“O yıkılmış duvarlar ötesinden
şaşkın bir gizci gerçeğe bakıyordu
Geçmekti yıkmaktı sayısız acılardı
çağlardan bulup getirdiğimiz
...
Ötelerde yamyamlı aşmazlığın göbeği kesilmiş
balta ucundaki görüntüye geviş getiren
Ogiler idesiz soluk arıyordu yaşamaya
Çağdı bir böceğin yaşayıp öldüğü sürede değişen
yanan sönen yıkılan en olmadık acı
...
Ne ki dallara su yürümesi yeni baştan
Çağdı ne ki geçmeyen doğada kalmış soluk adına.” –Süleyman Okay, Ogi-
Hans Branscheidt’ın; “kendini kaybetmişçesine bir fikre inanmaktan feragat ederek katletmeye girişen, arkadaki bu fikre kendini adayan...yamyamlar düğünü...” sosyal-siyasal tanımlamalarıyla, Süleyman Okay’ın şiirindeki “yamyamlı aşmazlığın...idesiz soluk arayışı....” çağlarındayız tekrar tekrar. Tekrar tekrar, hem de 21.yüzyılda; şuurunu kaybetmişçesine kafa keseni şuurunu kaybetmişçesine alkışlayabilenlerin olduğu zamanlardayız –yazarken bile bütün tüyler diken diken oluyor, yazılabilmesi bile güç bir insanoğlu gerçekliği-. Topraklarının en değerli yazarlarını dahi, adeta Toplama Kampları’nda yaşatanları, öyle böyle değil; sızısı geçmeyen derin bir utanç hissiyle izlemekteyiz!
İnsanoğlu beslenmek için mecbur olduğu yamyamlık aşamasını çoktan geride bıraktı. Ve galiba insanoğlu zaten bizim bugün tanımladığımız gibi; doğada bulunan “iyi bir canlı türü” değildi, aksine! “İyilik, güzellik...” gibi kavramları yaşamla yarattık. Bunlardan taraf olmak, bunlardan tarafta kalmak için yarattık. Nice emeklerle yarattık. Ve hep sevgiden yana kalmaya çalıştık. Sevgi kazanmazsa insanlığımızın kaybolacağından hiç kuşku duymadık. Hep yine-yeniden, yılmadan filizlendirmeye çalıştık-çalışıyoruz sevgimizi; emeğe duyduğumuz saygıyı. Korunup dünyaya hâkim olup-olamayacağı ise, hâlâ kocaman bir soru işareti.
***
Napolyon’un söylediği rivayet edilen, “coğrafya kaderdir” ibaresi mi hüküm sürecek hep bu yeryüzünde? Bu kaderlere göz yummaya devam mı edecek insanoğlu, 21.yüzyılın başında olduğumuz halde hem de? Ya da hep “başkaları”nın kaderlerine su mu taşıyacak “başkaları”?
Küçük Asya ve Mezopotamya toprakları arasında, iktidar savaşlarının bitmediği kan gölü bir coğrafyadaydılar. Kırıldılar, sürüldüler, saklandılar, kaçtılar... Hayatta kaldılar. O coğrafya hâlâ kan gölü! O kader hâlâ orada!
Sümerler’den aldıkları inançlarını bugünlere kadar taşıdıkları; geçmişlerine ait ulaşabildikleri en öte kaynak. Daha ötelerine ulaşma şansları, artık zaten yok.
Nüfusları bile tam bilinemiyor; 21. yüzyılda yaşamamıza, dijital asırda olmamıza rağmen! Küçük bir şehri bile tam dolduramayacaklar, hepsi biraraya toplansalar. Irak’ta 150.000, Gürcistan-Azerbaycan sınırlarında 60.000, Suriye’de 1500, Almanya’da 25.000 ve parçalı parçalı yaşam alanlarında; toplam 800.000 kişi oldukları tahmin ediliyor. Türkiye’de ise, sadece Mardin’de bir yerleşim alanı edinebilmişler. Ve orada yaşayanların bilinen sayıları sadece 200.
