Önyargıları kırmak, atomu parçalamaktan daha zordur.
Einstein
Dünya tarihini felsefi bir sistem ve yöntemle ele alan düşünürlerden biridir Hegel. Dolayısıyla Hegel diyalektiği, gerçekliği, hem içerik hem de biçim açısından ortaya koyan ilk gelişkin düşünce tarzıdır. Onun diyalektiğinin önemi, tarihi ve toplumsal yaşamı, düşünsel açıdan kucaklama olanağı yaratmış olmasıdır. Toplumu değiştirici etken olarak Us’a (Akıl) dayanan bilinçli müdahaleyi öngören felsefi yaklaşım önemlidir. Hegel’in sorunlara yaklaşımı, yaşamın bütün yönlerini (doğa, toplum, bilinç vb.) açıklayıcı ve aynı zamanda empirik olarak da kanıtlanabilen bir özelliğe sahiptir. Onun sistematik yaklaşımını ve yöntemini, hemen hemen bütün eserlerinde, örneğin Tinin Fenomenolojisinde, Tarih Felsefesinde, Estetik ve Din tarihinde görmek mümkün.
Onun sistemine eleştiri yönelten düşünürlerden biri Engels’tir. Hayvanlar âlemi ile insanlar arasındaki farka dikkat çeken Engels, Doğanın Diyalektiği adıyla anılan eserinde şöyle yazar: “İnsan ile birlikte tarihe gireriz. Hayvanların da bir tarihi, kökenlerinin ve bugünkü durumlarına kadar geçirdikleri evrimin tarihi vardır. Ama bu tarihi onlar yapmazlar ve bu tarihe, bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar. Buna karşılık insanlar, dar anlamda hayvandan uzaklaştıkları ölçüde, kendi tarihlerini bizzat, bilinçle yaparlar.”
Bu satırları yazan Engels, hem doğa, hem toplum, hem de düşünce için geçerli olan diyalektiği savunmuş; ancak yine de doğa ve toplumdaki diyalektiğin birbirinden farklı olması gerektiğine yeterince vurgu yapmamıştır. Ayrıca Engels, Hegel sistemini ve yöntemini birbirinden ayırarak, onun sistemini tutucu ve diyalektik yöntemini devrimci bulduğu için, sistemi atarak yöntemin korunması gerektiğini ileri sürmüştür. Engels’i dinleyelim:
Hegel'in sistemi üzerinde duran bir kimse, bu iki alanda da oldukça tutucu olabiliyordu; buna karşılık, diyalektik yöntemi esas alan ise, dinde olduğu kadar siyasette de en aşırı muhalefete katılabiliyordu. Hegel'in kendisi de, yapıtlarında sık sık rastlanan devrimci öfke patlamalarına karşın, sonunda tutucu yana daha çok eğilir görünüyordu.
Engels’e göre, Hegel’in sistemi onun yöntemi ile çelişki halindedir. Bu nedenle sistem reddedilerek, yöntem alınabilir. Engels’in onun sistemini tutucu gören anlayışı şu açıdan sorunludur: Hegel, Hegel Fransız devrimini, ömrünün sonuna kadar savunmuş, her yıl devrimin yıl dönümlerini yakın dostları ile anan biridir. Hatta Engels’in kendisi, 08 Mayıs 1870 tarihinde Marx’a yazdığı mektupta, Hegel’i gerici Prusya Devleti’nin düşünürü olarak göstermeye çalışan Wilhelm Liebknecht hakkında şunları yazar Engels:
Hukuk ve İktidar arasında gülünecek bir karşıtlık bulmak için çaresizce at koşturan bu sığır, (…) bu cahil, ‘Prusya’ sözcüğü ile Hegel gibi bir adamın defterini dürmek istiyor ve bunu benim söylediğimi kamuoyuna yutturmaya çalışıyor. (Engels, MEW Band 32, 501)
Ne var ki, Engels, Hegel sisteminin tutucu olduğu konusundaki görüşünü, filozofun Mutlak İdea kavramına dayandırmaktadır. Ve görüşünü şöyle temellendiriyor:
Hegel, bir sistem kurmak zorunda olduğundan, mutlak hakikate, yani “Mutlak İdea”ya ulaşmayı hedeflemiştir. Ancak Mutlak İdea hakkında ise, bize ne diyeceğini hiç bilmemektedir. Engels’e göre, “Mutlak İdea” kavramı, Hegel'in sistemine dogmatik bir içerik ve mutlak gerçeklik kazandırmıştır.
