İnsan soyuna yardım edebilmek için
felsefe, düşkün ve zayıf insanları
ayağa kaldırmalı ve onları
yönlendirmelidir.
Giambattista VİCO
Daha önceki yazımda Engels’in diyalektik anlayışındaki bazı sorunlara dikkat çekmeye çalışmış; onun, doğadaki diyalektik ile toplumdaki diyalektik arasındaki farkı yeterince bilince çıkarmadığını vurgulamıştım. Doğa ve toplumdaki hareketi eşitleyen bakış açısının, iki tür bilgi arasındaki farkı ortadan kaldırdığını belirtmiştim. Doğa ve toplumdaki gelişmeyi birbirinden ayırmayan böylesi bir bakış açısının, sonuç olarak, toplumsal alanda bilinç, irade, amaç gibi olguların önemini küçümsemeye yol açtığına işaret etmiştim. Ayrım yapmayan yaklaşım, doğadaki determinizmi toplumsal alana uygulamaya çalışmasından dolayı, doğa bilimlerini abartırken, felsefeyi küçümsemiştir. Böylesi bir yaklaşım ise, Marksizm ile Pozitivizm arasındaki sınırların ortadan kalkmasına ve pozitivist eğilimlerin Marksizme sızmasına yol açmıştır. Engels, doğa ve toplum bilimleri arasındaki düalizme karşı durma adına, ikisi arasındaki farkı dikkate almayan bir tutum sergilemiştir.
Yazıma bir eleştiri yöneltildiğini bazı dostlarım bana bildirince, hem meraklandım hem de sevindim. Meraklandım; acaba ne yazmıştır diye. Sevindim; çünkü bazı önemli felsefi sorunlar üzerine yapılan tartışmanın, düşünceyi ilerleteceğini varsaydığım için. Ancak, okuyunca ikili bir hayal kırıklığı yaşadım. Öncelikle yazımı eleştiren Alper Öztaş’ın, beni hiç anlamadığını gördüm. Sorunsalımı, neyi dert edindiğimi, niçin böylesi bir yazıyı kaleme alma gereği duyduğumu göz önüne almadan; bunlara üzerine hiç kafa yormadan sarılmış kalemine. Ayrıca yazısı, içerik açısından zayıf; çünkü Cafer Güler ile birlikte yazdıkları “Sistematik Diyalektiğin Diyalektik Materyalist Eleştirisi” başlıklı yazıda, Thomas T. Sekine adlı yazara yönelttikleri eleştirinin aynısını tekrarlamaktadır.
Thomas T. Sekine, neyi savunuyor? Şunu: Hegelci diyalektik, toplum biliminde kullanılırken, doğa bilimlerinde kullanılmaz. Oysa ben, hem doğadaki hem de toplumdaki değişimlerin diyalektik olduğunu vurguluyorum. Ancak bu iki tip değişim ve iki tip diyalektik arasında önemli bir fark olduğunun altını çiziyorum. Şöyle ki; doğada değişim ve gelişim, öznellikten yoksundur; doğadaki nesneler (bitkiler, güneş sistemi, gezegenler vb.) bir bilince sahip değiller. Oysa toplumdaki değişimler öznelliği, bilinci vb. gerektirir. Hegel, birçok eserinde doğa ve toplum diyalektiği arasında ayrımı özellikle vurgulamıştır.
Üzerine düşünüldüğünde şunu saptamak mümkündür: Doğa ve toplum diyalektiğini aynılaştırma çabaları, burjuva uygarlığının yaklaşımıdır ve egemenliğini sürdüren burjuvazinin sınıf çıkarlarını yansıtmaktadır. Çünkü doğadaki determinizmi bire-bir topluma aktarmak, kaderci bir bekleyişe zemin hazırlar; toplumsal değişimler için, bilinç, irade ve amaç gibi tinsel olguların önemi görmezden gelir. II. Enternasyonal’in sığ Marksizm anlayışının doğurduğu sonuçlar, yeterince biliniyor sanırım.
Alper Öztaş, doğa ve toplum diyalektiği arasındaki ayrımının önemi üzerine yeterince kafa yormadığından, karşıtlık ve çelişki arasındaki farkı anlama yönünde bir çaba gösterme gereği duymuyor. Öztaş’ın yazısında göze çarpan olgulardan biri kullandığı kavramlardaki bulanıklıktır ki, bu bulanıklık, diline ve kullandığı kavramlara yansımış durumda. Örneğin iki kavramı, yani pozitivizm ve metafizik kavramlarını açıklamadan, görüşümü “pozitivist metafizik” olmakla itham ediyor. Üstelik bu iki kavramı yan yana getirmek kavram karışıklığının ürünüdür. Çünkü pozitivizm, olguların ve deneyin ötesine geçen her düşünceyi, metafizik olarak algıladığı için, genelde her türlü metafiziğe ve felsefeye karşıdır. Metafizik konusunda ise birçok görüş vardır. İdealistler, materyalistler ve pozitivistler, metafizik konusunda farklı tanımlar yapmaktadırlar. Engels’in ontolojiyi küçümseyen yaklaşımı sorunludur. Çünkü ontolojiden uzaklaşan her görüş, gizli bir öznelliğe ve nihilizme kucak açar.
