“Hakikâtten yayılan ışığı seviyorlar,
ama o ışık kendi yanılgılarını
ortaya çıkardı mı ondan nefret ediyorlar.
Çünkü aldatılmak istemiyorlar,
aldatmak istiyorlar.”[1]
Bir alay bağıntısıyla Said-i Nursî’ye dair yazmak kolay değil elbette; ama yine de denemeye değer.
Müritleri tarafından “Bediüzzaman” (“zamanında eşi benzeri bulunmaz kişi”si/ “çağın eşsiz güzelliği”), “hakikât kahramanı”, “Türkiye’nin Gandhi’si” diye tanımlanan; bazı siyasetçilerce “Dinler arası diyalogun başlatıcısı”, “İhya geleneğinin temsilcisi”, “Tefsir okulunun mümtaz şahsiyeti” olarak yüceltilen Said-i Nursî önemli bir figürdür.
Kimine göre “Yüksek bir din âlimi”, kimine göre “Sıradan bir hoca”, kimine göre “Yüzyılın müceddidi”, kimine göre ise “Gelenekçi ve gerici” olan Said-i Nursî, 80 yıllık yaşamı ve yapıtlarıyla çevresini etkilemiş bir kişiliktir.
Bu bağlamda kimilerince “Saidê Kurdî, tarihi kişiliğiyle farklı şekillerde yorumlansa da yazmış olduğu eserler ve Kürtlere olan akıl hocalığı dolayısıyla incelenmeye değer bir şahsiyettir. En duru hâliyle sadece bir din âlimi değil, 30 yıllık sürgün ve zindan hayatında bile haklı davasından ve milletinden vazgeçmemiştir”… [2]
“Said-i Nursî bir mütefekkir (fikir adamı) olarak… XX. yüzyılda bu topraklarda yetişmiş en önemli fikir adamlarından birisi olduğuna inanıyorum”…[3]
“Bir özgürlükçü Said-i Nursî”…[4]
“Said-i Nursî, Kürtler arasındaki adıyla Saidê Kurdî, dindar olsun olmasın herkesin saygıyla andığı, anlayışına, mücadelesine hayranlık duyduğu bir isim” …[5]
Büyük İslâm âlimi “Bediüzzaman” Said-i Nursî’nin hayatı cezaevleri, sürgünler, zehirlenmeler, ev hapisleri, taciz ve hakaretlerle geçti. “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı.” diyen “Bediüzzaman”ın zor günleri, Türkiye’nin yakın tarihinin anlaşılması için de anahtar hüviyetinde”…[6] vb’leri…
Ancak farklı değerlendirmeler de söz konusu!
Örneğin “Said-i Nursî’nin fikirleri hâlâ büyük ilgi görüyor. Türkiye tarihini anlamaya çalışan yerli ve yabancı araştırmacıların Nurculuğu incelerken pek önemsemedikleri kadın meselesine ve pek ilgi göstermedikleri tesettür risalesine bakmak gerek!... Nursi kadınları hep uyarır: Ya eşleriniz size darılırsa, kıskanırsa, ortada kalırsanız ne yapacaksınız? Risalelerin tamamında tesettürsüzlüğün eşanlamlısı açık saçıklıktır!.. ‘Risale-i nur fikriyatına’ bugün kimlerin, neden ve nasıl değer verdiği birçok açıdan sorgulanmayı hak ediyor. Türkiye’nin orijinal ataerkil dogmaları biraz da bu çok sevilen din adamının eseri değil mi?”[7]
Evet, bu konuda yazmak “zor”; ama yine de mümkün: Jean Jaures’in, “Yüreklilik, gerçeği aramak ve onu söylemektir”; Eugene Ionesco’nun, “Tam olarak bilinçli olduğum zaman sorular sorarım,” uyarılarındaki üzere…
YAŞAMI
Said-i Nursî’nin yaşamı konusunda unutulmaması gereken en önemli şey, John Singer Sargent’in “Normal görüşe sahip bir kişinin, kör edici bir ışıkta, alacakaranlıkta veya karanlıkta olmadıkça, ‘İzlenimcilik’ yolunda bilecek hiçbir şeyi yoktur,” satırlarıdır. Bunun altını özenle çizmekte yarar var.
1878’de Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğdu.[8] Babasının adı Mirza, annesinin adı Nuriye’dir.
Medrese eğitimi gördü. Risalelerinde aldığı medrese eğitimine değinmekte ve ömrü boyunca bütün tahsil hayatının toplam 3 ay olduğunu belirtmektedir.
1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından hemen önce İstanbul’a geldi. Derviş Vahdeti’nin ‘Volkan’ Gazetesi’nde yazdı. İslâmcı bir siyasal parti olan İttihad-ı Muhammedi Fırkası’na katıldı. Merkez yönetim kurulu üyesi oldu.
31 Mart Vakası’ndan sonra İttihad-ı Muhammedi Fırkası’nın ileri gelenleri ve Derviş Vahdeti ile birlikte divan-ı harpte yargılandı, Derviş Vahdeti idam edildi kendisi bir ceza almadı, sürgüne gönderildi. 1909’dan itibaren hayatını Kürt illerinde sürdürdü.
1911’de İstanbul’a döndü. Talebeleri ile birlikte gönüllü alay komutanı olarak Rusya cephesinde savaştı. 1915-1917 kesitinde Ruslar tarafından esir alındı. Yaklaşık 4 yıl esir kaldıktan sonra Ekim Devrimi’nden sonra İstanbul’a döndü, Darül Hikmetül İslâmiye’de görev aldı.
Kürt Teali Cemiyeti’ne üye oldu. 15 Şubat 1919 tarihinde sonradan Teâli-i İslâm Cemiyeti adını alan Cemiyet-i Müderrisin’in kurucu azaları arasında yer aldı. 1925 Şeyh Said Ayaklanmasından sonra tutuklandı, Eskişehir’de mahkemeye çıktı isyancılarla doğrudan bir ilişkisi tespit edilemedi, ancak devletin güvenliğini ihlâl ve dini siyasete alet etme suçlamasından 1 sene hapse mahkûm edildi.
Cumhuriyete ve çağdaş rejime karşı olduğu iddiasıyla önce Isparta yakınlarında Barla adında bir köye sürüldü. Isparta’nın ardından Eskişehir (1935), Kastamonu (1936), Denizli (1943) ve Emirdağ’a (1945) sürüldü. Risale-i Nur Külliyatı adı altında topladığı eserleri kaleme aldı. 23 Mart 1960’da Urfa’da öldü. Cenazesi önce Urfa’ya defnedildi. Daha sonra 1960 darbe yönetimince bilinmeyen bir yere taşındı.[9]
“Bediüzzaman” olarak anılan İslâm mütefekkirlerinden Said-i Nursî, küçük bir toprak sahibinin yedi çocuğundan biriydi. (Muhalifleri, köyün asıl adının Nors olduğunu, “ışık” demek olan “nur”a benzemesi için, kasıtlı olarak Nurs olarak telaffuz edildiğini iddia ederler.) Said-i Nursî’nin memleketi Bitlis, XIX. yüzyıldan itibaren Nakşibendî Tarikatı’nın Halidiye kolunun merkeziydi. Ancak Said-i Nursî, Nakşibendîlikten çok, Nakşibendîliğin rakibi olan Kadirilikten etkilenerek büyüdü. Kadiriliğin piri Şeyh Abdülkadir Geylânî ile manevi ilişkisi ömür boyu sürdü.
İlk öğrenimini Nurs yakınlarındaki Taği Medresesi’nde alan Said-i Nursî, sert ve kavgacı mizacı yüzünden pek çok okul gezmesine rağmen klasik medrese eğitimini tamamlayamadı ama gösterdiği iddia edilen başarılar ve kerametler sayesinde, 1892 yılında, yani henüz 15 yaşında iken “Bediüzzaman” diye anılmaya başladı.
Aynı yıl rüyasında, Abdülkadir Geylani’den, Hamidiye Alayı komutanlarından Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’yı, halka zulüm yapmaktan vazgeçmeye çağırma görevi alması üzerine Cizre’ye gitmiş, patavatsızlığa varan cesareti ve bilgisiyle Mustafa Paşa’yı etkilemeyi başarmıştı. Ancak bir süre sonra Paşa’yı kızdırmayı başardı ve Mardin’e sürüldü. Mardin’le Nusaybin arasındaki Beriyye Çölü’nde geçirdiği süre içinde, Namık Kemal’in fikirleriyle, özellikle de ilerde “bir peri kızı gibi güzel” diye tarif edeceği hürriyet fikriyle tanıştı, ancak bu aydınlanma evresi Mardin Mutasarrıfı’nın hoşuna gitmemiş olmalı ki, bu sefer de Bitlis’e sürüldü.
Yine kendi anlatımına göre, gösterdiği kerametler sayesinde Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın konağında ağırlanan Said-i Nursî, bu dönemde girdiği düşünsel durgunluktan 1896’da Van Valisi Hasan Paşa’nın daveti üzerine, Van’a giderek çıktı. Hasan Paşa’nın yerine atanan İşkodralı Tahir Paşa’nın konağındaki zengin kütüphanede tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya ve astronomi ile tanışan Said-i Nursî’nin Erzincan’da konuşlu IV. Ordu’nun Kumandanı Yahya Nüzhet Paşa’nın danışmanlar meclisine girdiği, bu vesileyle ileride Teşkilât-ı Mahsusa’yı kuracak olan Kuşçubaşı Eşref Sencer’in babası Kuşçubaşı Mustafa Bey ile tanıştığı sanılır. Görüldüğü gibi Said-i Nursî’nin devlet ricaliyle ilişki kurma becerisi dikkat çekici.
Biyografisinde 1899-1907 dönemine ait tek satır bulunmayan Said-i Nursî’nin Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’nden ilham alarak Medresetü’z-Zehra adını verdiği Şark (Kürdistan) Üniversitesi fikrini bu dönemde geliştirdiği iddia edilir. Gerçekten de 1907’de, yanında o sırada Bitlis Valisi olan Tahir Paşa’nın II. Abdülhamit’e yazdığı referans mektubuyla İstanbul’a gelen Said-i Nursî, Ferik Ahmet Paşa’nın yanında iki ay misafir kalmış, ikili Kürdistan’da yapılması gereken eğitim reformları konusunda saraya sunulacak dilekçeyi hazırlamışlardı. Dilekçede Kürdistan bölgesinde yeni okullar açılmasına rağmen yerel halkın bunlardan yararlanamadığı söyleniyor, buralara gönderilen öğretmenlerin Kürtçe bilmemesinden yakınılıyor ve devletin -bugünkü deyimiyle- “pozitif ayrımcılık” yapması öneriliyordu. Dilekçeyi hazırladıktan sonra Paşa’nın evinden ayrılarak Fatih’teki Şekerci Hanı’na yerleşen Said-i Nursî, projesini mayıs ya da haziran ayında Saray’a sundu, ancak bu cesur tavrının karşılığı, akıl sağlığını kontrol ettirmek için Topbaşı Tımarhanesi’ne gönderilmek oldu; ama bu dönem kısa sürecekti.
