için Belçika’nın ünlü sosyalist kadın liderlerinden dostumuz Emilienne Brunfaut bize kullanılmış bir küreli IBM bulmuştu.
Ancak o tarihe kadar yaptığımız tüm yayınlar dünya kamuoyuna yönelik olduğu için İngilizce ya da Fransızca’ydı, bu bakımdan farklı karakterlerde IBM küreleri bulmakta zorluk çekmemiştik. Oysa İnfo-Türk’ü kurma amaçlarımızdan bir diğeri de, Türkiye’de sol yayın yapılması yasaklandığı için belli eserleri Belçika’da dizip basarak öncelikle Avrupa’daki Türkiyelilere ulaştırmak, kaçak yollardan da Türkiye’ye sokabilmekti. Moskova’daki Lenin Kütüphanesi’nden Ataol Behramoğlu aracılığıyla getirttiğimiz Mustafa Suphi ve Yoldaşları kitabıyla o sırada İsveç’te bulunan Zülfü Livaneli’nin ilk uzunçaları Türkiye’den Devrimci Türküler ilk ürünlerimizdendi…
Belçika’da Türkçe kitapların dizgisini, baskısını ve cildini yapacak bir matbaa bulabilmek için çok uğraşmıştık. Ne ki hiçbir matbaada Türkçe dizgi yapacak olanaklar mevcut değildi. Bu nedenle iş başa düşmüş, Türkçe kitapların sadece yazımı ya da çevirisi değil, Türkçe dizgisi de üzerimize kalmıştı.
Yayımlayacağımız kitaplara profesyonel “sona blok” dizgi imajı kazandırabilmek için aynı metni kelime aralarına boşluk atarak iki hattâ üç kez yeniden dizmemiz gerekiyordu.
Ancak Türkçe yayınları gerçekleştirebilmek için gerekli Türkçe karakterler içeren IBM küreleri bulmak hayli zor olmuş, nihayet onları da İnci’nin babası Burhanettin Tuğsavul Türkiye’den bize ulaştırmış, böylece kitapları dizmeye başlamıştık.
Dizilen metinlerin ofset plaklarını mutfaktan bozma bir karanlık odada İnci hazırlıyor, daha sonra sayfaları maksimum Din A3 formatındaki bir Gestetner büro ofset makinesinde gece gündüz çalışarak basıyordu. Binlerce sayfayı harmanlamamız, yine ilkel bir büro aletinde ciltleyip üç taraftan traşlamamız tam anlamıyla artizanal bir üretim örneğiydi.
Daha sonraki yıllarda Türkçe dahil çeşitli dillerdeki İnfo-Türk bültenleri de, 12 Eylül Cuntası’nın ve onu izleyen Özal iktidarının insan hakları ihlallerini belgeleyen İngilizce Black Book (Kara Kitap) da hep bu değişik IBM kürelerinden çıktı. Ta ki Apple’ın masa üstü ilk bilgisayarlarının çıktığı 1986 yılına kadar…
Türkiye’de Ant’ı yayımladığımız yıllarda hiç aklımıza gelir miydi günün birinde sürgüne gitmek zorunda kalacağımız ve sınıfsal düşmanımız olarak bildiğimiz IBM’in döner dizgi kürelerini yıllarca direniş mücadelemizin ana silahı olarak kullanacağımız?
Evet, IBM ile tanışmamız ilk kez sürgün koşullarında olmuyordu. IBM’in kürelisiyle değil ama, o küreliyi imal eden mültinasyonal IBM şirketinin patronuyla 1969 yılında farklı koşullarda karşılaşmıştık.
IBM’in patronu Arthur K. Watson aynı zamanda Uluslararası Ticaret Odası’nın da başkanıydı ve bu kuruluşun dünyanın en büyük kapitalistlerinin katılımıyla 1969 Haziran’ında İstanbul’da yapılacak kongresine başkanlık etmek üzere İstanbul’a geliyordu.
Demirel iktidarı ve işbirlikçileri daha bir hafta önce İstanbul’un Osmanlı tarafından fethinin 516. Yıldönümünü büyük gösterilerle kutlamışlardı. Bunu anımsatarak kongrenin toplanacağı haberini 3 Haziran 1969 tarihli Ant dergisinde "Fethin 516. yılında İstanbul kapitalist işgali altında" kapağıyla duyurduğumuzda sadece Türkiye büyük sermayesinin değil, aynı zamanda dünya kapialist zirvesinin baş efendisi Watson’un da boy hedefi haline geldik.