Alper Öztaş, doğa ve toplumdaki hareket arasında, dolayısıyla doğa bilimleri ve onun yöntemi ile toplum bilimleri ve onun yönteminin ayrı olduklarına itiraz etmektedir. O zaman yapması gereken, ya doğadaki nesnelerin bir bilinci olduğunu ya da toplumsal alanda da bilinç olmadığını göstermesi gerekir. Ancak böyle bir çabaya da girişmiyor.
Dolayısıyla Alper Öztaş’ın yazısında yaşadığım ikinci hayal kırıklığım ise, uzun zamandır eleştirdiğim sığ bir diyalektik anlayışın ve sığ bir Marksizm görüşünün egemenliğinin hâlâ sürmüş olduğunu görmemdir. Öztaş, “günümüzde gittikçe yaygınlaşan Engels eleştirileri”nden yakınıyor. Oysa Engels’e yönelik eleştiriler, 1890’lı yıllardan itibaren gündemdedir. Özellikle Hegelci geleneğin bir dönem güçlü olduğu İtalya’da, bazı düşünürler tarafından Engels’in doğa ve diyalektik arasındaki ilişkiyi yanlış anladığı dile getirilmiştir. Örneğin Marx’tan bağımsız olarak “tarihsel materyalizmi” keşfetmiş olan İtalyan düşünür Antonio Labriola, Engels’i pozitivizme eğilim göstermekle itham etmiştir. Asıl amacım, Engels’i eleştirmek değil, insanlığın kurtuluşu konusunda önemli bir rol oynayacağını düşündüğüm Marksist teorideki eksikliklere ve yanılgılara işaret ederek, bunları aşma çabasına destek olabilmektir.
Öztaş, “Doğanın Diyalektiği”ni yazan Engels”ten bahsediyor. Engels’in kitabının başlığı konusunda küçük bir bilgi vermeyi gerekli görüyorum. Doğa üzerine araştırmalar yapan Engels, bu çalışmasına bir başlık koymamıştı. Engels’in doğa üzerine araştırmaları, 1925 yılında Sovyetler Birliği’nde kurulmuş olan Marx-Engels Araştırma Enstitüsü’nün başkanı olan D. Rjasanow tarafından “Doğa ve Diyalektik” başlığı altında yayımlandı. Bu başlık 1935’den sonra “Doğanın Diyalektiği” olarak değiştirilir. Sovyetler Birliğinde diyalektiğin dogma haline gelişi, muhtemelen böyle başlıyor. Kendisiyle tanışma şansına sahip olduğum Alman filozofu Hans Heinz Holz, SSCB’de felsefenin, ideolog Jdanov'un yozlaşmış materyalizmine saplanıp kaldığına dikkat çekmişti. Yozlaşmış bir materyalist, determinist, sığ bir Marksizm anlayışının çok yaygın olduğu bir sır değil.
Bu nedenle, doğadaki değişim ile toplumsal alandaki değişimin birbirinden farklı olduğunu yeni argümanlarla ortaya koymam gerekir. Görüşlerimin çıkış noktasını, bir makalenin çerçevesine sığacak bir şekilde kısaca açıklamakta yarar görüyorum:
-
Madde ve bilinç, nesne ve özne ontolojik olarak birbirinden ayrılmazlar. Ontolojiden kopuk olan epistemoloji sorunludur. Madde ile bilinç arasındaki ilişkide hangisinin hangi durumda birincil olduğunu belirlemek için ontolojiye uygun bir epistemoloji gereklidir.
-
Madde-bilinç ve özne-nesne düalizminin kökleri, geçmişe dayanmaktadır. Bu köklerden biri, materyalizm ile idealizmi karşı karşıya getiren eksik ve hatalı yaklaşımdır.
-
Madde ve bilincin ayrılmaz birliği, özünde materyalizm ile idealizmin bir sentezini gerektirir.
-
Bilincin ilk kaynağı maddedir; bu durumda madde birincil bilinç ikincildir. Ne var ki verili gerçekliğin ve verili teorilerin ötesine geçmek, gerçekliği değiştirecek aktif bilinci gerektirir. Bu durum ise, bilincin birincil ve belirleyici olmasını; bir başka deyişle, politikanın ekonomi karşısında öncel olmasını gerektirir. Dolayısıyla koşullara göre, bazen madde, bazen de bilinç birincil ve belirleyici olur. Bugünün dünyasında kapitalizmi aşmak, amaç, bilinç, irade ve örgütlenme gibi tinsel etkinliklerin önceliğini gerektirir.
-
Doğa, esas olarak zorunluluklar ve kısmen tesadüfler alanıdır; Toplum ise hem zorunluluklar, hem tesadüfler hem de özgürlükler alanıdır.
-
Doğa tarihini insan yapmaz, ama toplumsal tarih, insan etkinliğinin ürünüdür.