Said-i Nursî taraftarları bu olayı Saray’ın mabeyincilerinin tutumuna bağlasalar da, Yıldız Arşivi’nde bulunan iki belgede “Vanlı Said Efendi’ye bin kuruş maaş bağlanmasını” ve “Van’a dönüş masraflarını karşılamak üzere iki bin kuruş ödenmesini” emreden iki iradeye ve Abdülhamit’in Zaptiye Nazırı Şefik Paşa aracılığıyla Said-i Nursî’ye hediye altın göndermesine bakılırsa, Abdülhamit duruma vakıftı ve tipik yöntemi olan maaş bağlama ve unvan verme yoluyla Said-i Nursî’yi başından savmayı hedefliyordu. Said-i Nursî, “maaş dilencisi” olmadığını söyleyerek parayı reddedince soluğu nezarethanede alacaktı.
Said-i Nursî Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği 23 Temmuz 1908’i takip eden günlerde bazılarına göre çıkarılan genel afla salıverildi, bazılarına göre ise İttihatçılar tarafından nezaretten kaçırıldı ve hemen ardından Selanik’teki kutlamalarda Meşrutiyet’ten yana ateşli bir nutuk atarken görüldü. Bu nutukta kullandığı “millet”, “hürriyet”, “terakki”, “medeniyet”, “insan emeği”, “müspet ilimler”, “meşveret”, “parlamento” gibi kavramlar, Said-i Nursî’nin Jöntürklerin ve halefleri İttihatçıların liberal-meşruiyetçi terminolojisini iyice benimsediğini gösteriyordu.
Said-i Nursî’nin resmî tarih tarafından “irticai ayaklanma” olarak etiketlenen, ancak arka planında İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)’nin olduğu neredeyse kesinleşen 31 Mart Olayı ile ilişkisi konusu da çok tartışılmıştır. (…) Said-i Nursî’nin, yine resmî tarihçiler tarafından 31 Mart Olayı’nın kışkırtıcısı olarak gösterilen Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinin yazarlarından ve İttihad-ı Muhammedi adlı örgütün kurucularından olduğu biliniyor. Ancak, kendi ifadesine göre isyana katılmamış, aksine, isyan sırasında özellikle Kürt hamalları yatıştırıcı konuşmalar yapmış, nitekim yargılandığı askerî mahkemede de beraat etmişti.
Kendi kendine sorduğu “Sen Selanik’te İttihat ve Terakki ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın” sorusuna cevap olarak 11 Nisan 1909 tarihli ‘Volkan’ gazetesinde yayımlanan yazısında yer alan “Ben ayrılmadım onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey ve Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim. Lakin bazıları bizden ayrıldılar. Bataklık yoluna saptılar” ifadesine bakılırsa, İttihatçılarla arası bu tarihte birazcık bozulmuştu. Ancak Said-i Nursî, bugün bazılarının iddia ettiği gibi Prens Sabahattin’in “adem-i merkeziyetçi” Ahrar Fırkası’na yaklaşmamıştı. Şükran Vahide’ye göre Said-i Nursî, Prens Sabahattin’i iyi eğitimli, kabiliyetli, hamiyetli ve asaletli bir insan olarak niteliyordu, ancak fikirlerini meşrutiyet uygulamasına zarar verecek bir sürü küçük devletin ortaya çıkmasına sebep olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirecek bir düşünce olarak görüyordu.
Mahkemeden sonra dokuz ay daha İstanbul’da kalan Said-i Nursî’nin bu dönemine ilişkin elde yeterli bilgi yok. Ancak, 1910’da gemi ile Karadeniz’e açıldığı ve Tiflis üzerinden Van’a döndüğü biliniyor. Bu tarihten itibaren vaktinin çoğunu İTC adına Kürt aşiretleri arasında siyasi propaganda faaliyetlerine harcayan Said-i Nursî, bu çalışmaları “dağları ve sahrayı bir medrese ederek meşrutiyet dersi verdim” ifadesiyle özetler. Meşrutiyetin İslâm davasını ileri götürmek, ittihat ve terakkiyi sağlayarak Osmanlı’yı ayağa kaldırmak için tek çare olduğuna inanan Said-i Nursî’nin bu tutumu önemlidir çünkü o dönemde, özellikle Kürdistan coğrafyasında, meşrutiyetin şeriata aykırı olduğu yolunda yoğun bir propaganda yaygındı.
Meşrutiyet üzerine verdiği vaazlarla Güneydoğu vilayetleri üzerinden (Diyarbakır’da Ziya Gökalp’le tanışmıştı.) Şam’a kadar giden Said-i Nursî, Emevî Camii’nde İslâm’ın dünya çapında yükselişini müjdeleyen meşhur Şam Hutbesi’ni verdi. Hutbenin veriliş yeri ve tarihi anlamlıdır, çünkü bu yıllarda Araplar arasında İslâmcı sos taşıyan Osmanlıcılık ideolojisinden yavaşça Türkçülüğe kayan İttihatçılara yönelik alerji belirgin hâle gelmeye başlamıştı.
Bu hutbenin, İTC planlarından biri olması çok muhtemel. Nitekim Şam’dan Beyrut’a geçen, oradan vapurla İzmir üzerinden İstanbul’a dönen Said-i Nursî’yi İttihatçıların tahttan indirdiği II. Abdülhamit’in yerine geçen Mehmed V. Reşad’ın 5 Haziran 1911’de başlayan meşhur Kosova seyahatinde görürüz.
Üsküp’te Padişah Mehmet Reşad balkondan halkı selamlarken tam yanında duran kişilerden biri olan Said-i Nursî, Kosova Ovası’nda Sultan Murad’ın mezarının yanında 100 bin kişinin katılımıyla kılınan namazda da vardır. Bu seyahati, bir süredir bağımsızlık talepleriyle İstanbul’u endişelendiren Arnavutları ikna etmek için İttihatçılar düzenlenmişti.
Teşkilâtın Osmanlıcılık siyasetinin en önemli örneklerinden biri olan bu seyahate imparatorlukta bulunan tüm etnik ve dini gruplardan temsilciler katılmıştı. Şükran Vahide’ye göre Said-i Nursî, seyahate muhtemelen İTC’nin önerisi ile ve Doğu illerini temsilen oradaydı. Seyahat sırasında, Arnavutların Latin alfabesi yönündeki isteklerini yatıştırmak için kurulması düşünülen üniversite tartışmalarından yararlanarak, yıllardır kafasında olan “Şark’ta bir Darülfünun” projesini padişaha açmayı başaran Said-i Nursî, kendi ifadesine göre Padişahın ve İttihatçıların vaad ettiği 19 bin altının avansı olan bin altınla Van’a dönmüş ve Van Gölü kıyısındaki Edremit’te, Medresetü’z-Zehra’nın temellerini atmıştı.
İnşaat devam ederken bir yandan da kendisine devletçe tahsis edilen Horhor Medresesi’nde eğitim vermeye başlar. Bir ara öğrenci sayısı 200’e kadar çıkar. Bu sırada Said-i Nursî’nin diğer büyük mesaisi, “meşrutiyeti kendileri için iyi, Rumlar ve Ermeniler için kötü bulan” Kürtleri ikna etmek üzerinedir. Balkan Savaşı yüzünden üniversite için söz verilen paranın geri kalanı gönderilmeyince inşaat yarım kalır.
1913’de kendisine şakirt olmak için gelen, ancak duyduklarından sonra bundan vazgeçen üç öğrenci Said-i Nursî’yi şöyle betimler: “...Bu esnada medresenin duvarı dikkatimizi çekti. Mavzer tüfekleri, çeşitli silah, kılıç, kama ve fişekler dizilmişti. Bununla beraber rahleler üzerinde kitaplar vardı (...) ikinci olarak da dikkatimizi çeken ve taaccüp ettiğimiz (şaşırdığımız) husus, hocanın tavrı kılık kıyafeti oldu. Çünkü eskiden beri gördüğümüz hoca kıyafetini görmedik. Bu adeta, başında külahıyla, ayağında çizmesi ile belinde kaması ile ve bir de sert adımlarla yürüyüşü ile bize bir hocadan ziyade, bir erkânı harp bir asker intibaı vermişti. Doğrusu çok genç olduğundan ‘Acaba ilmi var mı?’ diye içimizden geçirmiştik.(...) Biz kendisinden ders okumak için geldiğimizi söyledik. O zaman bize ‘Peki ama benim şartlarım var. Onlara riayet etmek şartıyla tamam’ dedi. Ve ilave etti: ‘Benimle başlayanın artık bir daha geri dönmesi diye bir şey yok. Hayatının sonuna kadar benimle beraber olacaktır.’ Ayrıca şunu da söyledi: ‘Bugün söz verip, kabul ederseniz, sonra da sıkılınca veya herhangi bir sebepten dolayı gideriz diye hatırınızdan bir şey geçmesin. Çünkü Van Valisi benim dostum ve ahbabımdır. Onun vasıtasıyla tekrar sizi getiririm.”
I. Dünya Savaşı başlayınca büyük ihtimalle Enver’in talebi üzerine savaştan önce silahlı eğitim verdiği öğrencileri ve yakın çevresinden kurduğu milis taburu ile savaşa katılan Said-i Nursî, Van, Bitlis ve Erzurum’da Ermeniler ve Ruslar ile yapılan çarpışmalarda iyi ata binmesi, at üstünde iyi silah kullanması ve cesareti ile öne çıktı. Özellikle Erzurum Pasinler’de Ruslarla yapılan çatışmalarda gösterdiği kahramanlıklara birçok hatıratta yer verildi. Said-i Nursî, Nur Risaleleri’nin ilk kitaplarından olan ve Kur’an tefsiri olarak nitelendirdiği İşaratü’l İ’caz isimli kitabını bu çarpışmalar sırasında cephede yazdı.
Şükran Vahide’ye göre, Nisan 1915’te patlak veren Van’daki Ermeni isyanını bastırma çalışmalarına katılmayan Said-i Nursî, buna karşılık kadınların ve çocukların hayatının kurtarılması için çabalamıştı. Bunlar arasında Ermeni kadınları ve çocukları da vardı. Erzurum cephesinden Van-Bitlis cephesine dönen Said-i Nursî burada girdiği bir çatışmada yaralanarak 3 Mart 1916 tarihinde Ruslara esir düştü. Kendisiyle birlikte esir düşen Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın torunu Asteğmen Muhammed Feyyaz’ın tuttuğu günlüğe bakılırsa Ermeni kadınları ve çocuklarıyla ilgili tavırları işe yaramamış, Rus Koşakları ve Ermeni Taşnaklar, Said-i Nursî’yi öldürmek için epey gayret göstermişler, ancak Rus ordusunda savaşan Müslüman ve Rus askerler buna engel olmuştu.
