İnsan beyni değirmen taşına benzer.
İçine yeni bir şeyler atmazsanız, kendi
kendini öğütür durur. İbni Haldun
Friedrich Engels (1820-1895), yalnızca insanlığın yetiştirdiği dâhilerden biri değil; aynı zamanda sosyalizmin önde gelen yetkin bir düşünürüydü. Marx’ın teorisinin oluşmasında önemli katkı sağlayan, onun teorisinin yayılması için en fazla çaba gösteren ve emek veren bir vefakârdı. Hiç kimse Engels kadar Marx’a yakın değildi; hiç kimse Marx’ın el yazmalarını düzenleyip yayınlayacak kadar bu işe uygun değildi. Engels olmasaydı, Marx’ın en önemli eseri olan Kapital’in ikinci ve üçüncü Ciltleri yayınlanamayacağı gibi, Marksist teorinin yayılması mümkün olmayacaktı.
Bir yanda çok zor okunan Marx’ın el yazmaları, diğer yanda Engels’in deyimiyle onun dağınık olan notları, ancak çok yoğun bir emekle yayına hazır hale getirilebilirdi. Marx’ın eserini yayınlamak için, kendi çalışmalarını ihmal etmeyi göze alan Engels, bu zahmetli işi üstlenirken; Marx’ın yanında “İkinci keman” olduğunu söyleyecek kadar tevazu gösterdi. Onun bu alçak gönüllü davranışının, ona geçmişte dünya Marksist hareketi nezdinde, büyük bir saygınlık kazandırdığı biliniyor.
Engels, Marx’ın eserini yayına hazırlama gibi çok yoğun olan bir çalışmadan fırsat buldukça, bir tarafta kendi teorik araştırmalarını yürütürken, diğer tarafta işçi sınıfı hareketinin pratik sorunlarıyla ilgilenmiş, yüzlerce insanla mektuplaşma faaliyeti içinde olmuştur: Biyografisini yazan Gustav Meyer’in dediğine göre, Engels, 20’den fazla dili öğrenmeye çalışmıştır. Dil konusunda bir dahi olan Engels’in en az 11 dile (İngilizce, Fransızca, Rusça, İtalyanca, Portekizce, İspanyolca, İrlanda Diyalektiği, Eski Saksonya dili, Arapça, Persçe) vakıf olduğu biliniyor.
Engels, Marksizme ve sosyalizme yaptığı katkıları nedeniyle övüldüğü gibi, eleştirilere de maruz kalmıştır. Kimileri (Antonio Labriola vd.), Marksizme pozitivist eğilimleri taşıdığı için onu eleştirmiştir. Kimileri (Georg Lukacs, Jean-Paul Sartre ), onun diyalektik anlayışındaki sorunlara dikkat çekmiştir. Engels’in Marksizme katkısı ve bu nedenle ona gösterilen saygı, onun bazı yanılgıları karşısında bizi körleştirmemeli. Marksizmin ve sosyalizmin karşıtlarının işine yarayacağı bahanesiyle, Engels’e yönelik eleştirileri, kimileri, gereksiz, sorunlu ve/veya yanlış bulabilir. Ancak yanlışlardan öğrenmemek, buna direnmek akılcı bir yaklaşım değildir.
Ayrıca yanılgılar karşısında alınan tutum, ciddi olmanın önemli bir kıstasıdır. Nitekim Lenin, “Bir siyasi partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevini yerine gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir kıstaslardan biridir. Yanılgısını açıkça teslim etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya meydan veren durumu tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte ciddi bir partinin işaretleri bunlardır.” (Lenin, Sol Radikalizm Bir Çocukluk Hastalığıdır)
Yanılgıları açıkça teslim etmeden gelişme olmayacağı gibi, yanılgıya düşmeyen bir insan da yoktur ve olamaz da. Bu çerçevede Engels’in felsefi ve siyasal konulardaki bazı yanılgılarına dikkate çekmek gerekli görünüyor. Engels’in felsefe alanındaki üç yanılgısı şöyle ifade edilebilir: 1. Doğa ve toplum diyalektiği arasındaki farka dikkat çekmemesi; 2. Felsefeyi küçümseyip pozitif bilimleri abartması. 3. Hegel’in sistemi ile yöntemi arasında ayrım yaparak, sistemi reddederek, yalnızca diyalektiğin önemli olduğunu ileri sürmesi.