-
Doğadaki hareket, sürekli kendini tekrarlayan döngüsel bir harekettir. Oysa toplumdaki hareket, olup biten değişimler, esas olarak Tinin ileriye yönelik değişimleridir.
-
Doğadaki hareket, bilinçsiz bir harekettir. Yasalara uygun olarak güneşin çevresinde dönen gezegenler, bu konuda bir bilince sahip değildirler. Oysa toplumdaki hareket, insanların bilinç, irade ve amaçlarını gerektirir.
-
Doğadaki hareket ve değişim, genel olarak sakin ve dingin bir biçimde seyreder. Oysa toplumsal yaşamda, köklü değişimler, sert kavgaları ve mücadeleleri gerektirir.
-
Doğadaki hareket, bir İdea’dan yoksunken, insanların etkinlikleri bir amaca, İdea’ya yöneliktir.
Doğa tarihi ile toplum tarihi, dolayısıyla iki tür bilgi biçimi arasında ayrım yapan ilk düşünürlerden biri, İtalyan düşünürü Giambattista Vico’dur. Vico'nun görüşünü olumlayan Marx da, Kapital’in I. Cildinde şöyle yazar: “İnsanlığın tarihini doğa tarihinden ayıran şey, ilkini bizim yapmamız ve ama ikincisini bizim yapmamamızdır.” (Marx, Kapital Cilt 1, s. 326). Düalizme karşı duran Öztaş, doğa ve topluma aynı yöntemle yaklaşmayı savunmaktadır. Bu yanlış görüşün arkasında yatan neden, özne ile nesne arasında farkın, düalizm olarak algılanmasıdır. Özne-nesne ilişkisi konusuna doğru yaklaşım, özne-nesne düalizmine düşmeden, ama özne ile nesneyi aynılaştırmadan, aralarındaki farkı görmeyi gerektirir.
Özne-nesne ilişkisi, felsefenin en önemli konularından biridir. Basit gibi görünen, ancak çok karmaşık olan sorunun anlaşılması önemlidir: Bu nedenle, Hegel’in özne-nesne ilişkisi konusundaki görüşü ile pozitivizmin bu konudaki görüşü arasındaki farkın ortaya konulması gerekir.
Pozitivizm, özne ve nesneyi birbirinden ayırır; her ikisini karşı karşıya getirir. Pozitivizmin özne-nesne ilişkisi konusundaki yaklaşımın eksikliğini ortaya koyan ilk önemli filozoflardan biridir Hegel. İlk önemli yazısı olan Differenz (Fichte'nin ve Schelling'in Felsefe Sistemleri Arasındaki Fark) başlıklı incelemesinde özne-nesne ilişkisi konusunda şu değerlendirmeyi yapıyor. Hegel açısından, Fichte’nin görüşü, öznelliğin ağır bastığı bir görüştür; yani özne tarafından yaratılan nesnel dünya varsayımına dayanmaktadır. Bir başka deyişle, öznelerin nesnel dünyayı nasıl gördüğüne dair bir yaklaşım söz konusudur. Hegel bu yaklaşımı “öznel özne-nesne” olarak adlandırır. Schelling ise, doğadaki nesnelerin zihnimize nasıl girdiği ve öznel deneyimlerimizi nasıl belirlediği ile ilgilenir. Schelling’in yaklaşımını ise “nesnel özne-nesne“ olarak adlandırdığı biliniyor. (Hegel, Hegel Werke 2, s, 52–110).
Hegel açısından özne ve nesne arasında çifte bir özdeşlik vardır; yani bir taraf özneden hareketle nesneye, diğer yanda nesneden hareketle özneye yaklaşır. “Bu nedenle bu özdeşlik, doğru bir şekilde özne-nesne olarak belirlenir, çünkü kendisi hem biçimsel ya da öznel kavramdır, hem de bizzat nesnedir.” (Pinkard, Hegel, s, 336).
Hegel’in, bu çifte özdeşliği içeren yaklaşımı, bir birlik olarak, yani Ben-Biz ve Biz-Ben ilişkisi olarak da anlaşılabilir. Bu birlik üçlü bir şeyi içermektedir: 1) “Öznel özne-nesne”; 2) “Nesnel özne-nesne”; 3) Bu ikisinin sürekli karşılıklı ilişkisini gözeten, ama aynı zamanda nesne ile öznenin farklılığını da içeren birliği.
Özetle; doğadaki hareket ve nesneler, insan bilincini şart koşmazlar; insan bilinci olmadan varlıklarını sürdürürler. İnsan bilinci, doğadaki gelişmeleri yansıtır sadece. Oysa toplumsal yaşam ve tarih, insanın etkinliği tarafından yaratılır. Öte yandan doğa ve toplumdaki gerçekliğin kavramlaştırılması, insan bilincini gerektirirler. Nasıl ki madde olmadan bilinç olmazsa, bilinç olmadan da nesnel dünya kavramlaştırılamaz. Demek ki, kavramlar hem nesnel hem de özneldirler. Bir örnek vermek gerekirse ‘Orman’ kavramı, hem nesnel hem de özneldir. Nesneldir, çünkü reel bir şeyi ifade etmektedir. Özneldir, çünkü elle tutulamayan gözle görülemeyen ideel bir şeydir. Oysa toplum, insan tarafından yaratılan ve kavramlaştırılan bir gerçekliktir.