Said-i Nursî, Volga Nehri yakınlarındaki Kostroma Esir Kampı’na götürüldü. İki yıl dört aylık esareti sırasında Enver Paşa ile mektuplaşmayı başardığına dair emareler var. 1917 Bolşevik Devrimi sırasında çıkan karışıklıktan yararlanarak Petersburg-Varşova-Berlin-Viyana-Sofya yoluyla İstanbul’a döndü. Bu kaçışın öyküsü, Said-i Nursî’nin talimatıyla resmî biyografisi olan Tarihçe-i Hayat adlı eserde iki cümle olarak geçti. Şükran Vahide’ye göre Said-i Nursî’nin dolaylı ifadeleri firar ve dönüş seyahatinin oldukça kolay geçtiğini gösteriyordu. Vahide başka bir şey söylemiyor, ancak cebinde hiç parası olmayan, Avrupa’yı daha önce hiç görmemiş olan, geçtiği ülkelerin dilini bilmeyen birinin, hele de Said-i Nursî gibi görünüşü ve tavrıyla dikkat çekici ise, savaş yıllarında dört-beş Avrupa ülkesini aşarak İstanbul’a sağ salim dönmüş olması, “işin içinde bir iş” olduğunu düşündürüyor.
Gerçekle uydurmayı harman etmesiyle meşhur tarihçi Cemal Kutay’a göre “işin içindeki iş” Teşkilât-ı Mahsusa idi. Kutay’a göre Said-i Nursî’nin yolculuk masrafları ordu hesabına fatura edilmiş ve İstanbul’a dönüşü İttihatçıların yayın organı Tanin tarafından kamuoyuna duyurulmuştu. Ancak Teşkilât-ı Mahsusa hakkında bir doktora tezi hazırlayan Philippe Stoddart’ın kitabında Said-i Nursî’nin adının geçmediğini belirtmek gerek. Bu arada Kutay’ın bir diğer iddiası da Said-i Nursî’nin 1915 yılı başında Sunusilere cihat çağrısında bulunmak için denizaltıyla Kuzey Afrika’ya gittiğidir ki, bu iddiayı destekleyecek bilimsel bir kanıt hakikâten yok. Ancak bu ana kadar anlattığım pek çok olayın arka planında Teşkilât-ı Mahsusa ruhunun yattığı da ortada. Yeri gelmişken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: İslâmcı çevreler sadece Said-i Nursî’nin değil, Libyalı Şeyh Sunusi’nin, İslâmcılık akımının önde gelenlerinden Sadrazam Sait Halim Paşa’nın, Şeyhülİslâm Musa Kazım Efendi’nin, İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif’in ve adlarını burada sayamayacağım İranlı, Dürzî, Arap İslâmcıların İttihatçılığı konusunda da konuşmaktan hoşlanmıyorlar. Çünkü bu ilişkilerin kabulü, İttihatçılığı Masonluk-Farmasonluk ve Dönmelikle ilişkilendiren meşhur komplo teorisine halel getiriyor. Hâlbuki Said-i Nursî’nin meşhur “ben Antranik ile bir olup Enver’e, Venizelos ile bir olup Said Halim’e tokat atmam” ifadesinde, Said Halim’le Enver’in bir arada anılmasının nedeni bu bağdı.[10]
HAKKINDA
Şerif Mardin’e göre Said-i Nursî bir “İslâm sivil toplumu manivelası”;[11] Ahmet Yıldız içinse, “Bediüzzaman”ın bütün temel hak ve hürriyetlerini, hayat hakkı dahil, ortadan kaldırmaya yönelen tek parti zulmü ile mücadele metodu ise kendisinin ifadesi ile ‘Müsbet Hareket’tir’. Barışçı, ancak siyasi iktidarı hedefleyen etkin bir hak arama ve muhalefet hareketi olarak sivil itaatsizlik yöntemi, yasallığı umursamadan meşruiyeti baz alarak ve şiddetin her biçimini dışlayarak gerçekleştirilen bir muhalefet ve mücadele tarzıdır.”[12]
Dahası Arif Tekin’in, “Said-i Nursî, mücadelesinin ilk yıllarında hep Kürd ve Kürdistan hayaliyle yaşamış ve imkânları ölçüsünde de bu uğurda çalışmalar yürütmüştür. Zaten sürgüne gönderilmediği dönemde hep ona Said-î Kürdî denilirdi. Bu isim boşuna değildi. Çünkü kendisi Kürdlerin haklarını birçok alanda dile getirirdi”;[13] Vahdettin İnce’nin, “Kim ne derse desin sosyal, siyasal ve dini hayatımız üzerinde iki Said’in ve bir Seyyid’in büyük etkisi var; Şeyh Said, Saidê Kurdî ve Seyyid Rıza. Her üçünün de Kürt ve gerçek sosyal tabanlara hitap eden güçlü dindar figürler olduklarını bir kenara not edin, daha başka ortak özelliklerinin yanında,”[14] notunu düştüğü ona dair denilenler bu kadar da değil!
Mücahit Bilici’ya göre, “Said-i Nursî İslâmcı değildir. İslâmcılığı benimsememiştir. İslâmcılığa yaklaşan tek tarafı küresel bir Müslüman dayanışması fikrine sahip olmasıdır. Nurculuğun bugün İslâmcılığa, geçmişte de sağcılığa yamanması Nursi’nin değil onun bazı takipçilerinin tercihidir. Said-i Nursî sağcı da değildir. Muhafazakâr olarak da tanımlanamaz.”[15]
Ayrıca eski Mazlum-Der Genel Başkan Yardımcısı Emrullah Beytar da, “Said-i Nursî’nin siyaset anlayışını belirleyen temel unsurlar ile günümüz liberal demokratların siyaset anlayışlarını belirleyen temel unsurlarda bir benzerlik olduğu açıktır... İnsan hak ve özgürlüklerinin çatısını yükseltmek için gayret sarf eden Said-i Nursî’nin bu noktadaki devamının liberal aydınlar olduğu düşüncesindeyim,”[16] derken; Prof. Dr. Nevzat Tarhan da ekliyor:
“- O bir idealistti: Çünkü Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir eser olduğunu insanlığa kanıtlamak için 28 yıllık sürgün ve çilelere rağmen geri adım atmamıştı.
- O bir innovatifti: Çünkü iman ilimlerinde değişim üretmişti ve ‘ulu kişi’ merkezli değil, kitap merkezli değişimi hayata geçirmişti!
- O bir realistti: Çünkü amacına ulaşmak için gücünün yettiği ve kontrol edebileceği çözümler üretebilmişti. Şiddete karşıydı. Namık Kemal’in “Barika-i hakikât müsademe-i efkardan çıkar” yani “Fikirlerin çarpışmasından hakikât kıvılcımları çıkar” sözünü önemsemişti.
- O bir aktivistti: Çünkü sadece eser yazmadı, eserleri Anadolu’da yaygın olarak okunması için vatan sathını bir mektep yaptı.
- O bir sosyolog gibiydi: Çünkü yüz yıl önceden bugünü görebilmişti, o zamanda bile Güneydoğu’nun sorununu eğitimin çözeceğini görerek ırkçılığa karşı eğitim istedi. “Cehalet, zaruret ve ihtilaf”ı, üç düşman olarak tanımlayıp Abdülhamid’e çağrıda bulundu ve doğuda din ilimleriyle fen bilimlerini buluşturan bir üniversite kurarak aydınlanmayı savundu.
- O bir psikolog gibiydi: Çünkü yazdığı Hastalar Risalesi ve Vesvese Risalesi gibi eserleri, önleyici sağlıkta çözüm üretme kapasitesine sahipti. Hutbe-i Şamiye isimli eserinde ise toplumsal psikolojiyi ilginç biçimde analiz etti ve ümit aşıladı.
- O bir savaşçıydı: Çünkü, saldırgan materyalizmi akıl yürütme yöntemleri kullanarak tek tek çürütebiliyordu. “Büyük cihad, manevi cihaddır” tespitiyle, bu çağda maddi kılıçların kınına girmesi gerektiğini, buna karşılık bu zamanın hakikât kılıcıyla yapılacak bir manevi cihadın zamanı olduğunu söyledi.
- O bir direnişçiydi: Çünkü tek partili dönemlerde toplumsal muhalefeti tek başına temsil etti, 18 defa zehirlendiği hâlde geri adım atmadı, sivil itaatsizliğin bir örneğini sundu.
- O bir barışçıydı: Çünkü geliştirdiği müspet hareket metodu ile kavga çıkarmadan amacına ilerledi. Cihad kavramında bu çağa, manevi cihad anlayışının uyduğunu savundu. “Medenilere galebe ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.” diyerek barış içinde mücadeleyi seçmiş, şiddeti reddetmişti. Hatta dini din için seven Hıristiyanlara dahi çok sıcak yaklaşmıştı. Fener Patriği’ni makamında ziyaret etmesi ilginçti.
- O bir spiritüalistti: Çünkü ihlas ve samimiyet olarak adlandırdığı büyülü gücü her hâliyle yaşayabilmişti.
- O bir bilgin ve bilge idi: Çünkü ilimle hikmeti birleştirmişti.
- O sahici bir insan, şefkatli bir üstad, yoksul ama kanaat zengini bir hoca, müthiş bir bellek, keskin bir zekâ, şaşırtıcı bir muhakeme gücüne sahip müstesna kimlikti...
- Tarihte onun kadar yanlış anlaşılmış bir başka yüksek kamete az rastlanır diye düşündüm. Balık okyanusta doğar, yaşar ve ölür; fakat okyanusu bilmez. Bunun gibi, hakikâtin kölesi olan hür adam “Bediüzzaman”ı da muasırları bilememiş, gerçek kimliğiyle henüz tam olarak tanınamamıştır!
- ‘Çağın Vicdanı’ çıktı ortaya...”[17]
Bu abartılara aldırmayıp, meselenin esasına gelirsek…
GÖRÜŞLERİ
V. İ. Lenin’in, “Her şey görelidir, her şey akıp gider ve her şey değişir,”[18] saptamasını andıran görüşleriyle (resmî adı “Said Okur” olan) Said-i Nursî’nin hayatı “Eski Said” ve ‘Teni Said” biçiminde iki devreye ayrılabilir.