Bu yazıda felsefi alandaki üç yanılgısından sadece birincisine değineceğim. Diğer ikisini bir sonraki yazıda ele alacağım. Siyasal konulardaki (ulus konusu, devlete ilişkin, parlamentarizm vb.) yanılgılarını ise, daha sonraki bir dönemde ele alınacak.
Engels ve Diyalektik
Bir makale sınırları içinde, bu konuyu geniş bir şekilde ele almak mümkün değil. En genel noktalara dikkat çekmekle yetinilecek. Önce sorunu saptamak gerekir. Sorun, diyalektikten ne anlaşıldığı sorunudur. Bilindiği gibi Engels diyalektiği şöyle tanımlar: “Diyalektik, hareketin ve doğanın, insan toplumunun ve düşüncesinin gelişiminin en genel yasalarının bilimidir.” Üç adet yasadan bahseder: 1. Niceliğin niteliğe dönüşmesi ve tersi yasası; 2. Karşıtların karşılıklı iç içe geçmesi yasası; 3. Yadsımanın yadsınması yasası.
Diyalektiğe evrensel bir nitelik kazandıran Engels’in diyalektik anlayışının sorunlu olduğuna dikkat çekenler, ona eleştiriler yöneltmiştir. Kimi düşünürlere göre, diyalektik, sadece toplum ve tarihte geçerlidir; doğada diyalektikten bahsedilemez; çünkü doğadaki değişimlerde öznellik ve bilinç rol oynamaz. Diyalektiğin, hem doğa, hem de toplum için geçerli olduğunu ileri süren Engels, toplumsal alanda önemli olan bilinç, irade gibi öznel faktörleri dikkate almamıştır.
Engels’in diyalektik konusunda sorunlu yaklaşımına ilk dikkati çeken ve eleştiren Georg Lukacs oldu. Önceleri doğada diyalektik olmadığını iddia eden ve diyalektiği “tarihsel ve toplumsal gerçeklikle sınırlayan” Georg Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci (1923) bilincinde Engels’in diyalektik anlayışına eleştiri yöneltti. Ona göre Engels, diyalektiği doğadan ürettiği için, özne-nesne ilişkisine değinmemiştir; tam tersine doğadaki karşıtlıklar arasında ilişkilere vurgu yapmıştır. Dolayısıyla Engels’in diyalektik anlayışı ile Marx’ın diyalektik anlayışı arasında fark vardır. Marx ile Engels arasında ayrım yapılmasını tehlikeli ve yanlış bulan III. Enternasyonalin teorisyenleri (Zinovyev vb.) Georg Lukacs’a ağır suçlamalarda bulundular.
Georg Lukacs’a bakılırsa, Hegel, kendi diyalektik anlayışını doğadan değil, tarihsel-toplumsal gelişmelere dayanarak ortaya koymuştur. Ancak Lukacs, yıllar sonra özeleştiri yapıp görüşlerini geri aldı. Lukacs’ın görüşü bütün gerçeği yansıtmıyordu. Çünkü Hegel de, doğadaki diyalektik gelişmelerden bahsediyor; çelişkinin evrensel olduğunu iddia ediyordu
Engels’e eleştiri yönelten diğer bir düşünür ise, Fransız düşünür Jean P. Sartre idi. Sartre, Yöntem Araştırmaları - Diyalektik Aklın Eleştirisi (1960) adlı eserinde Marksizmi savunur. Ona göre, “Marksizm, bitmiş, tükenmiş olmak -şöyle dursun, daha çok gençtir, hatta deyim yerindeyse çocukluğunu yaşamaktadır, gelişmeye yeni -yeni başlamıştır. İşte bu nedenlerle de, çağımızın felsefesi olarak kalmaktadır: bu felsefe gerekli bir felsefedir, çünkü onu doğuran koşullar daha aşılmamıştır.”