Dünya kapitalistlerini en iyi şekilde ağırlayabilmek için devletin tüm olanakları seferber edilmiş, yapımı 23 yıldır süren Taksim'deki İstanbul Kültür Sarayı birçok eksiklere rağmen alelacele kullanıma açılmıştı. Arthur K. Watson İstanbul'a gelişinde resmi törenlerle bir imparator gibi karşılanmıştı.
Ağırlama komitesinde Vehbi Koç, Sakıp Sabancı ve Nejat Eczacıbaşı'nın yanısıra İstanbul Valisi Vefa Poyraz, Belediye Başkanı Fahri Atabey ve de Türk Ordusu'ndan Selami Pekün adında bir general bulunuyordu.
Dünya kapitalistlerinin toplantısını kamuoyuna olumlu göstermek ve tepkileri önlemek için de Bâbıâli'nin başlıca medya şeflerinden oluşan bir Halkla İlişkiler Komitesi kurulmuştu. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Necati Zincirkıran, Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Ecvet Güresin ve de bizim sol kadroyu dışladıktan sonra hâlâ "sol gazete" havasındaki Akşam'ın patronu Nur Okten komitede yer alıyordu.
Kültür Sarayı'ndaki kongreyi açış konuşmasına baş kapitalist Watson Ant'a saldırarak başladı: "Size bu sabah ne söyleyebileceğimi haftalardır düşündüm. İlhamımı sonunda, hiç umulmadık bir yerde, bir küçük İstanbul gazetesinde buldum. Makale yazarının inançları, anladığıma gör Mao Çe Tung'un biraz daha solunda..."
Watson, "Ben bu makaleyi ciddi olarak ele almak niyetindeyim. Makale yazarına direkt olarak cevap vereceğim" dedikten sonra Ant'ın UTO Kongresi'ne ilişkin haber ve yorumlarından paragraflar alıyor ve yanıt niyetine kapitalistlerin tüm dünyada ne denli insani bir rol oynadıklarını anlatıyordu... Oysa o günlerde kapitalistlerin çıkarları uğruna Vietnam Savaşı tırmandırılıyor, Latin Amerika'da, Afrika'da, Asya'da, hattâ Yunanistan örneğinde olduğu gibi Avrupa'da faşizan darbeler birbirini kovalıyordu.
Bâbıâli medyası, genel yayın müdürleri de tezgaha ortak edildiğinden, "güler yüzlü kapitalizm" propagandasına geniş yer veriyor, yedi düvelden gelmiş kapitalist eşlerinin hamam sefalarını "binbir gece masalları" havasında yansıtıyordu.
Kongreden sonra çıkan ilk Ant'ta tüm bu pislikleri ayrıntılarıyla verdik. "Baş kapitalist Watson'a" başlıklı yazımda şöyle diyordum:
"Evet, Ant sosyalist bir dergidir, soldadır. Mao ÇeTung'un emperyalizme ve kapitalizme karşı verdiği savaşın yüzde yüz haklı olduğuna inanır. Ama gerçekleri görmek için kişinin Mao'nun solunda olmasına dahi gerek yoktur. Sadece kapitalist ya da kapitalist uşağı olmamak kafidir (...) Amerikan emekçi halkından devlet bütçesine toplanan vergileri, insanları birbirine kırdırmak uğruna iç eden bir korporasyonlar kapitalizminin başıdır Watson... Ve bacakları kasıklarına, kolları koltuk altlarına kadar kan içindeyken, İstanbul'un kâşanelerinde emekçi Türkiye halkına, ezilen dünya halklarına kapitalizmin zafer türkülerini söylemekte, dünyaya meydan okumaktadır! Kan ve sefalet üzerine kurulan imparatorluklar ilelebet yaşayamaz Bay Watson... Tarihin çarkı senin çıkarlarından yana değil, ezdiğiniz, sömürdüğünüz, katlettiğiniz dünya halklarından yana dönmektedir. Bu çark, ergeç, temsil ettiğin korporasyonlar kapitalizmini çiğneyip geçecektir. Tabii, güçlerini o halklardan sömürdükleri servetler üzerine kuran küstahları da...”