YEZİDİ KÜRTLER!
İnsanoğlunun insanoğluna yaptıklarının canlı-silinmez ispatı ve tıpkı diğer azınlıklar gibi tarihin nişanesi olarak: Varlar ve hep varolacaklar!
***
Onların tarihini karıştırırken; Nezan’ın yüzü ve onun hakkındaki bir gerçekliği öğreniş anım, nasıl dumura uğradığım gelip durdu hep aklıma. Nezan! Saçları nasıl bir siyah, kirpiklerinde nasıl bir kıvrım, gözlerinde nasıl bir ışık. Derin mi derin, çözülemez bir erkek yüzü. “İyi-dürüst-çalışkan olma”nın bu denli istikrarlı oluşu.
O bizim için yeni bir yüzdü. Ancak bizler onun için hiç yeni değildik!
Bazı kaba müşterilerin girişine tanık oluşum, kahkahalarla; “Nezan nasıl başarıyorsun böyle iyi olmayı? Sen hep böylesin ama. Hiç başka türlü görmedik seni” deyişim. Patronunun beni her gördüğünde mutlaka uyarışı. “Sakın Şeytan deme ha, Nezanlar Şeytan’a inanıyor” derken bile, kendisi de Kürt olduğu halde sözde saygılı, özde hazımsız-alaylı bakışları. Nezan’ın başını hafifçe öne eğerek, ezberindeki bir şiirmişçesine gülümseyerek şu cümleleri sıralayışı: “İyi iyiyi görür Abla. O senin iyiliğin. Abla biz hep böyle olmak zorundayız. Başka çaremiz yok ki! Sabır her derde deva, biz hep öyle öğrendik. Ninem de öyle anlattı, dedem de, babam da. Of hele anam, onun dilinden sabır düşmez” deyişi. Ve hep şu sözcük: ZORUNDAYIZ!
“Zorunda olduğunuz ne, ne zamana kadar Nezan? Hiç ses çıkarmayıp, “zorundayız” deyip sabretmek. Anlamadım.”; “Biz de anlamıyoruz ki Abla! Anlamamız da lazım değil, geçmiş ola! Sadece zorunda olduğumuzu anladık-öğrendik-kabul ettik. Ne zamana kadar? E hep. Bitmez ki bu! Biz böyleyiz işte, hep böyle yani, biz kabul ettik ki bunu”.
Herkesi ama herkesi bu haliyle sürekli şaşırtan, bir dönercide çalışan, bizim için yeni olan; Nezan! İyi Almanca konuşabiliyor, Türkçe’yi az bir kelime haznesiyle, ama iyi konuşuyor. Kürtçe ise zaten anadili. Ancak hiç kimse görmedi Nezan’ın eline bir kalem-kâğıt değdiğini! Nezan harıl harıl çalışan, bazen apansız tuvalete kaçıp birkaç saniyeyi atlatıp hızla dönebilen, işini aksatmayan! Ve bunu yılmadan-usanmadan hep tekrarlayabilen! Hiç kimsenin hiçbir zaman hiçbir şeyi farkedemeyeceği biçimde başarabilen! Şimdi bu çabalarındaki halini, çocuksu ifadelerini hatırlarken bile, yüzüme garip bir tebessüm yerleşip, içimde ince bir sızı geziniyor...
Nezan evlendi, Türkiye’den geldi eşi. Kendisi Türkiye’ye gidemiyor, ailesi de. Eşi tıpkı kendisi gibi; güzel mi güzel, içten mi içten, derin mi derin bakışlı bir genç kadın! “Birbirinizin gözlerinde boğulmayın, dikkatli olun, bütün tarihinizin derinliği sanki gözlerinize nakşedilmiş. Nasıl birbirinizi buldunuz siz böyle?” deyip durdum uzun bir müddet onlara sevinçle. Eşini hemen Almanca kursuna, ardından da sürücü kursuna gönderdi Nezan. Çocukları olunca araba mutlaka gerekecekti. Arabayı kim sürecekti! Harıl harıl çalışıp yaptı ödemeleri. Yoktu kendisinin ehliyeti! Hiç ama hiç kompleks ifadeleri göstermedi. Hiç görmedik onda erkeksi en küçük bir kaprisi, eşine karşı iktidar kurma isteğini. “Zorunluluğun bilinci” denen şey, bu olsa gerekti! Şaşırdık, hep şaşırdık...