İlk evrede “Bediüzzaman” Saidê Kurdî silaha düşkün bir din adamıdır. Devamlı olarak beline sıkıştırdığı hançerle dolaşmaktadır. Kişisel güvenliği için bunun elzem olduğu vurgulanmaktadır. Kişisel güvenliği çerçevesinde tabanca taşıdığı da görülmektedir. Zaman zaman revolver, uzun namlulu silah, tüfek taşıdığı da dikkatlerden uzak değildir. At binmenin, iyi kılıç kullanmanın, medrese sahibi Kürd şeyhlerinin önemli bir vasfı olduğunu belirtmektedir.[19]
Saidê Kurdî, kılıcın kurtuluş için elzem olduğunu, kalemin kuruluş için gerekli olduğunu dile getirip,[20] “Kılıç olmalı ama akılla” demektedir.[21]
Saidê Kurdî’nin en önemli özelliği kanımca Panislâmizmi kullanarak Kürdleri, Osmanlıcılık anlayışını kullanarak Hıristiyan unsurları Osmanlı çatısı altında tutma çabalarıdır. Bitlis, Mardin, Van gezilerinde, Şam Hutbesi’nde, Kosova gezisinde, İstanbul’da, hamallara yaptığı konuşmada[22] hep bu çaba içindedir.
Saidê Kurdî, 1911’de, Kosova ziyaretinde, Sultan Reşat’a refakat eden kafile içine alınmıştır.[23] I. Dünya Savaşı sürecinde, Van’daki Kürd-Ermeni çatışmaları günlerinde Medresetül Zehra, kolayca Medresetül Kışla’ya dönüşmüştür.[24]
Eski Said-Yeni Said farklılaşmasına eski “Saide, Saidê Kurdî”, yeni “Saide, Saidê Nursî” denebilir.[25] Bunu şöyle değerlendirmek de mümkündür: Kürt kimliğinin vurgulandığı, savunulduğu yerde Saidê Kurdî, Osmanlı (Türk-İslâm) lehine açıklamalar yaptığı zaman Saidê Nursî denebilir.
Saidê Nursî, İslâmı yücelten, Türk-İslâm’ı yücelten, öven bir kişidir. İttihadı İslâm (İslâm birliği) için çalışmaktadır. İttihadı Muhammedi Cemiyeti’nin üyesidir. Saidê Nursî, “Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya vardır,” diyen bir kişidir.[26] Müslüman Türklerin, “Tanrı tarafından seçilmiş bir millet” olduğunu söyleyendir.[27] Osmanlılara, Türklere silah çekilemeyeğini, bunun hiçbir zaman meşru olmadığını, olmayacağını vurgulayandır. Bu konuda, “İsrailoğulları geleneğinden gelen ‘seçilmiş millet’i, ayet destekli bir yorumla genişleterek Türk-İslâm mefkuresine siyasi ilahiyatın can simidini armağan etti’…”[28] diye eklemektedir. Söz konusu çerçevede, 1914 Bitlis ayaklanmasında, Şex Said, Ağrı-Zilan kıyamlarında, yardım istemlerine olumlu cevap vermemiştir. (Malum: “Sömürgecisine itiraz edemeyen hep kardeşine düşman kesilir. Ve tüm gücünü ona göstermeye çalışır,”[29] der Frantz Fanon!)
Saidê Kurdî’, İkinci Abdülhamid’in istibdat rejimine karşıdır. İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne yakın bir din adamıdır. Teşkilât’ı-Mahsusa’yı, Kasaplar Taburu’nun yapıp ettiklerini[30] yakından bilmektedir, görmektedir. Abdulhamid’in istibdat rejimine karşıtlığına rağmen Abdulhamid’in üst düzey bürokratlarıyla arası çok iyidir. Bitlis’de Vali Ömer Paşa’nın,[31] Van’da, Vali Tahir Paşa’nın,[32] İstanbul’da da devlet adamlarından Ferik Ahmed Paşa’nın konağında kalmıştır.[33]
Saidê Nursî, Yavuz Sultan Selim döneminde, İdris-i Bitlisi aracılığıyla geliştirilen Osmanlı-Kürd İttifakını güncelleştirilmesini istiyordu. Osmanlı bütünlüğü içinde Kürdlerin dil-kültür haklarının karşılamasını gündeme getiriyordu.[34] Kürdlerin Osmanlı’dan ayrılmasına kesinlikle karşı çıkıyordu.
Bu noktada Saidê Nursî’nin Kürdlere, Kürdlüğe üçüncü derecede rol verdiği de söylenebilir. Önce Müslüman, sonra Osmanlı (Türk-İslâm) daha sonra da Kürd!
Bunlara bir ek: “Said-i Nursî ağır cinsiyetçidir. Kadınların erkeklerin himayesinde yaşamaya mecbur olmaları dışında bir yol göstermez”![35]
Said-i Nursî tipik bir İslâmcıdır. Ancak İslâmcılığını çok muğlak terimlerle sürekli bir perde arkasından yürüttüğü için aksini söyleyenlere itiraz etmek de kolay değildir.
Ancak 30 Mayıs 1950’de “Reisicumhur Celal Bayar ve Heyeti Vükelâsına” başlıklı mektuptan: “…vazifemiz siyaseti dine alet ve dost yapmaktır,”[36] diyen de odur.[37]
Gerçekten de Ahmed Şahin’in, “Bediüzzaman Hazretleri tarikatlara karşı olmamış, tarikatların geçmişte yaptığı çok önemli tarihi hizmetlerini de yazdığı (Telvihat-ı Tis’a) risalesinde, fevkâlâde sayılacak derecede bilgiler vererek tarikata duyulan sevgiyi azaltma değil aksine artırmıştır”;[38] Cihan Yenilmez’in, “Ömrünü iman ve Kur’an hizmetlerine adayan “Bediüzzaman” geriye 6 bin sayfalık Risale-i Nur külliyatını bıraktı. Kur’an-ı Kerim’deki imani hakikâtlerle (kelam) ilgili ayetlerin tefsiri olan bu büyük eser, 30’un üzerinde dile çevrildi,”[39] vurgularındaki üzere sıkı bir İslâmcıdır O.
DURUŞU
Yerleşim, dağ, nehir, göl adlarının içinde elbette Kürtçe, Ermenice, Süryanîce, Rumca, Farsça, Arapça, Çerkezce, Gürcüce pek çok sözcüğe rastlanır.
“Norşin”de (Ermenice Nor-Şen/Şin, Yeni-köy) bunlardan birisidir. ‘Türkçe Etimolojik Sözlük’ün yazarı Sevan Nişanyan da doğruluyor, sözcüğün Kürtçe değil Ermenice olduğunu söylüyor.
Norşin, “Bediüzzaman” Said-i Nursî’nin karargâhı idi. “Nursi” sözcüğü “Norşin”in Kürtçe bozulmuş lehçe söyleniş biçimidir.
Said-i Nursî, “Norşinli Said” demektir. Norşin, en önemli Nakşibendi Merkezidir.
Said-i Nursî’den başka pek çok şeyh-şıh takımı arasında Şeyh Fethullah El Verkanasi de bu medreseden yetişmiştir.
Böyle bir merkezden 1908’de İstanbul’a gelen, bir süre tımarhanede ve hapishanede kalan Said, “Kürtlüğüm yüzünden Tımarhane’ye düştüm” derken;[40] uzunca bir süre İttihat Terakki’yle beraber hareket ettiği de biliniyor.
1908 Devrimi sırasında ve sonrasında özellikle Kürtlerin desteğini kazanmak için attığı nutuklarda, “Japonya gibi, ilim ve fenni alalım ama İslâm’ı baştacı edelim” şeklinde özetlenebilecek, kendisinin ve Türk sağının 1940’lı yıllarda belirginleşen söyleminden işaretler görmek ilginçtir.
1908’lerde, “Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü” diyerek Ermenilerle yan yana yaşamak konusunda iyimser olduğu gözleniyor. “Şu memleketin saadeti ve selameti, Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir,”[41] diyen Said, birkaç yıl sonra kendisini Ermeni milislerle acımasız bir savaşın ortasında bulacaktır. Bu dönemde Kürt kimliğine sıklıkla vurgu yapan ve bunu eşyanın tabiatından gören bir Said vardır.
Türkçeyi tam olarak otuzlu yaşlarında öğrenen Said, 1918-1922 kesitinde Kürt kimliğiyle siyasal etkinlik gösteriyor ve Kürt Teali Cemiyeti’nin önemli bir üyesi oluyor. Fakat Cemiyet’teki bağımsızlık yanlısı çizgiye dahil değildir. O, hilafete bağlı özerklik isteyen ılımlı kanattandır. “Kürtlerin kaderi Osmanlı Devleti’ne bağlıdır,” der.[42]
1922 yılında Ankara’ya davet edilen Said, gördüklerinden hoşnut kalmaz. Bir ‘Namaz Beyannamesi’yle milletvekillerini namaza çağırır. Felsefe ve siyasete fazla bulaştığını düşünerek, sigarayı, siyaseti, dünyayı ve “Eski Said”i terk edip, “Yeni Said” devresinin başladığını müjdeler. Sadece iman meseleleriyle meşgul olacağını söyleyen Said, sıklıkla karıştırılma bahtsızlığına uğradığı Şeyh Said isyanına (1925) bulaşmamak için çok özenli davranır. Yine de, Batı’ya sürgün edilen Kürtler arasında bulunmaktan kurtulamaz ve böylece inatçı bir kök salma mücadelesini sessiz sedasız başlatır. 1926 yılında Burdur’a, sonraki yıl Isparta’ya, ardından Kastamonu’ya sürgün edilen Said, yerli halk arasında ilişkiler oluşturmaya başlar.
Cumhuriyet’in kurucuları devlet politikası olarak dinin tasfiyesi çabasına girmekten öte, devleti dinden arındırma ve din devletinden devlet dinine geçme çabası içinde olmuşlarken;[43] tam da burası, Said’in başarıyla kullandığı çelişkidir, yerleşmeye çalıştığı alandır.
Devlet, onu sıkıştırmak için, “aşırı dincilik” iddiasını kullanırken, Said sürekli olarak “iman alanında, din alanında kaldığı, siyasete bulaşmadığı savunmasını” yapacaktır: Öyle ya, din yasaklanmadığına göre, kendisine ilişilmemelidir. Günümüze kadar İslâmcıların başvurduğu, “Laiklik dinsizlik değildir” savunma hattını Nursi, neredeyse her mahkemeye düştüğünde maharetle kullanır.[44]
KÜRT GERÇEĞİ VE SAİD-İ NURSÎ
“Milli gurur” duygusuna itibar etmeyen birili olarak;[45] elbette ezilen ulus milliyetçiliğini ezen ulus milliyetçiliğinden ayrı ele alır, ancak abartmazken; bu bağlamda da Emin Uslu’nun, “Yoksa Saidê Kurdî değil de, “Said-i Tırki” mi demeliyim?”[46] saptamasına büyük önem atfederim…
Bu konuda Orhan Miroğlu, “Yaşadığı dönemdeki Kürt siyasi hareketlerine ve isyanlara ilgi duyduğu söylenemez. Şeyh Sait hareketini de kardeş kavgasına yol açacak endişesiyle desteklememiştir,”[47] derken; Ramazan Topdemir de ekler:
Osmanlı-Kürd İttifakı, Kürdler ve Osmanlılar (Türkler) bakımından çok farklıdır. İttifak, Osmanlı (Türk) egemenlik sistemini korumaktadır, güçlendirmektedir… Saidê Kurdî’nin şüphesiz, Kürd egemenliği diye bir sorunu yoktur.