Engels’in sistem ve yöntemi birbirinden ayıran yaklaşımına yöneltilen eleştirilere geçmeden önce, burada yeri gelmişken Engels’in Mutlak İdea konusundaki görüşünü, Lenin görüşüyle karşılaştırmak, konuya açıklık kazandırmak açısından önem kazanıyor.
Lenin, Felsefe Defterleri’nde Hegel’in Mantık Bilimi adlı eserindeki Mutlak İdea bölümünü Engels’ten farklı yorumlar ve bu bölümü gerçekten ilginç bulur. En çok yorum yapıp ve notlar düştüğü bölüm bu bölümdür. Mutlak İdea, teori ile pratiğin, nesne ile öznenin ayrılmaz birliğini ele alan bir bölümdür. Lenin’in Mutlak İdea konusuna yaklaşımı Engels’ten farklıdır. Engels gibi, Marksizme yabancı bir unsur olarak görüp, kaldırıp bir kenara atmaz. Zira Lenin açısından Hegel’de Mutlak İdea, yaşam ile bilginin birliği, nesnel ile öznel olanın birliği, bir başka deyişle, pratik ile teorik olanın birliği demektir.
Lenin, Mutlak İdea bölümünde Hegel’in, öznel idealizmin ve materyalizmin tek yanlılıklarına yaptığı vurguya dikkat çeker. Özellikle Ansiklopedi’nin § 225’i çok iyi bulan Lenin’e göre, ‘Bilme’ (teorik), ‘İrade’, ‘Pratik Etkinlik’ gibi tinsellikler, Hegel tarafından “hem nesnelliğin hem de öznelliğin ‘tek yanlılıklarının’ ortadan kaldırılmasının iki yanı, iki metodu, iki aracı olarak sunulmaktadır.” (Lenin, Werke 38, s. 189-199).
Gerçekten de üzerine iyi düşünülürse, Bilme, nesne üzerine öznenin bilgisidir; İrade ise, nesneyi değiştirmeye çalışan öznenin iradesidir. Dolayısıyla Bilme, İrade, Pratik Etkinlikler, sadece öznel değil, aynı zamanda nesneldirler. Hegel’in bu düşüncesinin önemli olduğunun altını çizen Lenin, özellikle ilginç bir cümleyi not olarak düşer: “İnsan bilinci, sadece nesnel dünyayı yansıtmakla kalmaz; aynı zamanda yaratır da.” (Lenin, Werke 38, s. 203).
Lenin, Hegel’in görüşleri hakkında önemli yargılar da bulunur: “Hegel’in Mantık’ının tümü ve özeti, son sözü ve özü, diyalektik metot ki, bu, son derece dikkate değer bir noktadır. Hegel’in en idealist olan eseri, en az idealizm ve en çok materyalizm içermektedir. “Çelişkin”, ama gerçek! ” (Lenin, Werke 38, s. 226. Ayrıca bkz. Felsefe Defterleri, s. 191). Hegel’in Felsefe Tarihi üzerine eserlerini okuyan Lenin: “Zeki idealizm, yani diyalektik idealizm zeki materyalizme, aptal materyalizmden daha yakındır” diye yazmıştır.