Ancak Sartre, o dönem, Marksistler arasında yaygın olan, bireyi ve öznelliği dikkate almayan yanlış bakış açısının Engels’ten kaynaklandığını düşünüyordu. Sartre, Engels’in Marx’a yazdığı bir mektuptaki şu görüşüne gönderme yapmıştır: İnsanlar, tarihlerini kendilerini koşullandıran bir ortam içinde yaparlar. Sartre açısından bu görüş, açık seçik olmadığı için çok çeşitli yorumlara gelebilecek bir görüştür. Hem insanın Tarih’i yaptığı, hem de insanın Tarih tarafından şekillendirildiği görüşünü nasıl anlamak gerekir? Maddi koşullara aşırı önem veren görüş, özünde bireyin öznelliğini ve bilincini ihmal eden tek-yanlı bir anlayışa yol açmıştır. Engels, yazılarında olmasa da son yıllarındaki mektuplarında, üst-yapıyı ihmal ettiğini kabul ederek, özeleştiri yapmıştır.
Ancak bu özeleştiri, onun eserlerinde var olan bazı sorunlu görüşleri ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Engels’e yapılan eleştiri, esas olarak onun diyalektik anlayışında özne-nesne ilişkisine yer vermeyişine yöneliktir. Gerçekten de Engels’in Anti-Dühring ve Doğanın Diyalektiği adlı eserlerinde, “özne-nesne ilişkisine” bir gönderme yoktur. Genel olarak doğadaki “nesneler arasındaki” ilişki ve karşıtlığa vurgu yapmaktadır. Örneğin Doğanın Diyalektiği’inde şöyle yazıyor Engels: “Öznel denilen diyalektik, diyalektik düşünce, doğanın her yerinde kendini gösteren ve karşıtların sürekli çatışması ve bunların sonal olarak, birbirlerine ya da daha yüksek biçimlere geçmeleri yoluyla doğanın yaşamını belirleyen hareketin karşıtlar aracılığıyla yansımasından ibarettir. Çekme ve itme.”
Görüldüğü gibi, öznel diyalektiği, yalnızca doğadaki karşıtlıklar arasındaki çatışmaya indirgemektedir. Böylesi bir bakış açısı, özne-nesne ilişkisini ve bilincin rolünü yeterince dikkate almamaktadır ki, böylesi bir yaklaşımın, siyaset üzerindeki olumsuz etkisini görmek için büyük bir zekâ olmak gerekmiyor. Zira diyalektiğin böylesi bir yorumu, öznel bilincin, nesnel tarihsel durumun gerektirdiği görevlerin gerisinde kalması gibi, olumsuz bir duruma yol açmaktadır. Ayrıca doğa diyalektiğinin toplumsal alana birebir aktarılması, birçok yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Örneğin, “tarihin akışı sosyalizmden yana”, “işçi sınıfı, kapitalizmin mezar kazıyıcısıdır” gibi iyimser olan ve kaçınılmazlığa vurgu yapan görüşler ileri sürülmüştür.
Engels’in diyalektik anlayışı ise, Sovyetler Birliği’nde öylesine dogmatik bir hale getirilir ki, birçok doğa bilimcisi sesini yükseltmek zorunda kalır. Bunlardan biri de, Doğu Almanyalı doğa bilimcisi, fiziksel kimya profesörü olan Robert Havemann’dır. 1964’de yayımlanan Dialektik ohne Dogma (Dogmasız Diyalektik) başlıklı kitabında, “diyalektik materyalizm bilim insanları tarafından neden ciddiye alınmıyor?” diye sorar. Ve matematik ve fizik bilimcisi Max Born’dan kendisine gelen bir mektuptan kısa bir cümle aktırır. Born şöyle yazmıştır Havemann’a: “Diyalektik materyalizmin tüm özelliklerini reddetmenize karşın, yine de diyalektik materyalizmi savunmanız, dışarıdan bakan için, anlaşılması çok zor bir şey.” (Robert Havemann, Dialektik ohne Dogma, s. 23.)
Havemann, bu durumu şöyle açıklar: Max Born, yanlış anlamanın kurbanı olmuştur. Şöyle ki, doğa bilimcileri arasında yaygın olan ve diyalektik materyalizm olarak kabul edilen şey, gerçekte diyalektik materyalizm değildir. Diyalektik materyalizmin böyle yanlış anlaşılmasının nedeni, daha doğrusu suçlusu, doğa bilimcileri değil, tam tersine diyalektik materyalizmin resmi temsilcileridir ki, bu temsilciler, kendi kaba ve mekanik materyalizm anlayışlarını, “diyalektik materyalizm” olarak göstermeye çalışmışlardır ve bu hâlâ böyle sürüp gitmektedir. Ona göre, diyalektik, Sovyetler Birliği’nde bir dogma haline getirilmiştir. Havemann, doğa bilimlerinden hiç anlamayan filozofların, doğayı açıklama çalışmalarını gülünç bulmaktadır. Ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki politik durum ile “dogmatik” felsefe arasında belirli bir ilişki olduğu gerçeğine dikkat çeker.