Ve bir gece trenden indiğimde, işyerini kapatırken rastladım Nezan’a! Sabah acil lazımmış; bir kurumun telefonunu istedi benden panikle. Etrafta başka insanlar da vardı, benden istedi. Kalem kâğıdı uzatıp, kurumun ismini okumaya başlar başlamaz, Nezan’ın gözlerindeki derinlik daha da bir derinleşiverdi!!! Hiç abartmıyorum, bu derinlikte nefessiz kaldım! Şimdi de benim onun tuvalete kaçışlarındaki ataklığı gösterip, kaleme-kâğıda sarılıp yazmaya başlamam gerekliydi! Farkettiğimi farkettirmedim. Sadece patronu biliyordu bu durumu, önce ondan öğrendim ayrıntıları. Günler sonra karşılaştığımızda Nezan’ın; “Abla! Sana birşey anlatacağım. Ayıp değil ki! Biz hep böyle yaşamak zorundayız. Sana anlatırım ben, ayıp değil ki!” diyerek anlatmaya başlayışı... Küçükken sadece Kürtçe bilişi ve okulda Yezidi olduğunu gizleme işkencesini yaşamadan Almanya’ya geleceğinin plânlanması. Gelişinin gecikmesi; sanırım o kuşaktan birçok Yezidi çocuğu gibi! Nezan’ın hiç okula gidememişliği. Anne-nine-dede de okuma yazma bilmeyince, evde de okuma-yazma öğrenemeyişi! Baba askerde öğrenmiş okuma yazmayı, sonra hemen yurtdışı.
Birer ‘yabancı’ olarak onların mahallesini ziyaret ettiğimizde hep şaşkındım. Zaten başka bir ülkede olmanın yabancılığı var. Bir de kendi ülkemizden gelenlerin mahallesinde ‘yabancı’ kaçmak! “Üstün ırk” olanlar bu duruma çoktan alışmış, hatta kendilerine hak bile bilmişlerdi! Çoluğundan çocuğuna, yaşlısından gencine; ifadeler hep mahçup-buruk. O kadar saygılılardı ki; saygılarındaki yalınlık-davranışlarındaki hassasiyet karşısında abartısız yerin dibine giresim geliyordu. Mecazi olarak değil, ciddi ciddi yer yarılsa da içine girsem-saklansam diye bir hisse kapılıyordum. Hele minicik çocuklar karşısında! Bu kadar ağır-garip-kendime bile açıklayamadığım, tanımadığım bir his! Kürtler! Hepimiz tanırız, her yerde beraberiz. Ama bu mahallede hissettiklerim bambaşka. Değişik! Bambaşka!
Çocuklarla birkaç kez küçük çalışmalar yapma şansımız oldu. Mahalleden her çıkışımızda; içimizde tertemiz, adeta sevgi topu olan bir dünyadan çıkmışlık hissindeydik. Ve tekrar bataklıklara dönecek olmanın hayıflanışı içerisinde. Ancak onların, “bataklık” diye tanımladığımız dünyadaki birçok şeyden birşekilde mahrum yaşayışları! Kapalı halleri! Hem de bir Avrupa ülkesinde. Yani koca bir paradoks. Mahalleden çarşıya kadar araçla katettiğimiz 20 dakikalık yol; adeta farklı yüzyıllar arasına kurulu bir köprü üzerinde yürümek kadar gerçek dışı-mistik, ama bir o kadar da gerçek!