Diyalektik Materyalizm (1940) üzerine kitap yazan, bir zamanlar Fransız Komünist partisinin filozoflarından biri olan Henry Lefebvre, Lenin ve Hegel arasında ilişki konusunda ilginç bir saptama yapmıştı. Ona göre Lenin, Marksist diyalektiği, idealizm ile materyalizmin birliği olarak tanımlamaya çok yaklaşmıştır. Marksist filozof Lefebvre’nin kendisi, Marksist diyalektiği materyalizmin ve idealizmin bir sentezi olarak kavrar. Ona göre Marksist diyalektikte “İdealizm ve materyalizm sadece birleşmekle kalmaz, diyalektik materyalizm çerçevesinde dönüştürülüp aşılır.” (Henry Lefebvre, Diyalektik Materyalizm, s. 57). Üstelik Marx’ın kendisi de idealizmi ve materyalizmi tek yanlı olarak görerek şunları yazmıştır:
“Doğalcılığın ve insancılığın, hem idealizmden ve hem de materyalizmden nasıl ayrıldığını, aynı zamanda her ikisini birleştirdiğini görüyoruz. Aynı zamanda, yalnızca doğalcılık, dünya tarihi olaylarını kavrama yeteneğindedir. ” (Marx, Ökonomisch-philosophische Manuskripte aus dem Jahre 1844, MEW Band 40, s. 577. Türkçesi. 1844 Elyazmaları, Birikim Yayınları, 2013, s. 168).
***
Engels’in sistem ve yöntemi ayıran görüşü, bazı filozofların (Georg Lukacs, Ernst Bloch, Hans Heinz Holz vd.) eleştirilerine maruz kalmıştır. Georg Lukacs, Tarih ve Sınıf bilinci (1923) başlıklı eserinde, Marx ile Engels’in diyalektik anlayışları arasındaki farka dikkat çektiği için, sert eleştirilerin hedefi olmuştu. Ne var ki, yakından incelendiğinde Marx da iki türlü yorumlanabilir: Bir yanda, tarihi sınıf mücadelesinin tarihi olarak gören ve bu nedenle öznel faktörlerin önemine vurgu yapan bir Marx söz konusudur. Öte yanda ise, üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkilere dikkat çektiği için determinist bir izlenim yaratan ve determinist yorumlanan bir Marx’tan söz etmek mümkündür.
Ernst Bloch ise, 1951 yılında Jena kentinde verdiği bir konferansta sistem ve yöntemi birbirinden ayıran Engels’i eleştirdiğinden dolayı, eski Doğu Almanya’daki egemen parti SED tarafından yalnız kalmaya, izolasyona maruz kalmıştı.
Marksist filozof Holz’a gelince, o da şunları söyler:
“Her kavram, sistemin bütünündeki yeri ve işlevine göre anlamlandırılmalıdır. Kavramlar sistemden koparılamayacağı için (çünkü her kavramın özgün bir yeri vardır) Hegel'i ‘kurtarmak’ için de sıklıkla başvurulan, sistem ve metodu keyfi bir şekilde birbirinden ayırma yoluna gidilmemelidir.” (Hans Heinz Holz, Devrimin Cebri, s.39).
Marx-Hegel İlişkisi Konusuna Üç Yaklaşım Tarzı
Marx-Hegel ilişkisi konusunda yaygın olan üç eğilime değinmek, meramımı anlatmak açısından önem arz etmektedir.
Birinci eğilimi temsil eden yazarlar, esas olarak Marx ve Hegel arasındaki farklılığa dikkat çekmişlerdir. Bu eğilime göre Marx, Hegel’den bütünüyle kopmuştur. Pozitivizmin ve evrimci düşüncenin etkisinde olan bu eğilim, diyalektik sorunu arka plana itmiştir. Hegel’i tümüyle reddeden bu eğilim, diyalektiğe gereken önemi vermemiştir. Marx’ın tarihsel materyalizmini, ekonomizme indirgeyen, Eduard Bernstein, Karl Kautsky, Rudolf Hilferding ve Nikolai Bucharin gibi teorisyenler bu eğilim içinde değerlendirilebilir. Keza, Karl Vorländer ve Max Adler gibi, Marx ve Kant’ı uzlaştırmak isteyen Yeni-Kantçılar da bu eğilime dâhil edilebilirler.