Said-i Nursî’nin Kürt tabirini, Osmanlı camiasının içindeki bir dal olarak kullandığı bilinmektedir. Nitekim hakkında ileri sürülen jurnallerle mahkemelere verdiği ifadede: ‘Hangi Kürt aşiretine mensupsun sualine verdiği cevap şu olmuştur: ‘Ben Osmanlıyım; benim Kürtlüğüm, doğduğum ve büyüdüğüm yerin halkına verilen isim dolaysıyladır’.
Bitlis’te dünyaya gelen, ömrünün büyük bir kısmını Türkler içinde geçiren ve eserlerini Türkçe olarak yazan “Bediüzzaman”, Kürtlerin vasıfları hakkında şunları ifade eder: Türklerin hakiki bir vatandaşı. Eskiden beri onların cihad arkadaşıdır. Türkler ise; İslâm ordularının en kahramanı, İslâmiyet’in kahraman bayraktarıdır.
Türkçe’nin lâzım, Arapça’nın vacip, Kürtçe’nin ise caiz olduğunu ifade etmiştir. Buradan, Arapça’nın dinî vecibelerden dolayı öğrenilmesi gerektiğini, Kürtçe’nin günlük hayatta serbestçe kullanılabilmesini, Türkçe’nin ise sosyal hayatın bir gereği olarak herkes tarafından bilinmesinin faydalı olacağını anlatır.”[48]
Kaldı ki “Said-i Nursî 1935 yılında Isparta ve Eskişehir Sorgu Hâkimliklerince yapılan sorgu tutanaklarında ilk bakışta dikkati çeken husus, Said-i Nursî’nin sonraki senelerde yazılan hayat hikâyesinde, hâkimlere karşı oldukça sert sözler kullandığının iddia edilmesine rağmen, bu sözlerin zabıtlarda bulunmaması.
Said-i Nursî’nin sorgu tutanakları tamamı 44, metin kısmı ise 34 sayfa olan bir dosyaydı…
Said-i Nursî’nin İsparta ve Eskişehir’deki ifadelerinin bazı bölümlerini, günümüzün diline aktararak ama cümle yapısını aynen muhafaza ederek veriyorum.
Saîd-i Nursî, ifadesinin bir bölümünde kendisinden ‘Kürt’ diye bahsedilmesinden yakınırken şöyle diyor:
‘Adalet açısından taraf tutma fikrini veren ve adaletin mahiyetini zulme çeviren bir hadise ile Isparta’da maruz kaldım.
Bu da, bazı sorgularda bana karşı ‘Kürt’ diye hitap edilmesidir.
Bununla hem ahıret kardeşlerimin milli hamiyetlerine ilişerek aleyhime bir his uyandırmak, hem de mahkeme ve adaletin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermek istediler.
Evet, hâkim ve mahkemelerin taraf tutma şaibesinden aklanmış olarak gayet tarafsızca hareket etmesi adaletin birinci şartı olduğuna dair binlerce tarihî hatıra ve sosyal hadise delil gösterilebilir.
Benim hakkımda bir yabancılık hissini veren ve adaletin bakışını şaşırtmak isteyen adamlara derim ki: Ben herşeyden evvel Müslüman’ım ve Kürdistan’da dünyaya geldim, fakat Türkler’e hizmet ettim ve yüzde doksan hizmetim Türk’e olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş, en sadık ve hâlis arkadaşlarım Türkler’den çıkmış ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, Kur’an doğrultusunda Türkler’i sevmekliğim hizmetlerimiz gereği bulunmuştur.
Bana ‘Kürt’ diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi hakiki ve civanmert binlerce Türk ile ispat ederim.
Benim kitaplarım Kürtler’in değil, belki tamamen Türkler’in elinden geçmiştir…
Ben ki, nazarlarda yabancı millettenim. Bu tutuklu olan civanmerd ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri vardır ki, on sene bana zulmeden memurlara beş seneden beri onların hatırları için beddua etmekten vazgeçtim.
Onların içinde öyleleri var ki, yüksek seciyelerinin en hâlis örneklerini büyük bir hayret ve takdir ile şahsiyetlerinde gördüm ve Türk milletinin başarma sırrını onlarda anladım...
Binâenaleyh, Türkçülük dâva eden Isparta memurları Türk Milleti’nin medâr-ı iftiharı olabilecek bu kadar insanı adi ve ehemmiyetsiz bahanelerle ve onların tabiriyle benim gibi bir Kürd’ün yüzünden perişan edip hor görüp küçük düşürmeleri milliyetçilikleri, Türkçülükleri, vatanperverlikleri iktizâsından mıdır, bunları tamamen vicdanınıza terk ediyorum.”[49]
Toparlarsak: Yasin Ceylan’ın, “Kürt olduğu hâlde, Kürt sorununa neden bigâne kaldı? Tabii ki bu bigânelik, yeni rejimde yüksek makamlara yükselmiş ama Kürtlüğünden utanır hâle gelen Kürtlerle günümüz iktidarında mevki sahibi Kürtlerin, ülkenin bu temel sorunu karşısındaki suskunluğundan farklıydı. O, memleketin farklı ırk ve kültürden gelen insanlarını, ‘İslâm ümmeti’ potasında birleştirmeye çalışıyordu”;[50] veya Hüseyin Gülerce’nin, “Türkiye’nin en önemli meselesi olan Kürt sorunu için 80 sene önce yazdığı reçeteler, birliğimiz ve kardeşliğimiz için hâlâ değerini koruyor,”[51] notunu düştüğü bir pratiğin hakikâtin eseriydi o…
Ve nihayet iki örnek!
Birincisi: Said-i Nursî’nin ölümünden iki sene evvel kendi denetiminde yayınlanan “Bediüzzaman” Said-i Nursî, ‘Tarihçe-i Hayatı Eserleri Meslek ve Meşrebi’ adlı eserde Şeyh Said İsyanı ile alâkâlı şu kısımda, “Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark’ta ihtilâl ve isyan hareketleri oluyor. ‘Sizin nüfusunuz kuvvetlidir’ diyerek yardım isteyen bir zatın mektubuna: Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!’ diye cevap gönderiyor,”[52] der…
İkincisi: Şeyh Said İsyanı sonrası, isyancıların yargılandığı Diyarbekir duruşmalarında, mahkeme heyetinin mensuplarından Ali Saip Ursavaş ile isyancılardan Seyid Muhammed arasında geçen kısa diyalogdan: Ursavaş: “Üç numaralı azanız ‘Bediüzzaman’ ne meslektedir?” Seyid Muhammed: “Mütedeyyindir, ulemadandır. Onun için istiklâl taraftarı değildir,”[53] der…
Bunlar böyleyken; hâlâ “Bu ülkede Müslüman’a değil insana yani herkese hitap ederek kalplerde bir iman inkılâbı, bir sivil devrim gerçekleştiren ‘Bediüzzaman’ Said-i Nursî bir Kürt idi,”[54] diyenleri ciddiye almak mümkün mü?
İSLÂMCI BLOKUN İDEOLOGU
Söz konusu özellikleriyle Said-i Nursî egemen İslâmcı blokun ideologlarındandı; ve ençok da DP ile AKP’den hüsnü kabul gördü; birkaç örneği sıralayayım:
i) “Yükseköğretimin yeni mimari: Said-i Nursî”.[55]
ii) Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, 2000 yılında ‘Said-i Nursî Sempozyumu’na sunduğu bildiride Nursi’yi övdü.[56]
iii) Milli Eğitim Bakanlığı’nın internet üzerinden uygulamaya koyduğu Okul Kütüphanesi Otomasyon Sistemi (OKUT), Türk ve dünya edebiyatının önemli yazarlarının ve kitapların isimleri yazılırken Fetullah Gülen’in Sonsuz Nur, İnancın Gölgesinde, Kırık Testi, Asrın Getirdiği Tereddütler ve birçok eserinin okul kütüphanelerinde bulunduğu görüldü. Gülen gibi Said-i Nursî’nin de 100’e yakın okulda, Mektubat, Lemalar, Küçük Sözler, Risal-i Nur Külliyatından Sözler, Hutbeyi Şamiye, Ayet-el Kübra, İman Küfür Muavezeneleri eserlerinin yer aldığı belirlendi.[57]
iv) Eğitim İş İstanbul Şubesi, Milli Eğitim Bakanı’nın Said-i Nursî’yi “olumlamaya” çalıştığını vurguladı.[58]
v) Mersin İl Milli Eğitim Müdürlüğü, kendilerini “Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerinin talebeleri” olarak gösteren Mersin İlim ve Kültür Vakfı ile birlikte, yatılı lise öğrencilerine bir yıl boyunca “ahlâki gelişimlerine katkı sağlamak amacıyla”, “peygamber sevgisi, bilim ve din ilişkisi, gençliği bekleyen tehlikeler ve çözüm önerileri, inancın bireysel ve toplumsal hayata etkileri, gençlik döneminin en önemli konuları olan aşka yeni bir yorum” konularında ders verecek.[59]
vi) Said-i Nursî’nin kitaplarının basılması kararı alan Diyanet, Nursi’nin “Lem’alar” ve “Asa-yı Musa” kitaplarının ilk defa basılması için çalışmalara başlamış ve 14 Mayıs 2023 seçimlerinden iki gün önce “Asa-yı Musa”nın baskıya girdiğini duyurmuştu. Diyanet, bununla yetinmedi. Sözler, Mektubat ve Mesnevi Nuriye kitaplarını baskıya soktu. Beş kitabın ise yeni baskısını yaptı… Diyanet Vakfı Yayınları’nın 4 Ekim 2023’de sosyal medya hesabından yaptığı duyuruda “Risalei Nur külliyatından Mesnevi Nuriye, Sözler ve Mektubat, kâinat mektubunu okumak isteyenler için raflardaki yerini aldı” ifadeleri yer aldı. Kitap satışının yapıldığı internet sitesinde ise Nursi’nin toplam sekiz kitabının satıldığı görülüyor. Yeni basılan üç kitap dışındaki beş kitabın ise eski kitapların yeniden basımı olduğu görüldü.[60]
vii) Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın açılışına video mesaj gönderdiği ‘IV. Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi’sinin destekçilerin arasında Diyanet İşleri Başkanlığı, TÜGVA, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti ile tarikat ve cemaat bağlantılı ‘Hayrat Vakfı’ ve ‘Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’ gibi kuruluşların yer aldığı etkinlikte “Kur’an-ı Kerim’e göre yeni embriyoloji tarihi”, “Hadid Suresi, 25. ayetin biyokimyasal tefsiri”, “Said-i Nursî’nin evrim düşüncesine karşı yazılmış ilk görüşleri” ve “Risale-i Nur’da insanın hayvaniyeti meselesi” gibi bildiriler sunuldu.[61]
viii) Eskişehir’deki Cemal Mümtaz Anadolu Öğretmen Lisesi Müdür Yardımcısı S.K. İngilizce sınavında öğrencilere Said-i Nursî külliyatındaki ‘7. Söz’e ilişkin yorumlar sordu.[62]
ix) Malatya’da Zirve Yayınevi’nde biri Alman üç kişinin öldürüldüğü baskında yer alan ve eylemi planladığı iddiası ile tutuklu bulunan Emre Günaydın’ın Said-i Nursî’nin kitaplarının okunduğu toplantılara katıldığı ortaya çıkarken, tutuksuz yargılanan sanıklardan Kürşat Kocadağ ifadesinde, sanıkların Nurs adlı bir apartmanın giriş katında Said-i Nursî’nin kitaplarının okunduğu toplantılara katıldıklarını anlattı.[63]
x) Ankara’da Said-i Nursî’nin resimlerinin bulunduğu ek, üniversite öğrencilerinin genellikle okula gidiş ve gelişlerde kullandıkları metro istasyonlarına bırakıldı.[64]
xi) Dönemin Başbakan Bülent Yardımcısı Arınç, Bursa’daki ‘IV. Milletlerarası Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu’nda “Seccadeyi suç sayan tek parti döneminin dayatmacı uzantıları, Said-i Nursî’nin şahsında milletin inancına savaş açmıştı,” dedi.[65]
xii) AKP’li Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman’ın ilköğretim okulu öğrencilerine Saidi Nursî’yi öven kitapçıklar dağıttığı ortaya çıktı.[66]
xiii) Isparta İl Genel Meclisi, oyçokluğuyla aldığı kararla Barla yolu kavşağına, “Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin yaşadığı topraklardasınız,” yazılı bir tabela asacak. Amaç, bir tabelalık tanıtımla 400 binlerdeki Nurcu turist sayısını 1 milyon seviyelerine çıkarmakmış.[67]
xiv) İzmir İl Özel İdaresi’ne bağlı Balçova Termal Tesisleri’nde açılan Said-i Nursî sergisinde, Başbakanlık devreye girdi; tarikat liderinin pankartı Başbakanlık’tan geldiği iddia edilen telefonla yeniden asıldı.[68]
DEMOKRAT PARTİ PARANTEZİ
AKP patentli bu örneklere Demokrat Parti (DP) parantezi de eklenmeli mutlaka.
