İnsan; ırkın, dilin, kültürün ve dinin esiri olmamalıdır.
Milliyetçi ideolojinin gücünün kırılması onun dayandığı temel ilkelerin sorgulanmasını ve aşılmasını gerektiriyor. Bu nedenle milliyetçiliğin dayandığı en temel dört ilke ilkeyi gözler önüne sermekte yarar var. Bu dört ilke şunlardır: 1. Dil, ulus olmanın temel ölçütüdür. 2. Dile dayanan bir ulus temelinde bir devlet öğretisi gereklidir ki bu öğreti, devlet ile dil/kültür/politika arasında bağlantı kurmalı; devlet ve ulus birbiriyle özdeşleştirmeli ve ulus-devlet yaratmalıdır. 3. Tarih, esas olarak ulusların (milletlerin) ve devletlerin tarihidir. 4. Millet ve devlet, bireyden, insandan ve insanlıktan daha önemlidir.
Bu ilkeleri açıklamadan önce bir olguya dikkat çekmem gerekiyor. Milliyetçilik ile yurtseverliği birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü milliyetçilik yukarıda saydığımız ilkelere dayanırken, yurtseverlik böylesi ilkelerden yoksundur. Yabancı düşmanlığı da milliyetçilikten farklıdır. Milliyetçilik, yurtseverliği ve yabancı düşmanlığını kendi amaçları için kullanır ve onları felsefi ve antropolojik tezlerinin hizmetine sokar. Yurtseverlik veya yabancı düşmanlığı, felsefi ve antropolojik temelden yoksundur; çünkü dili ve kültürü politikleştirme gibi bir amacı yoktur.
Şimdi milliyetçiliğin dayandığı ölçütleri yakından inceleyelim. Milliyetçilik, dili ulus olmanın kıstası yaparak, devletin temeli haline getirir. Bu birinci kıstas, zorunlu olarak birçok dillerin yaşadığı coğrafyada diğer dilleri yasaklama sonucunu doğurur. Bir ulusa, tek dili ve tek kültürü dayatmak, o dil dışındaki dil ve kültürlerin yok edilmesine götürür. Bu açıdan milliyetçilik dışlayıcıdır, evrenselliğe, insanlığa ve bireye karşıt bir konumdadır. Niçin birçok dili konuşan halklar tek bir ulus oluşturamasın? Alman dilindeki iki sözcük Nation (Millet/Ulus) ve Nationalität (Milliyet/Ulusal Topluluk) arasında yapılan küçük bir ayrım, büyük bir zihinsel devrimi ve dönüşümü mümkün kılabilir. Ve bu ayrım özellikle Ortadoğu ve Türkiye gibi çok milliyetli bir coğrafyada milliyetçilikten kaynaklanan bazı sorunları çözebilir. Şöyle ki: Türkleri, Kürtleri milliyetler (Nationalitäten) olarak kabul edelim. Türklerin, Kürtlerin ve diğer milliyetlerin kendine özgü dilleri ve kültürleri vardır. Tüm bu milliyetleri içeren, ama tek dile dayanmayan, dili ölçüt almayan bir ulus (Nation), diyelim bir Anadolu ulusu veya Türkiye ulusu inşa etmek neden mümkün olmasın?
Devlet ile (kendini tek dile dayandıran) ulusun özdeşlemesi gerektiğini ileri süren ikinci kriterine gelince, bu iddiaya karşı şunlar söylenebilir: Devlet ve ulusun çakışmasını iddia eden milliyetçilik, birbirinden farklı iki durumu, birbiriyle özdeşleştirmeye çalışıyor. Çünkü devlet ve ulus iki ayrı düzlemdeki örgütlenmelerdir. Modern devlet, esas olarak politik ve hukuki bir mekanizma, akılcı ilkelere ve hukuka dayanan bir örgütlenmedir. Ulus ise ortak duygulara, ortak tarihe ve ortak iradeye dayanan bir topluluktur. Dolayısıyla modern devleti, ulusun duygusal ve kültürel ihtiyaçlarına tabi kılmak, devletin akılcı temellerini sarsar. Dile ve kültüre dayanan bir ulus anlayışını devletin temeli haline getirmek, birçok milliyetten oluşan coğrafyada devlete dar elbise giydirmek, insanları, kültürel açıdan dar alanlara hapsetmek demektir. Dahası dilin politikleştirilmesi, siyasal alanının kısırlaştırması anlamına gelir; zenginler ve yoksullar arasındaki gerçek bölünmeleri gizler.
Ortaçağ’da devletler, Katolik din ile devleti özdeşleştirip, başka dinler üzerinde baskı uyguladılar. Burjuva uygarlığı, devlet ve dini ayırarak, dinin yerine milleti geçirdi. Milliyet, modern din haline geldi. Şimdi yapılması gereken iki ayrı düzleme dayanan devlet ve milleti birbirinden ayırmaktır. Sosyalistlerin savunması gereken de bu anlayıştır.
Milliyetçi ideolojinin dayandığı üçüncü kıstas; tarihin esas olarak milletlerin ve devletlerin tarihi olduğu iddiasıdır. Metodolojik milliyetçilik olarak adlandırdığım bu bakış açısı, tek bir devleti, tek bir milleti diğer devletlerden soyutlayarak incelemeye çalışır. İnsanlığın birbiriyle olan ilişkisini ve bağımlılığını kabul etmeyen, hem dışlayıcı, hem hegemonya kurmak isteyen bir bakış açısıdır. Evrensel tarihi dışlayarak, dünyaya milliyetçilik açısından yaklaşır. Bir milletin, bir devletin tarihini, diğer milletlerin tarihinden bağımsız olarak incelemek, örneğin ‘Türkiye’nin tarihini’, Avrupa’nın, Arapların, Kürtlerin tarihinden ayrı olarak ele almak olanaksızdır.
Evrensel tarihi savunan Goethe, milliyetçiliğin tarihi çarpıtıp bozduğunu vurgulamıştı. Dolayısıyla milletlerin ve devletlerin kendi bağımsız tarihi olamaz, olsa olsa evrensel tarihin belli bir coğrafyada büründüğü özel tarihten bahsedilebilir. Milletlerin tarihi gibi görünen tarih, evrensel tarihin özgül biçimidir. Bu nedenle, bir tek devleti, bir tek milleti inceleme konusu yapan bütün toplumsal bilimler (sosyoloji, tarih, siyasal bilimler) özü itibariyle metodolojik milletçiliğin kıskacından kurtulamayan bilimlerdir.
Milletçiliğin dördüncü kriteri, insanın statüsünü (ulusal kimliği), insan olmanın üstünde tutmasıdır. “İnsan, insan olduğu için değerlidir; Yahudi, Alman, Katolik, Protestan, İtalyan vb. olduğu için değil. Bu fikri savunan bilinç, sonsuz öneme sahiptir.”(Hegel) Bu gerçeği unutan ve insan soyunun evrenselliğinden, akılcılığından kopan milliyetçiliğin, küreselleşen bir çağda, insana vereceği bir şeyi yoktur.