Doğadaki zorunluluk anlayışının topluma aktarılması, Sovyetler Birliği’nde yapılan siyasal analizlere de yansıdı. Şöyle ki, yanlış diyalektik anlayış sonucu, “kapitalizmin kaçınılmaz son buhranı ve çökeceği” gibi görüşler ortaya atıldı. Ama Sovyetler Birliği Komünist Partisi, kendi sisteminin çökebileceğini öngöremedi.
Hegel, diyalektiğin doğru kavranamaması durumunda, sofistik bilgiçliğe düşme tehlikesine karşı uyarmıştı. Tam da Hegel’in uyardığı sofistik bilgiçlikler gündeme geldi. Sovyetler Birliğinde iğdiş edilmiş olan diyalektik, her kapıyı açacağı sanılan bir maymuncuğa dönüştürüldü. Öyleki Aristoteles’in mantığı, Antikçağın mantığıdır denilerek reddedildi Oysa diyalektiğin ustası Hegel açısından diyalektik mantık, formel mantığı reddetmez. Hegel’e göre, formel mantığın da geçerli olduğu alanlar vardır. Hegel, bunu Mantık Bilimi adlı eserinde çok iyi bir şekilde açıklar. Şeyleri belirlemek, saptamak, onları birbirleriyle karşılaştırmak için formel mantık gereklidir. Hegel’i anlamak için örnek vermem gerekirse, “Bu ağaç yeşildir”, “Bu nehir tehlikelidir”, “bu şiir iyidir” gibi belirlenimleri yapan formel mantıktır. Dolayısıyla formel mantık, gereklidir, fakat eksiktir. Çünkü değişim ve gelişimi izah eden bir mantık değildir. Diyalektik mantık, bir şeyin değişimini, gelişimini ve böylece yadsınmasını ortaya koyarak, formel mantığın eksikliğini gösterir; geçerli olduğu alanları sınırlar, ama reddetmez.
Geçmişte Avrupa’da sosyalist devrimlerin başarısız olması, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, Çin’in kapitalizme yönelmesi, Küba’da yaşanan sorunlar, yalnızca pratik uygulamaların yanlışlığına bağlanamaz. Marksist teorideki sorunları, eksikleri; çarpık anlaşılan ve iğdiş edilen diyalektiği görüp, bunları aşmadan, Marksist sosyalizmin canlanma olanağı görünmüyor.
Engels, diyalektiği açıklarken, doğa ve toplum diyalektiği arasındaki farkı dikkate almayan bir bakış açasına sahip. Oysa diyalektiği en sistemli bir şekilde açıklamış olan Hegel, doğanın diyalektiği ile toplumun-tarihin diyalektiği arasındaki farkın bilincindeydi.
Hegel’de Doğa ve Toplum Diyalektiği
Hegel’e göre, doğada, her şey sürekli bir dönüşüm, hareket ve değişim halindedir. Ancak doğadaki hareket, sürekli kendini tekrarlayan döngüsel bir harekettir. Tomurcuk ağaca dönüşür; ağaç filizlenir, çiçek açar, meyve verir. Bu nedenle, doğada yeniden canlanma, hep aynı şeyin tekrarıdır, yeni bir şey ortaya çıkmaz. Hegel’e göre, “Güneşin altında yeni bir şey oluşmaz.” Yalnızca tinsel zeminde olup biten değişimlerde yeni bir şey ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, doğadaki gelişim, dolaysız, esas olarak karşıtsız ve engelsizdir. Doğadaki gelişme sürecinde, kavram ile kavramların gerçekleşmesi arasına hiçbir şey girmez, yani doğadaki gelişme, bilinç ve irade etkinliğine dayanmaz. Dolayısıyla doğadaki hareket bilinçten yoksundur. Örneğin güneş sisteminin hareketi değişmez yasalara göre olur, bu yasalar güneşin Usudur, fakat hem güneş, hem de bu yasalara uygun olarak güneşin çevresinde dönen gezegenler, bu konuda bir bilince sahip değildirler.
