“İnsanların kardeşliği ve dayanışması

bir gün, savaşın ve yıkımın

kanlı çizgilerini ufuktan silecektir.”

III. Büyük Buhranı ile kıvranan kapitalist dünya sistemi, sürdürülemez özellikleriyle müthiş bir tıkanıklık, kriz içinde…

Yaşanan açmazın emareleri her gün daha da netleşirken; küresel ölçekte dalgalar hâlinde gelişen kriz yakıcılaşıyor. Kâr oranlarındaki düşüşler ile sermaye birikim sürecinin tökezlemelerin yol açtığı kaybı minimize etmek derdindeki kapitalistleri işçi sınıfı ile emekçilere karşı saldırmaya ve saflarında rekabeti, ayrıca da yeniden paylaşımı şiddetlendirmeye mahkûm ediyor.

Günümüzde yaşanan budur ki, bu da savaş demektir!

Sürdürülemez kapitalizme mündemiç emperyalist savaşlar, çağın kaçınılmazlığıdır. Emperyalist barbarlığın yıkıcı doğasının getirisi olan savaşlar, sistemin varolan çelişkilerini daha da keskinleştirirken; insanlığın geleceğini de tehlikeye atar.

Böylesi kesitler, geleceğin savaşa karşı savaşmakla savunulabileceği hatta kazanabileceği momentlerdir.

V. İ. Lenin’in, ‘Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm’ başlıklı yapıtında belirttiği gibi, Birinci Emperyalist Savaş öncesi dönemin en belirgin yanı dünyanın yeniden paylaşılması ihtiyacıydı.

Bugünde de emperyalist sistem içinde debelendiği açmazda savaş çığırtkanlığını sürdürürken; tarih bize gösteriyor ki, emperyalist savaşın anlamı burjuvazi için farklı, işçi sınıfı ile emekçiler için farklıdır.

Savaş burjuvazi için “müthiş kârlar” demek olması yanında; işçi sınıfı ve emekçilerin yarattığı toplumsal değerlerin yeniden, kârlı bir şekilde üretilmek üzere yok edilmesidir. Emperyalist savaş ile yeni pazarlar açılır, eskileri yeniden paylaşılır. Üretici güçler yok edici güçlere dönüşür, tüm toplumsal zenginliğin yaratıcısı işçi sınıfı ile emekçiler ölüm ve zulme mahkûm edilirler.

Ama bu her zaman böyle olmayabilir.

Tıpkı Ekim Devrimi ile işçi sınıfı ve emekçilerin bu vahşete “Dur!” diyerek, yarattığı barış gibi…

SAVAŞ+BARIŞ: NEDİR VE NEDEN?

V. İ. Lenin, 1 Kasım 1914’te yayınlanan ‘Sosyalist Enternasyonal’in Konumu ve Görevleri’ başlıklı yazısında, “Savaş tesadüfî bir olay da değildir, (yurtseverlik, insanlık ve barış vaazı veren oportünistlerden geri kalmayan) Hıristiyan papazların düşündüğü anlamda ‘günah’ da değildir. Savaş kapitalizmin kaçınılmaz bir aşamasıdır, kapitalist yaşam tarzının barış kadar meşru bir biçimidir,”[3] tanımıyla savaş+barışın ne ve neden olduğunu net biçimde ortaya koyar.

Bu noktada “Karl Marx’ın, ‘Özgürlükler ile birlikte el ele yürümediği sürece barış bir cinayet demektir,’ saptamasının altını ısrarla çizerek ekleyelim: Bir beklentiye indirgenmemesi gereken barış, savaşın nedenlerine karşı savaşılarak kazanılır.

Evet savaşın panzehiri, barıştır ve ancak ulusal bayraklar toz bezi yapılıp, kapitalizm aşıldığında gelecektir gerçek barış.

Savaşın olmaması diye tanımlanan barış, aslında iki savaş arası dönemdir… Yani emperyalist-kapitalizm koşullarında imkânsızdır; ütopyadır.