Diyalektik Materyalizm, materyalizmin ve idealizmin sentezidir.
Uzun araştırmalarım sonucu, özellikle Hegel felsefesini Almanca kaynaklardan incelemelerimin sonucu, materyalizm ile idealizmin tek yanlı olduklarını düşündüğümden, yaygın görüşlerin tersine diyalektik materyalizmin, bu ikisinin sentezi olduğunu savunuyorum. Bu görüşümün, 150 yıldır sosyalistler arasında yaygın olan görüşlere karşıt olduğunun bilincindeyim. Bu nedenle, hem materyalizmin hem de idealizmin tek yanlı olduklarını, hem de doğa ve toplumdaki gelişmelerin birbirinden farklı olduğunu özet olarak açıklamak durumundayım.
Neden idealizm ve materyalizm karşıtlığı doğdu? Neden filozoflar, idealizm ile materyalizm arasında seçim yapmak zorunda kaldılar? Bu ayrımın elbette çok çeşitli, ekonomik, toplumsak, tarihsel ve entelektüel nedenleri vardır. Bu konu başlı başına ayrı bir yazıyı gerektiriyor. Sadece tarihsel ve entelektüel nedenlerden birine değinmekle yetineceğim. Önemli bir neden, 1804–1872 yılları arasında yaşamış olan Alman filozofu Ludwig Feuerbach’ın bir saptamasına dayanmaktadır. Feuerbach’a göre, felsefe tarihi, özünde idealizm ile materyalizm arasında süregelen mücadelenin tarihidir. Bir tarafta maddeye öncelik tanıyarak dünyayı açıklamaya çalışan felsefi akım olan materyalizm; diğer yanda doğayı, doğaüstü güçlere dayanarak açıklamalar getiren idealizm, birbirlerini çürütmek için aralıksız mücadele yürütmüştür. Birçok filozof, bu iki büyük felsefi okuldan biri için karar vermek durumunda kalmıştır.
Bu yazı materyalizm ile idealizmin tek yanlı olduğundan hareket etmektedir. Materyalizm ve idealizm neden tek yanlıdır? Bu ikisinin sentezi neden gereklidir?
Öncelikle materyalizm, bilginin ilk kaynağının madde olduğunu vurgulaması açısından önemlidir. Materyalistler, doğanın ve doğadaki nesnelerin varlığının, insan bilincinden bağımsız olduğunu; duyular ve nesne arasındaki karşılıklı ilişkinin bir yanılsama olmadığını ileri sürdüler. Olması gerekeni aramak yerine, olanı aramaya yöneldiler. Dünyayı ve onu algılayan duyuları kabul ederek, insanın doğayla olan özgün ilişkisinin dayandığı beş duyuya sahip olduğuna; duyusal algının ilk unsurlarına, yani düşüncenin zorunlu, biricik öncülüne dikkat çektiler. Metafizikçileri skolâstik saçmalıklarından uzaklaşmaya, sis bulutlarından aşağı inmeye çağırdılar, onları şimdiye ve nesnel gerçekliği anlamaya davet ettiler.
Ancak materyalizm, bazı yönlerden eksik ve tek-yanlıdır. Duyu organlarına sahip olan bireyden yola çıkar ve organik bir bireşime (senteze) ulaşabilme gücünden yoksundur. Çünkü duyu verileri kendilerini sentezleyemezler. Onları sentezleyen bir yeti, yani Verstand (Anlak) gereklidir. Ayrıca duyuları temel alan materyalizm, toplumu, bireylerin soyut bir toplamı ve insan kişiliğini de, mekanik süreçlerin ve maddesel tekil parçacıkların toplamı olarak görür. Bilincin rolünü önemsemeyen her türlü materyalizmin, mekanik materyalizme saplanması rastlantı değildir. Nihayet Marx, Feuerbach Üzerine Tezler’in I. maddesinde, Feuerbach da dâhil olmak üzere her türlü materyalizmin, bilinci maddenin pasif yansıması olarak görmesini eleştirmiş, aktif öznenin idealizm tarafından geliştirildiğini vurgulamıştır. Her şeyin maddeden, ekonomik temelden kaynaklandığı ileri süren materyalizm, düşünce tembelliğine götürmekte ve kolaycılığa yol açmaktadır.
Materyalizm, bilginin maddi kaynağına dikkat çekmekle yetindiği için tek yanlıdır. Çünkü bilincin madde üzerindeki aktif rolünü ihmal etmektedir. Materyalizm, aktif özne, bilinç, irade, eylem ve amaç gibi tinselliklerin toplumsal değişimdeki rolünü doyurucu bir biçimde açıklama gücünde değildir. Dahası materyalizm, tekile, bireye önem verdiğinden tümel olanı ve İdea’yı ortaya çıkarma yeteneğinden yoksundur. Materyalizm, yalnızca deneyime önem vermektedir. Oysa tek başına deneyim, bir teorinin yanlışlığını veya doğruluğunu göstermek için yeterli değildir.