Bilindiği gibi 14 Mayıs 1950 seçimleriyle Demokrat Parti (DP) iktidara gelir. Adnan Menderes’in dine ve mütedeyyinlere karşı tavrı müspettir ve DP, İslâmcı tepkinin örgütlenebileceği siyasi bir mekanizma hâline gelir.
“Tarikat ve cemaatler DP’ye destek vermiştir. En güçlü dini figürlerden birisi olan Said-i Nursî de o dönemde CHP politikalarına karşı Demokrat Parti’nin desteklenmesi gerektiğini öğütlemektedir. Hatta 14 Mayıs 1950’de Said-i Nursî’nin DP iktidara gelince Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a şu telgrafı çektiği belirtilir: ‘Zatınızı tebrik ederiz. Cenab-ı Hak sizi İslâmiyet vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin. Nur talebelerinden ve onların namına Said-i Nursî’…”[69]
Bu çerçevede Başbakan Adnan Menderes Meclis kürsüsünden, “Said-i Nursî gibi bir pir-i fani bütün hayatını iman ve Kur’an davasına vakfetmiş; dünyayı bu derece bırakmış bir insandır. Bütün dünyasını ilme, Kur’an’a ve ahirete feda etmiş bir zattır. Siz bundan ne istiyorsunuz?”[70] diye haykırır.
Said-i Nursî’yi sadece “İslâmcı” olarak niteleyenlere tek örnek vereceğim: İslâmcılık konusunun uzmanlarından İsmail Kara’ya göre Nursi’nin Ankara’nın davetini kabul etmesi, TBMM’de bir konuşma yapması siyasal hayata duyduğu ilginin işaretidir.
Kara, 1925’teki Şeyh Said İsyanı’ndan 1950’ye kadarki tutumunu ise “siyasetten geri çekilme” olarak niteler ve 1950’lerin dünya ve Türkiye konjonktüründe Nursi’nin “Yeni Said fikrini hemen tadil ve tashih etmeye başladığı özellikle Demokrat Parti ile birlikte siyasi tavır takındığı, bir bakıma Eski Said’e döndüğü görülecektir,” der.[71]
Gerçekten de Nurcu külliyatta (bazı ihtilaflar olsa da) 1949-1960 arası “Üçüncü Said” dönemi diye anılır. “Üçüncü Said” döneminin karakteristiklerini anlamak için İsmail Kara’nın bu dönemle benzerlikler kurduğu “Eski Said” döneminin “siyasal tavırları”na dair hafızamızı tazelemekte fayda var.
Said-i Nursî’nin “Eski Said” diye adlandırdığı dönemin önemli köşe taşlarından biri 31 Mart Olayı’na giden yolda önemli rolü olan Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesindeki yazılarıdır. Bu yazılarda Nursi, ağırlıklı olarak İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin savunmasını yapar. Cemiyetin, ilahiyat tartışmaları yapmak için değil, siyasi amaçlarla oluşturulduğunu biliyoruz.[72]
“Üçüncü Said” için Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “Bir insan sarayda başka, kulübede başka düşünür”; Friedrich Schiller’in, “Çıkar, zamanın büyük putudur,” uyarılarını anımsamak meseleyi kavramakta yararlı olacaktır.
Örneğin Mücahit Bilici, “Nurculuk devletin altında, toplumun içinde insana ve evin görünmeyen temellerine talip olup insanda devrim yaparken”;[73] “Nurculuk, Bediüzzaman Said-i Nursî’nin (1878-1960) ortaya çıkmasına vesile olduğu bir yenilenme hareketti. Tecdid yahut yenile(n)me, kadim bir hakikâtin, değişen bağlamın dil ve duyusuna hitap eder hâle getirilmesi işlemidir. Nurculuk gürültüsüz bir iman ınkılabıdır. Bir fenomen olarak Nurculuğun merkezinde Said-i Nursî vardır,”[74] derken; Rasim Ozan Kütahyalı’nın satırlarındaki üzere, “14 Mayıs 1950’den sonra birazcık rahata kavuşur Said-i Nursî. Nur hareketi hızla büyür bu yıllarda, ülkenin birçok yerinde Nur dershaneleri açılır. Bu arada Şubat 1951’de Vatikan’dan teşekkür mektubu alır Zülfikar Risalesi nedeniyle. Nisan 1953’te Rum Ortodoks Kilisesi Patriğini ziyaret eder. Dinlerarası diyaloga ve dünya barışına çok önem veren bir İslâmi anlayışı vardır Nursi’nin çünkü…”[75]
“Bediüzzaman Said-i Nursî kanımca sanal merkezden gerçek bir siyasal merkeze geçişte en önemli sembol isimdir,”[76] saptaması ekseninde -artık!- “Nurculuk cemaatinin milyonlara varan takipçisi var”dı![77]
GÜLEN BAĞINTISI
Entrizm (sızmacılık) ile malûl Said-i Nursî ile Nurculuk, Fethullah Gülen (ve cemaatin)i de derinden etkiledi. Bunun görmezden gelinmesi bana hep José Saramago’nun, “Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük. Gören körler mi, gördüğü hâlde görmeyen körler,”[78] sözlerini anımsatır!
Bu bağlamda Said-i Nursî ve Nurculuk’un politik içeriğibi kavramak çok önemlidir.
Malum üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde doğup T“C”nin ilk dönemlerinde olgunlaşan Said-i Nursî hareketi, T“C”nin kurulma aşamasında, laiklik ve dincilik, modernlik ve gelenekselcilik, bilim ve ruhanilik, millet ya da ümmet olmak arasındaki çatışmalar ortamında yeniden biçimlenmiştir.
Said-i Nursî, Kur’an ı modern bilimlerin ışığında analiz ettiğini iddia eder. Ancak, modern bilimlerin insanı Allah’tan uzaklaştırdığını, Allah’ın rehberliğinden ayırdığını da ileri sürer. Nursi’nin görüşleri üç alanda farklılık gösterir: Bunlar, barış üzerine düşünceleri (savaşlara karşı çıkma), modern medeniyetlere eleştiriler ve İslâm-Hıristiyan birlikteliğidir. Bu üç öğe, Said-i Nursî hareketinin karakteridir ve öteki modern Müslüman hareketlerden onu ayırır. Nursi’nin Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki ruhani ilişki çabaları ise 1911’de başlamıştır.
Türkiye ve İslâm dünyasını, Batı bilim ve teknolojileri ile modernize etme fantezileri, Hıristiyan dünyasının haz duygularını kamçılamada etkili olmuş, Said-i Nursî’yi aracıları olarak görme ve değerlendirmelerine yol açmıştır. Savaşlara da karşı olduğunu söyleyen Said-i Nursî, Kore Savaşı sırasında kendi üyelerinin komünistlere karşı savaşını desteklemiş, yüreklendirmiş ve komünistleri öldürmekle ateizme karşı verdiğini söylediği savaşın silahlı destekçisi olmuştu…
Bunlara ek olarak Said-i Nursî’in uzun yıllar, Risale-i Nur Külliyatı’nın dini mahiyette olduğuna dair resmî devlet onayı almaya çalışması ve nihayet başarması bir “sır” değildir. Denilebilir ki, yaklaşık otuz beş yıl süresince Said-i Nursî, devlet söylemi ve pratiğinin boşluklarından yararlanarak, paralel bir alan inşa etti. Bu direniş sanatında, bodoslama karşıtlık yoktur. Onun ifadeleriyle söylersek, “Her söylediğin doğru olacak ama her doğruyu söylemek doğru değildir,”[79] üzerine kurulu, uzun soluklu bir mücadele vardı.
Bunlar size Fethullah Gülen (FG) hatırlatmıyor mu?
Said-i Nursî ile takipçisi “Neo-Nurcu” FG Hareketi’nin örgütlenme başarısını, “Sizler koca bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistlerisiniz”[80] türünden ifadelerde somutlanan entrizm ile tanımlamak mümkündür.