İkinci eğilim, Marx ve Hegel arasındaki farklılıktan ziyade ortak yanlar üzerinde durmaktadır. G. Hillmann’a göre, bu eğilimde kendi içinde çeşitli akımları (Yeni-Hegelcilik, Varoluşçuluk vb.) içerir. Bu eğilim, Marx ve Hegel arasında özdeşlik kurmaya çalışır. Bu eğilime göre her iki düşünür, hem ele aldığı sorunlar, hem de amaçları açısından ortak bir görüş açısına sahiptirler. Bu eğilimde olanlar, Hegel’i Marksist, Marx’ı da Hegelci olarak etiketlendirirler. Marx’ı, Hegel’in takipçisi olarak değerlendirirken, Marx’ın Hegel’den farklı yanlarını ve ondan kopuşunu etkisiz ve önemsiz bir hale getirirler.
Üçüncü eğilim, Marx ve Hegel arasındaki hem ortaklık, hem de farklılıkları dikkate alan eğilim. Bu eğilimin savunucuları olarak Plehanov, Lenin, Georg Lukacs, Ernst Bloch, Henry Lefebvre vd. gösterilebilir. Kendimi, bu eğilime yakın görüyorum.
Birçok yazar (Kevin A. Anderson, Michael Löwy vd.), Hegel’in Mantık Bilimi eserini titiz bir incelemesi nedeniyle, Lenin’in diyalektiğe daha iyi nüfus ettiğini, öznenin ve bilincin rolünü daha iyi kavradığına dikkat çekmektedirler. Ancak Lenin’in Hegel’i okuduktan sonra ulaştığı felsefi görüşleri, ne yazık ki yaygın bir hale gelememiştir.
Kutsallaştırma ve Önyargıların Gücü
Einstein, “önyargıları kırmak, atomu parçalamaktan daha zordur” demişti. Bu sözü Almanya’da düzenlediğim felsefi akşamlarda Almanca sunduğum konferanslar sırasında yaşadığım tartışmalarım sırasında hep anımsarım.
Ustalara yönelik eleştirilerimin, onları kutsayanlar arasında bazı hoşnutsuzluklara ve tepkilere yol açtığını seziyorum. Bu konuda birkaç şey söyleme gereği duyuyorum. Kutsamak, akıl üzerine değil, belli bir dinsel inanç üzerine kurulu bir tavırdır. İnsanın kendi aklını kullanmasını kabul etmeyen bir bakış açısının ürünüdür. İnsanları veya kitapları kutsamak, insanın kendisini, yeteneğini, düşünce geliştirme kapasitesini engeller. Kutsallaştırma, yalnızca dogmatizmin ikiz kardeşi değil, aynı zamanda insanın kendi entelektüel gelişmesinin önüne set çeken bir barajdır. Kutsallığın olduğu yerde insan ve akıl yoktur. İnsanın gelişmesi ve özgürleşmesi kutsallaştırma ile bağdaşmaz. Kısacası, dinsel ideolojiler gibi kutsallaştırma da, insanın yaratım yeteneğini görmezden gelir; insanı başka güçlerin pasif kölesi haline getirir. Dinlerin kutsallık anlayışının, insanın kendi yaratıcı yeteneğini görmezden gelmesi rastlantı değildir. Önemli olan ustalardan çağımız için gerekli olan düşünceleri alıp, onları geliştirmektir.
Bazı yerleşmiş fikirler ve önyargılar da, kutsallaştırmanın oynadığı role benzer bir rolü oynarlar. Yerleşmiş fikir ve önyargıların, düşüncelerin gelişmesinin önünde büyük bir engel oluşturduğu bir sır değil.