İdealizmin tek yanlı olmasının nedenlerine gelince; idealizm, özünde bilincin, iradenin, amacın önemini açığa çıkarırken, bu tip olguların maddi kökenlerini görmezden gelir. İdealizm, tümel olandan, İdeadan, yani kişisel olmayan Akıldan yola çıkar ve genellikle somut, bireysel insanı gözden kaçırır.
Marx’tan çok önce Hegel, materyalizmin ve öznel idealizmin tek-yanlıklarını ortaya koymuştur. Ortaya çıkan yeni araştırmalar, Hegel’in yarı-idealist ve yarı-materyalist olduğunu ortaya koymaktadırlar. Lenin, Felsefe Defterleri başlığı altında yayınlanan notlarında, Hegel’in (diyalektik materyalizm dışında) her türlü materyalizme darbe indirdiğini vurgular. Marx da kaba materyalizmi eleştirdiği ve aktif özneye dikkat çektiği için, hem materyalist hem de idealist olarak tanımlanabilir. Lenin, Hegel’i okuduktan sonra II. Enternasyonal’in mekanik materyalizmden kopar. Lenin, Hegel okumaları sayesinde öznelliğin ve bilincin yaratıcı gücünü şöyle ifade eder: “İnsan bilinci, yalnızca nesnel dünyayı yansıtmaz, aynı zamanda yaratır da.” (Lenin, Philosophische Hefte, Lenin Werke 38, s. 203. Ayrıca Bkz. Lenin, Felsefe Defterleri, s. 172). Lenin’in sosyalizme geçişi savunmasında Hegel okumalarının etkisi olduğu, birçok araştırmacı tarafından açıklığa kavuşturulmuştur.
Materyalizm ile idealizmin sentezi neden önemlidir? Materyalizm yalnızca tekili, idealizm ise yalnızca tümeli önemser. Önemli olan tekil ile tümelin uyumlu bireşimidir. Ancak bu uyumlu bireşim, materyalizm ile idealizmin uygun sentezini gerektirir. Materyalizm, bireyi tümelin tiranlığına karşı korur. Bütünlüğe ve tümele önem veren idealizm ise, toplumu rasyonel bir şekilde örgütlerken, toplumun atomlara ve bireyci kişiliklere çözülmesine engel olabilir. Öte yandan tek başına ne materyalizm ne de tek başına idealizm dünyayı anlayıp kavrayabilir. Ne yalnızca madde, ne de sadece bilinç, dünyayı açıklayıp kavramaya yetebilir.
Marx ve Engels, geçmişte Alman İdealizmine karşı, maddi unsurlara ve ekonomik temele aşırı vurgu yapmayı gerekli gördüler. Son yıllarında Engels, ekonomik yana gerektiğinden fazla ağırlık verip, diğer üst-yapı unsurlarını ihmal etmelerinden dolayı Marx ile kendini sorumlu tuttuğu biliniyor. Dolayısıyla tek-yönlü, indirgemeci olmayan çok yönlü ve bütünsel bir yaklaşım, günümüzde her zamankinden daha fazla gereklidir.
Yaşamının son yıllarında, gençler arasında kaba materyalizmin (ekonomik materyalizm) yaygın olduğunu gören Engels, 21 Eylül 1890 tarihinde Joseph Bloch’a yazdığı bir mektupta şöyle bir özeleştiri yapacaktı:
Gençlerin zaman zaman, ekonomik yana gerektiğinden daha çok ağırlık vermelerinden, kısmen Marx ile ben sorumluyuz. Hasımlarımızın karşısında onların yadsıdıkları ana ilkeyi, özellikle vurgulamamız gerekiyordu ve o zaman karşılıklı etkiye katılan öteki etkenlerin hakkını verecek ne zamanı, ne yeri, ne fırsatı bulabildik. (Engels, MEW, s. 462)
Engels’in eleştirdiği bu yaklaşım tarzı, II Enternasyonalin teorisyenlerinin büyük çoğunluğunda egemen görüş haline geldi. Engels, doğa bilimlerini abartan söylemleri aracılığıyla Avrupa Marksist hareketinde felsefenin küçümsenmesine vesile oldu.
Felsefe ve Bilim İlişkisi
Felsefe ile doğa bilimleri arasındaki ilişki, bir açıdan idealizm ile materyalizm arasındaki ilişki ile bağlantılıdır. Nasıl ki düalizmin keskin neşteri, idealizm ile materyalizmi birbirinden ayırmışsa, felsefe ve bilimi de birbirinden koparmıştır. Oysa nasıl ki, madde ve bilinç birbirinden ayrılamazsa, bilim ve felsefe de birbirinden ayrılamaz. Her ikisi, gerçekliğe yaklaşımın birbirini tamamlayan iki yanını ifade eder. Doğa bilimleri, tikeli ele alırlar ve deneye dayanırlar. Felsefe tümelden hareket eder; deneyin sınırlarının ötesine geçer. Felsefe olmadan bilim kör; bilim olmadan felsefe içeriksiz ve boştur.