Oysa tarih ve toplum açısından bakıldığında, bu durum çok farklıdır. Zira Tarihsel-toplumsal gelişme, doğadaki gibi döngüsel bir yineleme değildir. Tinsel oluşum, içeriği gereği doğadaki gibi sürekli tekrar değildir. Toplumsal yaşamda sürekli bir değişim ve ilerleme vardır. Bazı gerilemelere karşın, esas olarak bilinç daha yükseğe doğru sürekli ilerler. Önceki bilinç aşılır (aufgehoben), ama bu aşma aynı zamanda iki şeyi daha içerir; yani daha önceki bilincin genel yanını kendi içinde korur ve daha yükseğe çıkarır.
Bunun yanı sıra, değişim ve ilerleme, bilinç ve irade aracılığıyla gerçekleşir. Hegel’in deyişiyle Tin, kendi karşıtı olan nesnel bir şeye dönüşür, bu yeni nesnellik üzerinden tekrar kendine dönmek, daha üst düzeyde yeni bir Tine geçmeyi hedefler. Ancak toplumda ortaya çıkan yeni bilinç, kendisinin karşıtı ve düşmanı olan nesnelliğin üstesinden gelmek zorundadır. Bu nedenle doğada sakin ve dingin bir biçimde seyreden gelişme, toplumsal yaşamda, hem gerçekliğe hem de aşınmış eski bilinç biçimlerine karşı sert, sonsuz bir kavga ve mücadele olarak ortaya çıkar. Toplumdaki çelişkileri aşmak, yüksek bir bilinci ve bilinçli bir müdahaleyi gerektirir, yüksek bilinç ise, bireysel özgürlük temelinde oluşur.
Kısaca, hem doğa ve hem toplumsal alanda diyalektik yasaların varlığı söz konusudur; ancak bu iki tip diyalektik arasındaki farkı, Hegel kanımca doğru bir şekilde ifade etmiştir. İtalyan düşünür Lucien Colletti’nin Marxismus und Dialektik (1977) başlıklı eserinde karşıtlık v çelişki arasındaki farka gönderme yapması ilginçtir.
Karşıtlık ve Çelişki Arasındaki Fark
Colletti’ye göre Marx sonrası Marksizm, Karşıtlık ve çelişki arasında ayrım yapamamıştır. Ona göre, Marksistler, karşıtlık(zıtlık) ve çelişkilerden bahsederler, ama birbirinden ayrılması gereken bu iki tip karşıtlık konusunda, açık bir görüşe sahip değillerdir. Bu iddiayı ileri sürerken Colletti, Marx ve Marksizm arasında bir ayrım yapmaktadır. Şöyle ki, Marx’ın karşıtlık ve çelişki arasında ayrım yaptığını, Marx’tan sonra gelenlerin ise bu ayrımın farkında bile olmadığını ileri sürmektedir. Marx’ın, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı eserinden diyalektik olmayan karşıtlığa örnek olarak şu alıntıyı yapıyor Colletti: “Gerçek uçlar, gerçek uçlar oldukları için dolayımlandırılamıyor. Ayrıca dolayım gereksinimi duymuyor, çünkü birbirine karşı özü oluşturuyorlar. Ortak hiçbir şeyleri yok, biri ötekini arzu etmiyor ve birbirlerini tamamlamıyorlar. Hiçbiri, ötekinin özlemini, gereksinmesini ve öncelenmesini kendinde barındırmıyor.”
İki tip karşıtlık (Gegensätze) olduğuna dikkat çeken, dolayısıyla karşıtlık ve çelişki arasında ayrım yapan Colletti bu ayrımı şöyle açıklıyor: Birinci tip karşıtlıkta, karşıtların birliği yoktur, bu tip karşıtlık, çelişki içermeyen karşıtlıktır. Burada karşıt olan şeyler birbirini dışlar ve karşıt uçlar birbirinden bağımsız olarak vardır, biri varken diğeri yoktur. Colletti, örnek vermez, ama onun söylediğinin anlaşılması için Aristoteles ve Hegel’den vereceğim örnekler açıklayıcı olabilir. Aristoteles, ortayı bulmaya çalışan, ama her şeyin ortası olmadığını düşünen bir filozoftu. Keza Hegel’e göre de, bazı karşıtlıkların, örneğin hastalık ve sağlık, yaşam ve ölüm, iyi ve kötü, hareket ve dinginlik gibi karşıtlıkların ortası yoktur; üçüncü bir şey mevcut değildir. Yani bir insan ya yaşıyordur ya da ölüdür; ikisinin ortası yoktur (Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie I, s. Hegel Werke 18, s. 246.). Bunlar karşıt uçlardır. Gerçi birbirlerini koşullandırırlar, ancak bu karşıt uçlar aynı anda birlikte olamazlar. Colletti’ye göre bu tip karşıtlıkta, diyalektik anlamda bir çelişkiden bahsedilmez.