Bu “gerçek dışı-gerçek” kavramları arasındaki uçurumu, başka şehirlerdeki Yezidiler’le karşılaşınca da hissedince: Bu kadar “azıcık” kalanların, kendilerini korumak için seçtikleri bu saygı yolu karşısında, hep saygıyla eğilir oldum desem hiç abartı olmayacak. Onları her gördüğümde, “Vay be! Kırıla kırıla, sürüle sürüle, kaça kaça geldikleri yapyabancı bir ülkede; nasıl bir dirençtir bu, az-sessiz-görünmez, ama tam manasıyla GERÇEK!!!” deyip dururum hala. Ve hâlâ şaşkınlıkla.
Nezanlar’ın 2 çocuğu oldu: Gözlerinin nuru, geleceklerinin sahibi! Gözleri tıpkı anne ve babaları gibi. İnanılacak gibi değil ama; mini minnacık bu insancıkların sabırlı duruşları da!
Şüphesiz ki bu yaşam tecrübeleri, uzun bir tarihsel yolculuk içerisinde sadece bir atımlık barut. Tarihin hepsi değil. Ancak tarihsel yazınlarla birleşen yerleri ilginçtir, beni hep şaşırtır! Nezan’ın; “Abla! Biz sabır öğrendik, sadece sabretmek zorundayız. Başka çaremiz yok ki!” deyişinin, tarihsel yazılarda da tekrar tekrar, farklı farklı açılardan vurgulandığına rastlayıvermek! Yüzüme tokat gibi çarpıp durdu el attığım yeni yazılarda da. Birazcık daha anladım sizi! Hepsini!!?? Bu imkânsız. Sadece birazcık daha anladım sizi! Ancak yaşayanların bilebileceği bir yaşam yolu bu. Üzerinden sayısız yolcunun kırıla kırıla geçtiği, ne yolların katedildiği, kala kala bir avuç yolcunun: “Hayatta kalması” için sabra sebat eylediği bir yaşam yolu bu. Diliyle-diniyle-yaşamak zorunda kaldığı envai çeşit coğrafya alanıyla; ancak sabretme zorundalığındakilerin, bu zorundalığa yılmadan sabredebilenlerin bilebileceği bir yol bu.
Biz keşfe çıkanlar, bu yolu bir tablo gibi çözümleyebiliriz. Hissedebiliriz de. Ancak zannediyorum ki, şu “sabır-zorunluluk” sözcüğünün felsefi derinliğini kavramak dahi; Ata yadigârı olan bu yolun, soluksuz ve sonsuzluğun mirasçısı olunmadan mümkün değil.
***
*Sancı Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi, 2016.
3 Ağustos 2014’te, Şengal’de, belki de yüzüncü kez katledildi Yezidiler.Yaklaşık binbeşyüz insan katledildi. Yaklaşık beşbin kadın kaçırılarak, istemediği çocuklarını doğurmak zorunda kaldı, onlardan bir daha haber alınamadı! Ve aradan 5 yıl geçti; hâlâ onların yeni bir soykırıma uğratıldıkları itiraf edilemedi! İHD; katliamın 5. yılı vesilesiyle 3 Ağustos’un, soykırımı kınama ve katledilenleri anma günü olmasını talep etmekte. Biz de bugün, Almanya sokaklarında, burada yaşayan Yezidilerle birlikte bu talebi dillendireceğiz.
Not: Kendisi de bir Yezidi olan psikolog-yazar İlhan Kızılhan’ın Almanca olarak yayınlanan “Yezidiler” adlı kitabının ilk bölümünde; “Yezidi” sözcüğünün, “Izidi” ya da “Ezdai”, “Ezda” olarak telaffuz edildiğini belirtiyor. Yani yazılı olarak belirtilen bu sözcükler, aslında telaffuz dili. Ancak Kızılhan; birkaç yüzyıl öncesinden bugüne kadar elde bulunan yazılı belgelerde “Yezidi” olarak kaleme alındığını, bunu devam ettireceğini belirtiyor. Kelimenin kökeni Kürtçe ve anlamı; “o, beni yaratan” , yani “Yaratıcı”. Bu kelimeyi Kürtçe haliyle kullanmayı hep sürdürmüşler. Bu sebeple ben de, “Yezidi” olarak kullanmayı tercih ettim.