Geçmişte felsefe ve bilim, uzun zaman birlikte geliştiler. Antikçağ’da (yaklaşık M.Ö 700- M.S 500) felsefe ve bilim iç içeydi, ayrışmamıştı. Platon (M.Ö. 428–349) için doğa bilimleri felsefenin bir alt koluydu. Platon’un öğrencisi olan Aristoteles (M.Ö. 384–322), empirik araştırmalara önem vermeyen hocasının görüşlerini eleştirmiş ve eksik bulmuştur. Aristoteles’e göre, Platon da Sokrates gibi, ilgilerini yalnızca ahlak sorunlarına yönelterek, doğa üzerine araştırmaları ihmal etmiştir.
Antikçağ’da, felsefe ve doğa bilimleri iç içe olduğu için, filozoflar, hakikatin araştırılmasını iyinin araştırılmasından bağımsız olarak ele almıyorlardı. “Doğru nedir?” sorusu “iyi nedir” sorusu ile birlikte ele alınıyordu. Yani sadece doğru olan değil, iyi olanın da ne olduğu incelemelerin konusuydu. Ne var ki, daha sonraki çağlarda felsefe ve bilimin birbirinden ayrılması sonucu, “doğru” ve “iyi” olan birbirinden ayrıldı. Doğa bilimcileri, sadece kesin bilginin, doğru bilginin araştırılmasına yöneldiler. İyi olanın ne olduğunun araştırılmasını felsefeye bıraktılar, ancak giderek felsefeden de uzaklaştılar.
Ortaçağ’da skolâstik düşüncenin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan düalizm, yeniden bilim ve felsefe arasında bir bölünmeye yol açtı. Birey ve toplumu, yaşam ile yaşayanları, düşünce ile düşünenleri, özetle madde ile bilinci birbirinden ayıran düalizm, o koşullarda teolojinin ve idealizmin güçlenmesine zemin hazırladı. İnancın hizmetine giren felsefe, doğa bilimlerini küçümsedi. Ruhun ölümsüzlüğü adına maddi dünyayı hor gördü. Ortaçağ, teolojinin ve idealizmin egemen olduğu bir çağdır. Bu dönemde, felsefe ve bilim, birbirlerine karşı nefret duyarak, karşılıklı güvensizlik içinde büyüdüler. Her ikisinin de birbirine karşı o kadar köklü önyargıları oluştu.
Kapitalizmin çocukluk evresine denk düşen Rönesans, materyalizmin yeniden doğuşuna ve empirik araştırmaların, ilerleme yönünde başarıyla yürümesine yol açmıştır. Felsefe, ulaşılamaz yüksekliklerde dolaşarak doğanın sırlarını açıkladığını ileri sürerken, bilim ise, daha alçakgönüllü bir tavırla, deneye önem vererek, deneyin önünde eğildi.
Reformasyon ise, idealizmin gelişimini destekleyip yüreklendiren bir dönem olmuştur. Bu iki gelişme, yeniçağın önüne ikili bir görev koymuştur: Birincisi, çağdaş empirizmin babası olan R. Bacon ile idealizmin babası olan Descartes'ın bir bireşimini yapmak, ikincisi ise, aydınlanmış materyalizm ile Hegelci idealizmin sentezini gerçekleştirmek.
Ne var ki, bilim ve felsefenin sentezi, tam anlamıyla başarılamadı. Son 200 yıldır, doğa bilimlerindeki keşiflerin ve ilerlemelerin, felsefe üzerinde olumsuz etkisi oldu. Doğa bilimlerindeki gelişmeler, pratik yaşamı kolaylaştıran araçlar ve ürünler yarattı. İlk önce mekanikçilerle birlikte diğer doğa bilimleri, yeni keşiflerle yaşamımızı kolaylaştırdılar. Makineleri kullanarak, karmaşık ve zor üretim biçimlerini basitleştirerek, daha az çabayla üretimi artırma olanağı sağlayan doğa bilimleri, en önemli sosyal sorunun çözümü için, yani insanın elini kesintisiz, zahmetli işten kurtarmak için araçlar sağladılar. Elektronik alandaki teknik devrimler, internet ve dijital iletim araçları, haberleşmeyi, bilgiye ulaşmayı hem hızlandırdı hem de kolaylaştırdı.