İkinci tip karşıtlık ise, çelişki içeren karşıtlıktır. Burada karşıt uçlar, aynı anda mevcutturlar. Bir ucun varlığı aynı anda diğer ucun varlığını gerektirir. Karşıt uçlar aynı anda mevcut olduğundan ayrılmaz bir birlik oluştururlar. Colletti, örneksiz açıklar. Ama biz, örnek olarak kapitalist ile ücretli işçi arasındaki ilişki ve karşıtlığı ele alalım. Nerede bir kapitalist varsa, orada ücretli işçi vardır. Bu anlamda, birinin varlığı diğerini gerektirdiği için, bu karşıt güçlerin birbirinden bağımsız olarak var olmaları mümkün değildir. Burada hem birlik ve hem de karşıtlık vardır. Çelişki içeren bu karşıtlığın çözümü, hem kapitalistin hem de ücretli emeğin birlikte ortadan kaldırılmasını, aşılmasını gerektirir. Çelişkinin çözümü, yeni bir şeye yol açarak, üçüncü bir durumu olanaklı kılar.
Oysa yaşam-ölüm, sağlık-hastalık gibi karşıtlıkların “çözümü”, yeni bir şey yol açmaz; tersine karşıtlığın bir ucunun diğerine baskın olması demektir. Bir örnek vermek gerekirse; insan ya yaşıyordur ya da ölüdür; ortası yoktur. Aynı şekilde bir kadın ya hamiledir; ya da değildir; yarım hamilelik olmaz.
Bu nedenle, birbirini-dışlayan karşıtlık ile birbirini-içeren ve birbirinden ayrılamayan karşıtlıkları (çelişkileri) birbirinden ayırmak önemlidir. Colletti, “çelişkinin olduğu yerde, mücadele, hareket ve gelişme vardır” düşüncesini ileri sürüyor. Onun yorumundan çıkan bir sonuç var: Diyalektik ve çelişki evrensel değildir. Doğada çelişkili olmayan, ama karşıtlık içeren fenomenler de vardır. Açıktır ki, bu iddialar, bizleri daha derin düşünmeye sevk etmektedir.
Colletti’ye göre, evrendeki bütün şeylerde çelişki yoktur. Bazı şeylerde zıtlıklar varken, bazı şeylerde çelişki vardır. Colletti, yalnızca kapitalist üretim biçiminde çelişkinin olduğu görüşünü ileri sürer. Kapitalizmde diyalektik çelişki vardır, ama “Marx’a göre, kapitalizmdeki çelişki, kapitalizmin gerçek olmasından değil, tersine kapitalizmdeki gerçekliğin ters olmasından, başının üzerinde durmasından kaynaklanır.” Bu bakış açısına göre, kapitalizm aşıldığı zaman ve yabancılaşma ortadan kalktığında, diyalektiğe de veda etmek gerekecektir.
Colletti’nin karşıtlık-çelişki konusunda ileri sürdüğü görüşlerin bir hayli düşündürücü olduğu aşikâr. “Kapitalist toplumdaki çelişkinin niteliği ile daha önceki toplumlardaki çelişkinin niteliği arasında nasıl farklar vardır? Doğadaki çelişki ile toplumdaki çelişkiler aynı mıdır?” Bilinç, irade ve amaç gibi olguların olduğu toplumdaki diyalektik, bilinç, irade vb. içermeyen doğa diyalektiği ile aynı olabilir mi? Böylesi sorular, gerçeklik üzerinde daha derin düşünmeyi ve elbette ki yeni araştırmaları gerektiriyor.
Dolayısıyla diyalektik, karşıtlık, çelişki gibi kavramlardan ne anlaşıldığının netlik kazanması önem kazanmaktadır.