Baş kapitaliste bu yanıtımın yayımlanmasından sonra Türk adaleti bana karşı daha seri çalışmaya başladı ve bir yıl önce 6. Filo’nun gelişine karşı direnen İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Vedat Demircioğlu’nun katledilmesi üzerine yazmış olduğum “Faşizmin ayak sesleri” başlıklı yazıdan dolayı İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi beni 1 yıl ağır hapse, 6 ay da Balıkesir’de sürgüne mahkum etti.
O da yetmedi, askeriye de hemen devreye girdi… 2,5 yıl önce ABD’nin muhtemel Sovyet işgaline karşı Doğu Anadolu’ya nükleer mayınlar döşeme projesini Ant’ta eleştirdiğim için dönemin genel kurmay başkanı Orgeneral Cemal Tural, Selimiye Kışlası’ndaki askeri mahkemeye “vatana ihanet” suçlamasıyla mahkum edilmem emrini vermiş, ancak gerek askeri savcı, gerekse askeri hakimler “gazetecilerin ancak sivil mahkemede yargılanabileceği” gerekçesiyle görevsizlik kararı vererek dosyayı sivil mahkemelere havale etmişlerdi. Ne ki sivil mahkemeler de davaya bakmayı üstlenmeyince, dosya yeniden askeri adalete dönmüştü… Yeniden yargılanmak üzere 15 Temmuz 1969’da Selimiye Kışlası’ndaki askeri mahkemeye celbediliyordum.
Evet IBM’in benim hem Türkiye’deki, hem de sürgündeki mücadeleli yaşamımda böyle müstesna bir yeri var.
Türkiye’de, baş patronuna karşı nerdeyse tek başına mücadele verdiğim bir IBM mültinasyonali… Sürgünde ise tüm direniş mücadelemizin ana silahı olarak kullandığımız alfabenin tüm harfleri ve sayılarıyla bezenmiş IBM küresi!
Görünüşü günümüzde tüm dünyanın başına bela olan Korona virüsünü çağrıştırsa ve de artık hiç kullanmıyor olsak da IBM küresi, tıpkı eski muhariplerin en değerli hatıralarından biri olarak sakladıkları beylik silahları gibi, bizim mücadeleli yaşamımızın en değerli anılarından biri…
Bitirmeden, İnfo-Türk’ün geçmiş yıllarına dönüşten bir anı daha…
Yukarıda anlattığım gibi Belçika’da Türkçe kitapları dizip basacak bir matbaa bulamadığımız için, Akşam ve Ant yıllarında yazı işlerinden çok mürettiphaneye inerek gerekirse antimuvanlı kurşundan harflerle dizgi yapmış, sayfa bağlamış, gerektiğinde rotatifin yarım silindir kurşun sayfalarını baskıya hazırlamış bir gazeteci olarak İnci kolları sıvamış, harca borca girerek bir ofset baskı makinesi edinmeye karar vermiştik.
İlk uğradığımız Rue Antoine Dansaert’da büyük bir firmanın müdürü bize baskı makinelerini tanıtıp astronomik fiyatlarını telaffuz ettikten sonra, kılık kıyafetimizi gözüne pek kestiremediği için olmalı, sormuştu: “Nasıl finanse edeceksiniz? Peşin ödeyerek mi, banka çekiyle mi, yoksa taksitlerle mi?”
Rue du Midi’de, Belçika Komünist Partisi (BKP) ile sosyalist sendikalar federasyonu FGTB merkezlerinin yakınlarında İngilizce ve Fransızca Sovyet yayınları satan bir kitabevi vardı, vaktimiz ve imkanımız oldukça uğruyor, kitap alıyorduk.
O gün de matbaa bakmadan önce oraya uğrayıp Karl Marx’ın İngilizce Kapital‘ini almıştık. Satıcının sorusu üzerine yanımızdaki alışveriş çantasından Marx’ın Kapital‘ini çıkartıp masanın üzerine koyarak takılmıştım: “İşte bununla, tüm kapitalimiz bu!”
Watson’un kapitaline karşı Marx’ın kapitali!
(Artıgerçek, 2 Nisan 2020)