Marx, bütün ölmüş kuşakların geleneğinin, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöktüğüne dikkat çekmişti. Bununla kastettiği şey, insanların yeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, eski köhnemiş düşüncelerden kurtulmakta güçtük çektikleridir. Tarih, yerleşmiş bazı ön yargıların nasıl handikap oluşturduklarına dair örneklerle doludur. Bu örneklerden bir kaçına değinmekle yetineceğim.
1.) Marx’ın, henüz bir burjuva devrimi yaşamamış olan ülkeler için öngördüğü tarih şeması, birbirini izleyen iki bağımsız devrim olacağı varsayımına dayanıyordu: Burjuva demokratik devrim ve sosyalist devrim. Burjuva demokratik devrimi, burjuva veya küçük burjuvaziyi; sosyalist devrim ise proletaryayı iktidara getirecektir. Bu varsayım, Marx ve Engels sonrası Avrupa Marksist kuşak arasında yaygın bir görüştü. Bu görüş, en bariz bir biçimde Rusya’da 1917 Şubat Devrimi’nde gündeme geldi.
Şubat Devrimi, Çarlık Otokrasisini kaldırarak yerine Geçici Hükümet’in kurulduğu ilan etti. Geçici Hükümet’in yanında Petrograd’ta (1914 yılında Petersburg kenti, Petrograd olarak değiştirilmişti) 1905’dekinden daha güçlü ve daha enerjik olan İşçi ve Asker Sovyetleri kurulur. Çarlık Otokrasinin yıkılması sonucu sürgündeki devrimciler ordusu, Sibirya'dan ve yurtdışından Petrograd kentine akın akın gelirler. Ancak kafalar eski şablonla şekillendiği için, geçici hükümet burjuva demokratik devrimin yürütücü gücü olarak görülür. Bu nedenle Geçici Hükümet, Petrograd Sovyet’inde yer alan Bolşevikler tarafından da desteklenir. Stalin ve Kamenev gibi Bolşevikler bile, yerleşmiş olan görüşten hareket ettikleri için, burjuva devrime razı olup, sosyalist devrimi geleceğe erteleme gibi bir bakış açısından kurtulamamışlardı. Ta ki Lenin 1917 Nisan Tezleri ile bu yaygın görüşe karşı durup, ezberleri bozuncaya kadar, yerleşmiş görüşler devam ediyordu.
Ünlü “Nisan Tezleri” Lenin’in eski devrim şemasından kopuşunun belgesidir. 1914-15 yılları arasında, emperyalist savaşın bütün dehşetiyle sürdüğü bu dönemde Hegel’in eserlerini özellikle onun Mantık Bilimi adlı eserini okuduktan sonra, yaygın görüşten kurtulur. Eski şemaya takılıp kalanları ‘Eski Bolşevikler’ olarak adlandırır.
2.) Diğer yaygın bir görüş, kapitalizmin çöküş teorisi ve kendiliğinden kaçınılmaz olarak sosyalizme gideceğine ilişkindi. Bu görüş, uzun dönem Marksist harekete egemen olmuştu. Rosa Luxemburg, bu görüşün tipik bir temsilcisiydi.
Burada Stalin’in yalnızca kapitalizmin analizi konusunda yaptığı bir hatasına değinmek gerekiyor. Uzun yıllar Sovyetler Birliği’nde Dışişleri ‘Bakanlığı’ yapmış olan, Stalin’e en yakın olan ve onun sağ kolu olarak bilinen Molotov’un işaret ettiği hataya değinmekle yetineceğim. Molotov’un dediğine göre, Stalin, kapitalizmin analizi konusunda kuramsal hataya düşmüştür. Stalin’in kaleme aldığı Sosyalizmin Ekonomik Sorunları (1952) başlıklı kitabı konusunda şöyle diyor Molotov: “Kitabı ne kadar okursam, o kadar çok hata buluyorum”. Onun işaret ettiği hatanın anlaşılması için Stalin’in kitabından bir alıntı yapalım.