Burjuvazinin yükselişine paralel olarak gelişen bir olgu ise, doğanın matematiksel olarak ifade edilmesidir. Descartes ile başlayan Yeniçağ Felsefesi matematiksel mantığın etkisinden kurtulamadığı için, tarihi ve felsefeyi, doğa bilimlerinde egemen olan mantığa uygun bir yorumlama çabasına girmiş ve bu çaba egemen hale gelmiştir. Bu durum ise, felsefe ve tarihin, doğa bilimlerinde egemen olan matematiksel mantık şemasına sıkıştırılması sonucunu doğurmuştur. Matematik bilimi, kesinlik sunması açısından önemlidir. Ancak matematiksel mantık, içerikten çok yönteme, nitelikten çok niceliğe önem veren bir mantıktır. Kesin bilgiyi olanaklı kılan matematik, “doğru” ile “yanlış” arasında ayrım yapabilirken, “iyi” ile “kötü” arasında ayrım yapma yeteneğinden yoksundur. Hegel, matematik biliminin hem amaç hem de araç açısından yoksul olduğunu dikkat çekmişti. Matematik, hem amaç hem de araç açısından yoksun bir bilimdir. Amaç açısından yoksundur, çünkü matematik nitelik bilimi değil, nicelik bilimidir; amacı, nicel büyüklüğe yöneliktir. Araç ve malzeme açısından da yoksundur, çünkü matematiğin araçları uzam (Raum) ve sayıdır.
Hegel’e göre, tarihsel ve toplumsal gelişmeyi açıklayamayan matematiğe karşı yeni bir araca ve yönteme başvurmak gerekiyordu. İnsan bilincinin tarihsel süreç içerisinde değiştiğini ancak felsefe ortaya koyabilirdi. Ne yazık ki, doğa bilimleri, soyut kavramlar ortaya atan ve genel olarak tekil olmadan var olan bir tümelleri ileri süren felsefeye karşı olumsuz yaklaştılar. Engels’in felsefeyi küçümseyip, doğa bilimlerine önem vermesinde doğa bilimlerindeki gelişmelerin etkisi olmuştur.
Doğa bilimleri, esas olarak verili durumu açıklamaya çalışırlar. Tikeli konu edindiklerinden, bütünlüğü açıklamayı dert edinmezler. Bütünsel bilginin imkânsız olduğu varsayımından hareket eden doğa bilimleri, belirli bir İdea’ya sahip değiller. İdea’dan, dolayısıyla idealizmden yoksun olan doğa bilimcilerinin materyalizmi, insanı verili koşullara boyun eğmeye götürür. Dolayısıyla pozitivizm, maddeyi dönüştürme olanağından ve dolayısıyla idealizmden yoksun olan materyalizmin bir çeşididir.
Doğa bilimcileri, esas olarak bir düşünce biçimi olan Verstand (Anlak) ile yetinmektedirler. Daha üstün bir düşünce biçimi olan Vernunft’un (Us), bütünlüğü kavrama gibi en doğal ve haklı talepleriyle ilgilenmedikleri gibi, insanın “çözemeyeceği” şeylerle uğraşmaması gerektiğini ileri sürdüklerinden, felsefeye karşı ilgisiz kalmaktadırlar. Doğa bilimcileri için hakikatin ölçütü, Us (Vernunft) değil, yalnızca inandıkları duyusal kesinlik ve deneydir. Onlar tarafından düşünme, nesnenin dışında olan, tamamen kişisel bir eylem olarak algılanır. Böylesi bilimciler, felsefeye ve onun yöntemine karşı küçümseyici bir tavır içindedirler, çünkü onu yalnızca skolâstik tanımların toplamı olarak sanmaktadırlar.
Ne var ki, doğa bilimcilerinin empirik araştırmalarının karşılaştıkları sorunlar, onları felsefeyle ilgilenmeye zorlamaktadır. Bütünsel bilginin imkânsız olduğu varsayımı, gerçek bilimcileri sakinleştiremez! Gerçekliği kavramayı amaç edinen bilim insanları için, bir yerde durup kalmak imkânsızdır. Çünkü bilgiye âşık birinin doğada gömülü bir hazineyi tanımak istememesi ve gerçeği aramaması düşünülemez. Bugün, insanlığa gerekli olan, hem “doğru” hem de “iyi” olanın birliğini gerçekleştiren düşünce tarzıdır; bu ikisini birleştirecek yeni bir Ussallık, en acil ihtiyaçtır.
Felsefenin Sonu
Engels’e göre, Hegel ile felsefe sona ermiştir, artık geleceğin görevi, felsefi bilgi değil, pozitif ve bilimsel bilgidir. Şöyle yazmıştı Engels
Felsefenin işi bitmiş olduğundan, “her türlü ‘mutlak hakikat”ten vazgeçilir ve bunun yerine diyalektik düşüncenin yardımıyla, pozitif bilimler ve bu bilimlerin sonuçlarının sentezi yoluyla ulaşılabilir göreli gerçeklerin ardına düşülür. Felsefenin genel olarak sona erişi Hegel iledir.
Engels’in Hegel felsefesi konusundaki yorumunun çok olumsuz sonuçları oldu. Marx sonrası Marksistleri, Hegel’in eserleriyle ilgilenmekten alıkoydu. Daha doğrusu birçok Marksist, Hegel’i incelememek için, Engels’in yorumunu bahane olarak kullandı. Marksistlerin her bir kuşağı tarafından diyalektik meselesi, yeniden incelenecek ve geliştirilecek bir şey değil, sadece uygulanacak bir yöntemdir. Bu yöntemin sonucu olarak gelecek, doğal olarak bilimsel materyalizmde yatmaktadır. Dolayısıyla Marksist olmak için esas önemli olan şey, idealizm karşısında materyalizmi ve böylelikle pozitif bilimleri seçmektir.