Kapitalist sömürü koşullarında ‘geçici’ ve ‘suni’ bir döneme denk düşen barış; savaştan önceki evre ve moladır.”[4]

Bu durumda Romalıların, “Barış istiyorsan savaşa hazır ol,” düsturunun varisi Marksist-Leninistler (M-L) olduğunun altını çizerek ekleyelim: Tarih boyunca egemenler ezilenlere, savaştan bol bir şey vermedi! Bu nedenle, burjuvazinin barış söylemi ikiyüzlü değil ise nedir?

Aslı sorulursa: Savaş dediğimiz şey, silahlı barış dönemindeki örtünün kaldırılıp, hunhar bir şekle bürünmesidir. Bu yüzden V. İ. Lenin şöyle der: “Biz savaşların ülke içindeki sınıf mücadelesiyle kaçınılmaz bağa sahip olduğunu görüyoruz; sınıflar kaldırılıp sosyalizm kurulmadığı müddetçe savaşın yok edilemeyeceğini biliyoruz. Keza biz iç savaşları, yani ezilen sınıfın ezen sınıfa karşı, kölelerin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine ve ücretli işçilerin burjuvaziye karşı yürüttükleri savaşları meşru, ilerici ve zorunlu görmemiz bakımından da onlardan ayrılıyoruz. Biz Marksistler her savaşı tarihsel olarak ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğini düşünmemiz bakımındansa hem pasifistlerden hem de anarşistlerden ayrılıyoruz.”

Dolayısıyla Marksistler ne soyut bir şekilde savaş karşıtı ne de toptancı bir şekilde barış yanlısıdır; zira bu noktada Carl von Clausewitz söylediklerinde haklıdır: “Fethedenler her zaman barış meftunudur, zira savaş savunmadakilerin saldırganlarına yönelttikleri direnişten doğar.”

Kapitalizmde zulmün çeşitli şekillerine direniş, eli kolu bağlı oturup durmaktan çok daha barışçıl bir tavırdır. Dolayısıyla kapitalist vahşet koşullarında direniş meşru ve doğru, savaş ise kirlidir ve tam da bu yüzden barış talebi şarttır, ama onurlu bir barış.

V. İ. Lenin’e göre, onurlu bir barış ancak neyin ne olduğunu hiç evirip çevirmeden ortaya koymakla mümkündür. Söz konusu savaşın (“direnişin”) nasıl çıktığını, kimin çıkarlarına hizmet edip kimin çıkarlarına taş koyduğunu, daha özele inersek örneğin hangi seçim sonuçlarını hazmedememenin bir ürünü olduğunu vb sarih bir şekilde açıklamak, geniş kesimlere anlatmak gerekiyor. Dolayısıyla da V. İ. Lenin barışı mücadeleye bağlar.[5]

O hâlde ezilenler için sömürüye başkaldırmayan bir barış söz konusu değildir ve olmaz da!

“KAPİTALİZM= SAVAŞ” DEMEKTİR!

“Ama”sız, “fakat”sızca “kapitalizm=savaş”tır; yani savaş kapitalizmin zorunlu bir sonucu veya kaçınılmazlığıdır.

Elbette savaş, kapitalizmle birlikte başlayan bir olgu değildir. Ne var ki, kapitalizm, yarattığı militarizmle birlikte, insanlık tarihinin aslında en kanlı dönemini temsil eder. Kapitalizm, örgütlü, kurumsal, sistematik şiddetin ve bunun en vahşi biçimi olan savaşın zirvesini temsil eder. Rosa Luxemburg’un da dediği gibi, tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik akışı, sermayenin sadece doğuşunu değil aynı zamanda dünyada adım adım ilerleyişini de temsil etmektedir ve emperyalist savaşlar, kapitalist sistemin işleyişinin kaçınılmaz sonuçlarıdırlar, tıpkı iktisadi krizler gibi.