Bu da Nurcuların ve FG Hareketi’nin günümüzde kendilerini anlatma biçimleri, meşruiyet türetme çabaları hakkında ipuçları verirken; Fethullah Gülen 1994’te kaleme aldığı bir yazıda, “Bediüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdânî enginliğini hem de en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır,” der…[81]
Malum: “FG ve cemaati kendisine fikir babası olarak Said’i seçti.”[82]
Kaldı ki “Said-i Nursî’yi konu edinen ‘Hür Adam’ı filmi de açık bir şekilde FG’in öncülü olduğunun altı çiziliyor”du.[83]
BİR KAÇ NOT
Özetle, Said-i Nursî günümüzde her meşrebin kendine göre tarifleyip temellük ettiği bir figür olsa da, bu “tarif”lerin iradî ya da irade dışı bir bilgisizlikten malûl olduğu, aşikârdır. Herkesin Said’i, kendine göre bir Said’dir.
Örneğin onu bir liberal, bir barışçı, hatta “Gandhi” olarak görenler, 1914-1916 Ermeni soykırımındaki rolünü, soykırım sürecinde Van’da en üst makamlarda ağırlandığını, komutası altındaki “Keçe Külahlılar”ın Ermenilere karşı yürütülen harekâta katıldığını, ya da daha sonraları, Kore Savaşı’nı “İnkâr-ı uluhiyete (Allah’ın inkara) karşı yapılan bu harbe katılmak lazımdır” gerekçesiyle şiddetle desteklediğini[84] unuturlar.
Onu “Kürt bağımsızlığının savunucusu” olarak görenler, Kürt davası karşısında her zaman takındığı müstenkif tutumu ve yargılandığı mahkemelerdeki savunmalarında “Kürt” sıfatıyla anılmaktan “utanç” duyduğunu ve “Ben her şeyden evvel Müslüman’ım ve Kürdistan’da dünyaya geldim, fakat Türkler’e hizmet ettim ve yüzde doksan hizmetim Türk’e olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş, en sadık ve hâlis arkadaşlarım Türkler’den çıkmış ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, Kur’an doğrultusunda Türkler’i sevmekliğim hizmetlerimiz gereği bulunmuştur,” sözlerini unuturlar.
Onu “bilim ile imanı birleştirmeye çalışan bir yenilikçi” olarak görenler, Handan Koç’un deyişiyle “Türkiye’nin orijinal ataerkil dogmaları”nın biçimlendiricilerinden biri olduğunu ve kadınları fıtraten “kocalarına tabi”, tesettür mahkûmları olarak görüp gösterdiğini unuturlar.
Özetle, Said-i Nursî meselesi hakkında Albert Einstein’ın, “Bilgi arttıkça ego azalır. Bilgi azaldıkça ego artar,” sözlerini anımsayarak, “ulusal egoların bilgisizliği”yle yol alınamayacağını unutmamak gerek.
Bu bağlamda eleştiri/ değerlendirmeler askıya alınmayarak, Max Horkheimer’ın, “İtiraz edilemeyecek bir şeyin başına hiçbir şey gelmez,” uyarısı ile “Kitleler, özgürleşim düşlerinden yoksunlaştıkça, yaşanan reel-hayatın içinde günübirlik düşler görmeye; düzenin içinde tutuklanmış, evcilleştirilmiş yalancı mutluluklara, yalancı özgürleşimlere, yalancı değerlere yöneltici düşler görmeye başlar. Dahası, bu düşler bile reel-yaşamın mantığına uygun işlevler edinir: Yalnızca kendisini, üstelik en yakınındaki insanın umudunu yok ederek ‘kurtarmayı’ düşleyen insanlar, başkaları için onların karşısında ‘kurtlaşmaya’ yönelirler,”[85] saptaması kulaklara küpe edilmelidir.
20 Ekim 2023 15:58:23, İstanbul.
N O T L A R
[*] Görüş, Kasım 2023…
[1] Aurelius Augustinus, İtiraflar, çev: Çiğdem Dürüşken, Alfa Kitap, 2014.
[2] Sefa Mehmetoğlu, “Said-i Nursî’nin Kürtere Mirası - 1”, Gündem, 25 Mart 2016, s.11.
[3] Cüneyt Ülsever, “Ölümünün 50. Yıldönümünde Said-i Nursî”, Hürriyet, 10 Mart 2010, s.22.
[4] Emrullah Beytar-Cemil Yüzer, “Bir Özgürlükçü Olarak Said-i Nursî”, Taraf, 20 Mayıs 2010, s.16.
[5] İsmet Tunç, “Said-i Nursî’yi Anarken”, 24 Mart 2010… https://www.ercisnet.com/%C4%B0smet-tun%C3%A7-kazandibi-saidi-nursiyi-anarken-y1068.html
[6] Samet Altıntaş, “Üstad’ın Çileli Yılları”, Zaman Cuma, 21 Mart 2014, s.9.
[7] Handan Koç, “Ölümünün 50. Yılında Tesettür Risalesi”, Radikal İki, 18 Nisan 2010, s.7.
[8] “Hizan Nüfus Müdürlüğü’nden elde edilen belgelere göre Said-i Nursî’nin doğum tarihinin 1878 değil, 1 Ocak 1872 olduğu ortaya çıktı. Böylelikle Sait Nursi’nin 82 yıl yaşadığı bilinmesine karşın resmi belgelerde 82 yıl değil 88 yıl yaşadığı ve 88 yaşında vefat ettiği anlaşıldı.” (“Nursi 82 Değil 88 Yıl Yaşamış”, Yeni Şafak, 12 Haziran 2013, s.22.)
[9] 27 Mayıs darbesinin ardından Urfa’daki mezarından gizlice alınıp bilinmeyen bir yere defnedilen Said-i Nursî’nin mezar yerini devlet de bulamadı. İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Seyfullah Hacımüftüoğlu imzasıyla 24 Eylül’de “Konu hakkında yapılan incelemede, Emniyet Genel Müdürlüğü’nce Said Okur’a (Said-i Nursî) ait kurum arşivlerinde bulunan aidiyet dosyalarının Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne gönderildiği, bakanlığımız diğer birimleriyle (evinin bulunduğu) Isparta ve Urfa valiliklerimizden alınan cevabi yazılardan konuya ilişkin bilgi ve belge bulunmadığı anlaşılmıştır,” denildi. (Turan Yılmaz, “Devlet de Bulamamış”, Hürriyet, 3 Aralık 2012, s.22.)
“50 yıldır Bediüzzaman’ın hayatını araştıran Necmettin Şahiner, “Bediüzzaman’ın darbeciler tarafından parçalanarak gaspedilen mezarı bugün Isparta Sav kasabası mezarlığında.” (İsa Tatlıcan, “… ‘Said-i Nursî’nin Mezarının Yeri...”, Sabah, 23 Mart 2015, s.24.)
[10] Ayşe Hür, “Bediüzzaman Said-i Nursî”, Taraf, 28 Mart 2010, s.12.
[11] Şerif Mardin, Said-i Nursî Olayı, İletişim Yay., 1997, s.258.
[12] Ahmet Yıldız, “Müsbet Hareket”, Zaman, 6 Nisan 2012, s.26.
[13] Arif Tekin, “Said-i Nursî- Fethullah Gülen ve Devlet”, 2 Şubat 2008, 2temmuz.com
[14] Vahdettin İnce, “Bediüzzaman Saidê Kurdî”, Star, 2 Mart 2014, s.5.
[15] Mücahit Bilici, “Said-i Nursî’ye Hitler Çamuru Bulaştırmak”, Yeni Yüzyıl, 6 Ocak 2016.
[16] Emrullah Beytar, “Said-i Nursî ve Liberaller”, Taraf, 20 Şubat 2008, s.13.
[17] Nevzat Tarhan, Çağın Vicdanı Bediüzzaman, Nesil Yay., 2012.
[18] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev. Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s.27.
[19] Fırat Aydınkaya, Bediüzzaman’ın Hançeri, Avesta Yay., 2020, s.104.
[20] yage, s.50.
[21] yage, s.96 ve s.198.
[22] yage, s.185.
[23] yage, s.208.
[24] yage, s.219.
[25] yage, s.284.
[26] yage, s.215.
[27] yage, s.293.
[28] yage, s.293.
[29] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, çev: Bayram Doktor, Burhan Yay., 1984.
[30] Fırat Aydınkaya, Bediüzzaman’ın Hançeri, Avesta Yay., 2020, s.253.
[31] yage, s.123.
[32] yage, s.133.
[33] yage, s.148.
[34] yage, s.111
[35] “Said-i Nursî kapanmanın neden gerekli olduğu yolunda dört hikmet açıklar. Buyrun birincisine...
Said-i Nursî bu risalede tesettür neden gereklidir diye dört hikmet (sebep) açıklar. Bu yazıda sadece birinci hikmete ayrılmış olan bölümü ele alacağım.
Aynen aktarıyorum: “Birinci Hikmet: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. (Fıtri doğuştan, tabii anlamına fitrat ise yaradılış, huy anlamına gelir.) Çünki kadınlar hilkaten (yaradılıştan) zaîf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale (kovulmak) maruz kalmamak için, fıtrî bir meyli var. Hem kadınların on adedden altı-yedisi ya ihtiyardır, ya çirkindir ki; ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan (töhmetli olma, suçlu olma) korkar, taarruza maruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan ihtiyarlardır. Ve on adedden ancak iki-üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın. Malûmdur ki; insan sevmediği ve istiskal ettiği (varlığından hoşlanmadığı) adamların nazarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş (müstehcen konuşma) ve tefessüh (çürüme) etmeyen bir güzel kadın, nazik ve seri-üt teessür (çabuk üzüldüğünden) olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta işitiyoruz; açık-saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, ‘Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar’ diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref-i tesettürü (tesettüre son vermesi), hilaf-ı fıtrattır (tabii olana karşıdır). Kur’an’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat (şefkat kaynağı) ve kıymetdar birer refika-i ebediye (ebedi eş) olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten (alçaklık) ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.
Hem kadınlarda, ecnebi erkeklere karşı fıtraten korkaklık, tahavvüf (korkuya düşmek) var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktiza ediyor (gerektiriyor). Çünki sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak, sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmet ile çekmekle beraber, hamisiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru zevkin belâsını çekmek ihtimali var. Ve kesretle (çokça) vaki olduğundan, cidden şiddetle nâmahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti (doğrusu cibillet huy yaradılış) sakınmak ister. Ve tesettür ile nâmahremin iştihasını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zaîf hilkatı emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal’ası çarşafı olduğunu gösteriyor. Mesmuatıma göre: Merkez ve payitaht-ı hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahâlinin gözleri önünde, gâyet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayasız yüzlerine bir şamar vuruyor!..”
Başlangıçta belirttiğim gibi risalenin dili ve iddiaları çok açıktır. Bir din ve siyaset düşünürü olarak Nursî izleyicilerine açık nedenler sunarak kadınlara seslenir. Onlara esas manevi esaretin tesettürsüz yaşamak olduğu tezini ispat etmeye çalışır.