Alman Marksist’i Karl Korsch, Marksizm ve Felsefe (1923) başlıklı önemli eserinde, bilimi abartan ve felsefe ve diyalektiği küçümseyen, devrimci pratiğin yerine eleştiriyi geçiren ve pozitivizmin batağına batan II. Enternasyonal’i eleştirir. II. Enternasyonal’in önemli teorisyeni olan Hilferding’in pozitivist görüşünü eleştirir. Hilferding’e göre, Marksizmin teorisi gibi, politikası da bilimseldir ve değer yargılarından uzaktır. Oysa Korsch açısından, bırakın politik alanı, doğa bilimcileri bile değer yargılarından tamamen uzak değillerdir.
Korsch, felsefenin ihmali konusunda üç neden göstermektedir.
Birinci neden, Marx ve Engels’in felsefeyi aşma veya rafa kaldırma konusunda ileri sürdüğü görüştür. Marx ve Engels’in “felsefenin ortadan kalkması” şeklindeki söylemleri de Marksist Hareket’te felsefeye karşı bir ilgisizliğe açık kapı bırakmıştır. Marx ve Engels sonrası dönemde Marksistlerin çoğu, bu konuda hiçbir sorun görmediler. Ustalarının verdiği talimata uydular, ama sadece Hegel felsefesini değil, her çeşit felsefeyi bir kenara ittiler.
Felsefenin ihmal edilmesinin daha önemli olan ikinci nedeni ise, II. Enternasyonal Marksistlerinin çoğunluğunun, Marksizmin sırf bir bilim olduğunu savunması, Marksizmin kendine özgü bir felsefeye sahip olmadığını düşünmesiydi. Bu konuda, burjuva felsefe profesörlerinin iddiasıyla ( Marksizmin bir felsefesi yoktur) aynı ortak görüşe sahiplerdi.
Felsefenin ihmal edilmesinin üçüncü nedeni, burjuva filozof ve tarihçilerinin, 19. yüzyılın ortasından itibaren, Hegel felsefesinden ve özellikle diyalektikten kopmaları, salt felsefe tarihi konusunda araştırmalara geri dönmeleridir. Felsefeyi, düşüncelerin arka arkaya sıralanmasına indirgediler. Felsefeyi, gerçek yaşamdan kopardılar, oysa Hegel açısından felsefe, çağın bilincidir. Korsch’un iddiasına göre, henüz 1850’lere varmadan, koskoca Hegel felsefesini Almanya'da anlayacak neredeyse hiç kimse kalmadığı için, 1860’lı yıllardan sonra sığlaşmış Kant felsefesi egemen hale geldi. Dolayısıyla burjuva felsefesi, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra hem sığlaştı, hem Hegel felsefesi konusunda üç sınır veya dar kafalılık açığa çıktı.
Birinci dar kafalılık kendini şu şekilde gösterdi: Akademik düşünürlerin çoğu, Hegel felsefesinin, onun çelişki mantığının bilimlerde ve toplumsal pratikte sürdüğünü ve süreceğini göremediler. İkinci tür dar kafalılık ise, Almanya’da ölü köpek olarak ilan edilen Hegel felsefesine, Almanya dışında bir ilginin gelişebileceğinin ön görülememesidir. Dar kafalı Almanlar, Almanya’nın dışında filozof olduğunu, Hegel felsefesine ilginin olduğunu ve onun felsefesinin etkisinin sürdüğünü fark edemediler. Alman burjuva filozoflarının dar kafalılığının üçüncü biçimi, onların burjuva toplumunun ufku dışına çıkamayışıdır.
Oysa Lenin, “Hegel'in tüm Mantığı incelenmeden ve kavranmadan, Marx'ın Kapitali ve özellikle Kapital’in I. Bölümü tam olarak kavranamaz. Dolayısıyla hiçbir Marksist ondan yarım asır sonra bile Marx'ı anlamadı” demekle yetinmedi. Sağlam ve tutarlı bir felsefe olmadan doğa bilimlerindeki gelişmeleri doğru yorumlamanın mümkün olmayacağına da işaret etti. Çünkü sağlam felsefi temeller olmadan, burjuva düşüncelerin saldırıları ve burjuva dünya görüşünün sürekli kendilerini yenilemesi ve tekrar geri gelmesi karşısında ayakta kalmak çok zordur. Felsefi alanda savaşı kazanabilmek ve tam bir zaferle sonuçlandırabilmek için, doğa bilimleri alanındaki gelişmeleri doğru yorumlamak ve bu gelişmelerin ortaya çıkardığı sorulara doğru cevap bulmak son derece önemlidir: Lenin’e göre doğa bilimlerindeki devrimler, burjuva modasına tapan entelektüelleri gerici eğilimlere sürüklemektedir.
Ne yazık ki, felsefeye önem verilmesini öneren Lenin’in vasiyeti yerine getirilemedi.