Tarihin kanıtladığı gibi, sermayenin gelişip büyümesi, savaşların da aynı şekilde büyümesini, sayısının, sıklığının, yıkıcılığının ve kurbanlarının artmasını beraberinde getirmektedir. Dünya pazarının daha büyük bir kısmını ele geçirmek, daha geniş hammadde ve enerji kaynaklarına el koymak üzere tüm büyük güçler sonu gelmez bir rekabet içindedirler. Bu rekabet askeri yöntemlere başvurulmasını belli bir aşamada zorunlu kılar. Bu zorunluluk, kapitalist güçleri giderek daha güçlü ordular kurmaya iter.

Tarihe baktığımızda kapitalizmin gelişimiyle savaşların sayısının artması ve verilen kurbanların sayısının devasa boyutlara ulaşması arasında doğrudan bağ olduğunu görüyoruz. Sanayi devriminin gerçekleştiği XVII. yüzyılda 68 savaş yaşanmış ve 4 milyon kişi ölmüştü. XIX. yüzyılda bu sayı 205 savaş ve 8 milyon ölüye çıktı. İnsanlık tarihinin en kanlı dönemi olan XX. yüzyıl ise 300 civarında savaşa ve 110 milyondan fazla insanın bu savaşlarda can verişine tanıklık etti. Savaşlar giderek toplumun tamamını doğrudan kapsar hâle geldikçe ve yıkımın boyutları arttıkça, savaşlarda ölen insan sayısının nüfusa oranı da giderek arttı: Bu oran XVIII. yüzyılda binde 5 ve XIX. yüzyılda binde 6 iken, XX. yüzyılda binde 46’ya fırlamıştır.[6]

Söz konusu veriler kapitalizm ile savaş arasında kopmaz bir bağ olduğunu kanıtlarken; kapitalizm var oldukça iktisadi rekabet, sıcak çatışmalar kaçınılmazdır. Yani, iktisadi krizler nasıl kapitalizmden kaynaklanıyorsa; emperyalist savaşlar da doğrudan kapitalizmin iktisadi krizlerinden ve yeniden-paylaşım kavgasından türerler.

İşte bu yüzden savaşsız bir kapitalizm düşünülemez ki, V. İ. Lenin de Ağustos 1915’te, kapitalist gelişim dinamiklerinin kriz ve savaşları doğuruşunu yalın bir şekilde şöyle vurguluyordu:

“Sermaye uluslararası ve tekelci hâle gelmiştir. (…) Kapitalizm altında güç kullanmaktan başka bir paylaşım zemini ve paylaşım ilkesi mümkün değildir. (…) Kapitalizm üretim araçlarının özel mülkiyeti ve üretimde anarşidir. (…) Kapitalist bir devletin gerçek gücünü sınamanın savaştan başka bir yolu yoktur ve olamaz. Savaş özel mülkiyetin temelleriyle çelişmez, bilakis bu temellerin doğrudan ve kaçınılmaz bir ürünüdür. Kapitalizm altında tek tek işletmelerin ve tek tek devletlerin düzgün ekonomik büyümesi imkânsızdır. Kapitalizmde periyodik biçimde sarsılan dengeyi yeniden sağlamanın sanayide krizler ve siyasette savaşlardan başka bir yolu yoktur.”[7]

Ve bir şey daha: Savaş yalnızca yıkım ve ölüm anlamına gelmez; kitleleri harekete geçirici boyutlarından ötürü devrimci bir katalizör görevi de görür.

Devrimler çoğu kez savaşları izler. Bu tespit, o gün olduğu gibi bugün de emperyalist savaşlara karşı izlenecek mücadele hattının temel belirleyenlerinden biridir. Pasifistlerden (devrimci olanı da dahil her türlü savaşa karşı çıkanlar) farklı olarak Marksistler, savaşların kapitalizmden kaçınılmaz olarak türediğini ve savaşlara nihai olarak son vermenin yegâne yolunun devrimden geçtiğini vurgulayarak, savaşların yarattığı toplumsal hoşnutsuzluk dalgasını devrimci bir ayaklanmaya doğru büyütmenin taktikleri üzerine odaklaşırlar.