Bugün tesettürün bir özgürlük sağladığını iddia edenler bu manada orijinal değildir. Bu fikir Nursî’de vardır.
Metnin sonundan başa doğru gidersek, Nursî’nin dünyasının sınıfsal eşitlik fikrine nasıl kapalı olduğunu görürüz. Düşünün, adi bir kundura boyacısı, rütbeli birinin açık bacaklı karısına sarkıntılık edebilir. Bu olmamalıdır. Adi sıfatının bu rahat kullanımı Nursî’nin sınıflara bakışını, üstlerin üst, astların ast kalacağı bir düzen taraftarı olduğunu ortaya koyar. Yazar tesettür aleyhinde olanlara hayasız diyerek ise, bugüne gelen bir iddiayı dillendirir. Nursî’ye göre tesettürsüz yaşamayı savunanlar Müslüman olmamaktan öte hayasız yani ahlâksızdır.
Kadınların zayıf yaradılışı yüzünden çarşafları kaleleri olmalıdır. Kadınların doğuştan zayıf yaratıklar olduğu fikri o kadar çok yinelenir ki, Said-i Nursî ve taraftarlarının kadınlara yönelik düşüncelerinde, cinsler arasındaki tabii farkları tasnif edişinin ırkçı bir yaklaşıma yakın olduğu söylenebilir. Çünkü işaret edilen değişmez, kesin ve her kadına mahsus özellik zayıflıktır. Ayrıca kadınlar doğuştan kıskançtır, çirkinliklerinin görülmesini istemezler ve erkeklerin himayesine muhtaç oldukları için onlar tarafından hiyanetle itham edilmekten çok korkarlar, dolayısıyla kendilerini hamilerine sevdirmeye çalışırlar. Kendilerini hamilerine yani kocalarına sevdirmelerinin yolu ise tesettürden geçer.
Kadınların eşitlik arayışlarının yükseldiği ve Batı’dan başlayarak tüm dünyayı etkilediği yılların insanı olan ve her şeyi takip etme iddiasında olan Nursî için doğum kontrolü akla hayale gelmeyen bir şey olmuş olamaz. Çünkü kutsal addedilenler dahil çok eski metinlerde bile, kadınların meşru görülen-görülmeyen cinsel ilişkilerinin sonucu olarak doğum yapmamak üzere bir takım tedbirler aradıkları ve zaman zaman buldukları bilinir. Nursî bu bilgilere kapalıdır. Kadınlara sekiz-dokuz dakikalık bir zevk yüzünden hamile kalabileceklerini, bu yüzden erkeklerin iştahını açmayacak şekilde gezmeleri gerektiğini söyler. Nursî böylece, propagandasına korkutmayı katmaktan çekinmeyen bir siyasetçi yönü olduğunu belli eder.
Son olarak birinci hikmetin başına dönecek olursak, Said-i Nursî ağır bir şekilde cinsiyetçidir. Kadınların erkeklerin himayesinde yaşamaya mecbur olmaları dışında bir yol ve kapıdan asla bahsetmez. Nursî kadınların tesettüre girmeleri için onları himaye eden erkeklere yaranmaları mecburiyetini bir sebep olarak gösterir.
Tesettürü kadınların hep himayesine muhtaç yaşayacakları erkekleri için, onlarla iyi geçinmek için bir tedbir olarak önerirken, gerçekçi ve açık sözlü bir erkek egemenliği taraftarı olduğunu ortaya koyar.” (Handan Koç, “Tesettür Risalesi Hakkında...”, Radikal İki, 13 Nisan 2008, s.9.)
[36] Said-i Nursî, Emirdağ Lahikası-2, s.13... https://www.risaleinur.hizmetvakfi.org/emirdag-lahikasi-ii-s-6-26/
[37] “Said-i Nursî 1947 yılının son günlerinde kaleme aldığı mektubunda 1946 seçimlerini de değerlendirip CHP’yi ne yapması konusunda şöyle uyardı (Emirdağ Lahikası): ‘Size karşı elbette çok cihetlerde dahili ve harici muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin hâline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksaydı, birden sizi mağlup ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri anane-i İslâmiye ile, ruh ve kalble bağlanmış. Zahiren muhalif, fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfüru etse de, kalben bağlanmaz’...” (Soner Yalçın, “Said-i Nursî’den CHP’ye Mektup”, Hürriyet, 24 Ekim 2010, s.11.)
[38] Ahmed Şahin, “Bediüzzaman Hazretleri Tarikata Karşı Değildi”, Zaman, 19 Mart 2014, s.25.
[39] Cihan Yenilmez, “Bediüzzaman Ömrünü İnsanların Ebedî Saadetine Adadı”, Zaman, 25 Mart 2010, s.2.
[40] Cemalettin Canlı-Yusuf Kenan Beysülen, Zaman İçinde Bediüzzaman, İletişim Yay., 2010, s.115.
[41] yage, s.169.
[42] yage, s.244.
[43] yage, s.341.
[44] Yüksel Taşkın, “Saidê Kurdî’den Said-i Nursî’ye”, Radikal Kitap, Yıl:9, No:492, 20 Ağustos 2010, s.16-17.
[45] “En değersiz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanlarla paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu ülkesinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her zavallı aptal gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu ülkesi ile gurur duyar.” (Arthur Schopenhauer)
[46] Emin Uslu, “Hür Adam!”, Günlük, 13 Ocak 2011, s.11.
[47] Orhan Miroğlu, “Bediüzzaman Saidê Kurdî”, Taraf, 24 Mart 2010.
[48] Ramazan Topdemir, “Said-i Nursî’nin Günümüze Işık Tutan Düşünceleri”, Yeni Şafak, 24 Nisan 2014, s.18.
[49] Murat Bardakçı, “Said-i Nursî’nin 74 Yıl Boyunca Gizli Kalan Sorgu Tutanakları”, Haber Türk, 30 Ağustos 2009, s.8.
[50] Yasin Ceylan, “Hür Adam”, Radikal İki, 16 Ocak 2011, s.6-7.
[51] Hüseyin Gülerce, “… ‘Allah’ın Sadık Kulu’ Ne Diyor?”, Zaman, 4 Kasım 2011, s.25.
[52] Bediüzzaman Said-i Nursî’nin Tarihçe-i Hayatı, Eserleri, Meslek ve Meşrebi, Doğuş Ltd. Şirketi Matbaası, 1958, s.100.
[53] Malmisanij, Said-i Nursî ve Kürt Sorunu, Doz Yay., 1991, s.40.
[54] Mücahit Bilici, “Bediüzzaman’ın Türkleştirilmesi, Risale-i Nur’un Devletleştirilmesi”, Taraf, 9 Temmuz 2014, s.10.
[55] Yalçın Bayer, “Yükseköğretimin Yeni Mimari: Said-i Nursî”, Hürriyet, 29 Kasım 2012, s.24.
[56] Zeynep Şahin, “Çelik’in ‘Nur’ Sevgisi”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2008, s.4.
[57] Betül Kotan, “Skandal Site OKUT Kapatıldı”, Radikal, 17 Mayıs 2008, s.9.
[58] Zeynep Şahin, “Çelik Bilgileri Çarpıttı”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2008, s.4.
[59] Sinan Tartanoğlu, “Cemaatten Aşk Dersi”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2013, s.17.
[60] Sefa Uyar, “Diyanet’in Nursi Sevgisi”, Cumhuriyet,9 Ekim 2023, s.4.
[61] Sefa Uyar, “Risale-i Nur’lu Yaratılış Kongresi”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2021, s.4.
[62] “Lisedeki İngilizce Sınavında Türkçe Said’i Nursi Sorusu”, Radikal, 9 Haziran 2009, s.11.
[63] “Said-i Nursî Sohbetine Katılmış”, Cumhuriyet, 12 Ocak 2008, s.5.
[64] Mahmut Lıcalı, “Ekonomik Kriz İlahi İkaz”, Cumhuriyet, 25 Mart 2009, s.6.
[65] “CHP’li Tek Parti Döneminde Milletin İnancıyla Savaştılar”, Star, 23 Mayıs 2011, s.15.
[66] Sergül Canıgür, “Okullara Saidi Nursî’yi Öven Kitap”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2008, s.5.
[67] Akif Beki, “Said-i Nursî’ye Bir Tabela Bile Yok”, Radikal, 31 Mart 2012, s.11.
[68] Emre Döker, “Said-i Nursî Krizi”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2010, s.16.
[69] Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, Metis Yay., 1991, s.80.
[70] Soner Yalçın, “Said-i Nursî’yi Kim Hedef Yaptı”, Hürriyet, 11 Ekim 2009.
[71] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, Dergah Yay., 2008, s.206.
[72] Ayşe Hür, “Bediüzzaman Efsanesi, Said-i Nursî Gerçeği”, Radikal, 10 Ocak 2016… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/bediuzzaman-efsanesi-said-i-nursi-gercegi-1497628/
[73] Mücahit Bilici, “Nurculuk ve İslâmcılığın Devlette Kesişen Yolları”, Taraf, 6 Ağustos 2014, s.10.
[74] Mücahit Bilici, “İslâmcılık ve Nurculuk (2)”, Taraf, 2 Ağustos 2014, s.10.
[75] Rasim Ozan Kütahyalı, “Said-i Nursî ve Askerî Vesayet”, Taraf, 24 Mart 2010, s.13.
[76] Lütfü Özşahin, “Sanal Merkezden Gerçek Merkeze Geçişte Said-i Nursî”, Zaman, 11 Ekim 2009, s.26.
[77] Hasan Cemal, “Heykelle Ucube, Atatürk’le Said-i Nursî...”, Milliyet, 11 Ocak 2011, s.17.
[78] José Saramago, Körlük, çev: Aykut Derman, Can Yay., 1999.
[79] Cemalettin Canlı-Yusuf Kenan Beysülen, Zaman İçinde Bediüzzaman, İletişim Yay., 2010, s.342.
[80] yage, s.348.
[81] Samet Altıntaş, “Üstad’ın Çileli Yılları”, Zaman Cuma, 21 Mart 2014, s.9.
[82] Yusuf Ziyad, “II. Abdülhamit’ten AKP’ye Siyasal İslâm ve Kürtler”, Yaşamda Demokrasi, 15-21 Aralık 2007, s.10.
[83] Cüneyt Cebenoyan, “Kendine Hür Bir Adam”, Birgün, 8 Ocak 2011, s.15.
[84] “İlk Kez Yayınlanan Yabancı Belgelerle Said-i Nursî”, CNN Türk, https://www.cnnturk.com/turkiye/ilk-kez-yayimlanan-yabanci-belgelerle-said-nursi
[85] Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, İnkılap Kitabevi, 2014.