“Dünya pazarı bölündükten ve (Amerika Birleşik Devletleri, Büyük Britanya, Fransa) gibi en önemli kapitalist ülkelerin güçlerinin dünya olanaklarına uygulanış alanı daralmaya başladığından beri, kapitalizmin gelişmesinin devresel niteliğinin -üretimin artışının ve kısılışının- buna karşın süregelmesi gerektiği apaçıktır. Böyle olmakla birlikte, bu ülkelerde üretimin genişlemesi, kısılmış bir temel üzerinde oluşacaktır, çünkü bu ülkelerdeki üretim hacmi azalarak gidecektir.” (Stalin, Sosyalizmin Ekonomik Sorunları).
Molotov, Stalin’in şu saptamasını eleştiriyor: Kapitalist ülkelerde üretimin genişlemesi, kısılmış bir temel üzerinde oluşacaktır, çünkü bu ülkelerdeki üretim hacmi azalarak gidecektir.” Ve şöyle diyor: Oysa böyle bir şey olmadı. (Felix Çuyev, Molotov Anlatıyor, s. 265).
3. Kanımca yaygın olan hatalı ve eksik görüşlerden biri; materyalizmin ilerici, idealizmin de gerici olduğu görüşüdür. Oysa durum bu kadar basit değildir. Materyalist felsefeyi savunan biri, siyasal alanda gerici olabildiği gibi; idealist felsefeyi savunan biri siyasal alanda ilerici olabilir. Kimi filozoflar, felsefe tarihini idealizm ile materyalizm arasında bir savaşıma indirgemeyi, eksik bir yaklaşım olarak değerlendiriyorlar. Örneğin artık tarihe karışan sosyalist Doğu Almanya’nın l(DDR) filozoflarından biri olan Georg Klaus, soruna, idealist ve materyalist felsefelerin, düşünsel gelişmeye yaptıkları katkılar açısından yaklaşır. İdealist felsefeyi gerici, materyalist felsefeyi ilerici gören yaklaşımlara karşı düşündürücü argümanlar ileri sürer. Ona göre Platon idealizmi matematiğin gelişimde önemli rol oynamıştır. Platon felsefesinin diyalektik içeriği, Demokritos’un materyalist görüşlerinin içeriğinden daha üstündür. İdealist Leibniz, diyalektiğin gelişimine, materyalist Gassendi’den daha fazla katkıda bulunmuştur. Feuerbach materyalistti, ancak idealist Hegel kadar diyalektiğin gelişimine katkı yapamamıştır.
Klaus’un söylediklerine şu eklenebilir. Hobbes, felsefi açıdan materyalist bir filozoftu, ancak monarşiyi desteklediğinden, siyasal alanda bir gericiydi. Bu nedenle materyalist felsefe ilerici, idealist felsefe gericidir diye genel geçer bir yargıya varılamaz.
Şu anda okuduğunuz yazıyı son sayfasını yazarken, Alper Öztaş arkadaşın, ‘Diyalektik Materyalizmi Savunmak’ başlıklı yazısı yayınlandı. Bana yönelik eleştirilerini başka bir yazıda ele alacağım. Ancak şu iki noktada ortak görüşe sahip olmamız önemli: Birincisi, her ikimizde pozitivizmi eleştiriyoruz, İkincisi her ikimiz de diyalektik materyalizmi savunuyoruz. Ancak, asıl sorun, diyalektik materyalizmden ne anlaşıldığına bağlı. Diyalektik Materyalizm nedir ne değildir? Bu soru ise, Materyalizm nedir? İdealizm nedir? Diyalektik nedir? Metafizik nedir? gibi sorularının yeni bir bakış açısıyla ele alınmasını gerektirir. Bunu bir başka yazımda ele alacağım.