Dolayısıyla içinden geçtiğimiz, “Üçüncü Dünya Savaşı Dönemi”nde, yaşanan savaş(lar)ın emperyalist mahiyetini, kapitalizmin neden barışçıl bir dünya kuramayacağını; haksız savaşların kapitalizmin kaçınılmaz ürünleri olduğunu; dolayısıyla da savaşların aynı zamanda devrimler için bir katalizör görevi gördüğünü kavramak büyük önem taşıyor.

Özellikle Karl Marx’ın, “Sermaye hareket hâlindeki çelişkinin ta kendisidir.”[8]

“Sermaye, ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar.”[9]

“Sermaye, emeği ve onun ürünlerini yönetme gücüdür. Kapitalist, kendi kişisel ya da insanal nitelikleri nedeniyle değil, ama sermaye sahibi olduğu ölçüde, bu güce sahiptir.”[10]

“Kapitalist üretim süreci, bir bütün olarak ele alındığında ya da bir yeniden üretim süreci olarak, sadece meta, sadece artık-değer üretmekle kalmaz, sermaye ilişkisinin bizzat kendisini, bir tarafta kapitalisti, diğer tarafta ücretli işçiyi üretir ve yeniden üretir,”[11] biçiminde tarif ettiği kapitalizm ile savaşın bağı, savaşın krizle keskinleşen hâliyle de doğrudan ilintilidir.

Bu gerçeği “piyasa efsanesi”(?) ile pazarlanan “piyasanın çöküşü”yle net biçimde kavrayabilirsiniz!

Kolay mı? Ekonominin “piyasanın görünmez eline” terk edildiği “iddia edilen”(!) emperyalist dönemlerde, dünya ekonomisinde sıklığı ve şiddeti artan finansal çöküşlere tanıklık edilir. Yıllarca sürebilecek çift haneli işsizlik oranlarının yaşandığı depresyonlar, finansal çöküşlerin zirve noktasını takip eden yıllarda meydana gelmiştir. Nitekim emperyalist bir dönem olan XX. yüzyılın başlarındaki gibi, XXI. yüzyıla girerken de, krizlerin yoğunlaşarak tırmandığı görülmektedir.

Özetle, piyasa efsanesinin ortak aklı esir aldığı emperyalist dönemler, aynı zamanda piyasa çöküşleri dönemleridir. Ve 2007-2008 çöküşü ardından, büyük depresyonun realize olduğu güzergâhta, büyük savaşda olasıdır.

GERÇEK BARIŞ

İşçi sınıfı ve emekçiler için barış, pasifist iç çekişlerle mümkün değildir ki, bu konuda da “İşçi sınıfını aldatma yollarından biri de pasifizm ve soyut barış propagandasıdır. Kapitalizm altında, özellikle de onun emperyalist aşamasında, savaşlar kaçınılmazdır,” diyen V. İ. Lenin “Barış Yalanı” tehlikesinin altını ısrarla çizer!

Emperyalizmin “barışı”, sadece yeni bir savaştan önceki soluklanma dönemidir. Oysa sadece savaşa ve savaşı üreten emperyalizme karşı, devrimci bir kitle mücadelesiyle gerçek barış sağlanabilir. Çünkü V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Bir dizi devrim olmaksızın, sözde demokratik barış bir orta sınıf ütopyasıdır.”

Yine “Kapitalizm altında apaçık bir ütopya olan silahsızlanma” talebini reddeden V. İ. Lenin (ve Bolşevikler) için emperyalizm çağında barış savaş demektir, savaş da barış!

Kapitalizm koşullarında, özellikle de emperyalizm çağında savaşların kaçınılmaz olduğunun altını ısrarla çizen V. İ. Lenin, söz konusu gerçeği dikkate almayan soyut bir barış savunusunun (pasifizm), işçi sınıfını aldatmaktan başka bir anlama gelmediğini belirtip; devrimci bir hareket olmadan demokratik ve kalıcı bir barışın mümkün olamayacağını; bunu isteyen herkesin burjuvaziye ve burjuva hükümetlere karşı yürütülecek bir iç savaştan yana olmak zorunda olduğunu dile getiriyordu.[12]

V. İ. Lenin’in tüm öngörüleri ve devrimci saptamaları tarih tarafından da test edilerek doğrulanırken; “Gerçek düşman kendi evinde” şiarıyla emperyalist savaşı iç savaşa çevirme politikasını izleyen Bolşevik perspektif için gerçek barış bir devrim sorunudur

Yerkürede emperyalist savaş(lar)ın, vekaletler ile, bölgesel düzeyde devam ettiği tabloda; kapitalizmi krizlerin patlak vermesinden kurtarmak mümkün değil ise, emperyalist savaşlar da doğrudan kapitalizmin iktisadi krizlerinden ve yeniden-paylaşım kavgasından türemesi kaçınılmazdır.

İşte bu yüzden savaşsız bir kapitalizm düşünmek mümkün değilken; işçi sınıfı ve emekçiler emperyalist savaşların kurbanı olmamaları için kapitalist sisteme son vermek zorundadırlar. İşte bundan ötürü, emperyalist savaşa ilişkin olarak, burjuvazinin iktidarını devirme perspektifinden yoksun bir “barış” sloganı, işçi sınıfı ve emekçilerin şiarı olamaz.

Tam da bunun için “Sosyalizm barış demek olduğundan, sosyalistler, emekçilerin ve tüm diğer ezilenlerin hakları için mücadele ederken, savaşa karşı barış bayrağını yükseltmelidirler. O hâlde, sorun, XX. yüzyılın başında olduğu gibi, bugün de aynıdır: Ekmek ve barış!”[13]

Evet; ILO Anayasası’nın (1919), “Başlangıç” bölümünde, “Evrensel ve kalıcı bir barışın ancak sosyal adalet temeline dayalı” olabileceği vurgulandığı üzere; ezilenler ekmek için savaşmadan barışı, kapitalizme karşı barış için savaşmadan da ekmeklerini elde edemezler!

Bunun en büyük kanıtı da Ekim Sosyalist Devrimi’dir.

Malum üzere 1917 Ekim Devrimi’nin evrensel sonuçlarından biri, hiç kuşku yok ki sürüp giden I. Dünya Savaşı’na “Dur” demesi ve halkların barış çığlığının aracı hâline gelmesiydi. Kurulan işçi iktidarının, “tazminatsız ve ilhaksız” barış talebini yükselterek ve tüm gizli savaş anlaşmalarını deşifre ederek Rusya’nın savaştan çekildiğini açıklamıştı.

V. İ. Lenin’in, “Biz devrimci barış istiyoruz ama devrimci bir savaştan da korkmuyoruz,”[14] vurgusuyla; “İlk iş barışı gerçekleştirecek pratik tedbirleri almaktır. Bütün savaşan ülkelere barış teklif edeceğiz. İlhak yok, tazminat yok. Her ülke kendi kaderini tayin edecek,”[15] biçiminde özetlediği Ekim Devrimi, en karanlık dönemlerde bile, insanlığın ortak değerlerini ve gelecek ideallerini savunmanın ne denli yaşamsal olduğunun bir kanıtıyken; Rusya işçi ve köylülerinin “Bütün iktidarı Sovyetlere” devrettiği gün, -eski Rus takvimine göre 24 Ekim’e denk gelen- 7 Kasım 1917, XX. yüzyılın akışını belirledi.

Barış, Rusya halklarının en yakıcı talebiydi. Cephelerde yaşanan bozgunlar, canını veren yüzbinlerce köylü, kentlerde yaşanan açlık, halkı canından bezdirmişti. Çarlığın beklenmedik devrilişi, halkın savaşa öfkesinin de bir sonucuydu. Ne var ki, Şubat Devrimi’nin ardından iş başına gelen Geçici Hükümet, Kerenski liderliğinde, savaşı devam ettirme kararı aldı. Barış için Çarlığın devrilmesi yetmemişti. Yeni egemenlerin, yani burjuvazinin de devrilmesi gerekiyordu. Ekim’in öngününde, “Bütün iktidar sovyetlere” sloganı, barış ile eşanlamlı hâle gelmişti.

V. İ. Lenin, Kongre’ye hitabında, “Sovyet hükümeti, bütün uluslara demokratik bir barış ve bütün cephelerde acil bir ateşkes önermektedir” diyordu. Dört yıldır bütün dünyayı kasıp kavuran emperyalist savaştan çekildiklerini açıklıyordu. Kongrenin Barış Kararnamesi’ni kabul etmesiyle, I. Dünya Savaşı’nda ilk kez savaşan ülkelerden birisi, halk iradesiyle barış kararı alıyordu!

“SAVAŞ+BARIŞ” KONUSUNDA V. İ. LENİN

Burada konuyla doğrudan bağıntılı olarak; “Bir Marksist, kendisini sınıf savaşımına dayandırır, toplumsal barışa değil,”[16] diye haykıran V. İ. Lenin parantezi açmak “olmazsa olmaz”dır.

Onun için “Kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir.”[17]

Ve “Her büyük devrim, fakat özellikle de sosyalist bir devrim, dış savaş olmasa da, içte bir savaş, yani dış savaştan daha büyük bir yıkım anlamına gelen, binlerce ve milyonlarca yalpalama ve saf değiştirme anlamına gelen, en büyük belirsizlik, en büyük dengesizlik, kaos anlamına gelen bir iç-savaş olmadan düşünülemez.”[18]

Bu nedenle de “Birbirine karşıt olan iki sınıfı, iki siyasal çizgiyi, en farklı şeyleri ‘birleştirici’ bir formül yardımıyla uzlaştırma amacını güden değil, ama yığınların, propaganda ve uyarma yoluyla, sosyalizmle kapitalizm (emperyalizm) arasındaki kapatılamaz farklılığı görebilmelerini sağlayacak sloganlar ortaya atılmalıdır.”

Çünkü yine Ona göre, “Reformcu sosyalizm ölüyor ve Fransız sosyalisti Paul Golay’ın deyimiyle yeni doğan sosyalizm ‘Devrimci, uzlaşmaz ve isyancı olacaktır’…”[19]

 “SAVAŞ+BARIŞ” MESELESİNDE V. İ. LENİN’İN UYARILARI

“Kapitalist sömürü ve cinayet dünyasının karşısına, proleter barış ve halkların birliği dünyasının yığınlarını çıkartınız.”

“Teorik olarak, her savaşın, politikanın başka araçlarla bir devamı olduğunu unutmak büyük yanılgıdır. Şimdiki emperyalist savaş, iki büyük devlet grubunun emperyalist politikasının devamıdır ve bu politika, emperyalist dönem ilişkilerinin bütünü tarafından yaratılmış ve körüklenmiştir. Ne var ki, aynı dönem, ulusların ezilmelerine karşı savaşım politikalarını ve burjuvaziye karşı proletarya savaşımını da kaçınılmaz olarak doğuracak ve körükleyecek, ve bunun sonucu önce devrimci ulusal ayaklanmalar ve savaşlar; sonra burjuvaziye karşı proletarya savaşları ve ayaklanmaları; üçüncü olarak da her iki cins devrimci savaşların bir karışımını vb. mümkün ve kaçınılmaz hâle getirecektir.”[20]

“Savaş emperyalist politikaların bir sonucudur... Barışın savaşla kazanılmayacağını bilmeyen halklar yenilmeye mahkûmdur.”

“Savaş siyasetin devamıdır.”[21]

“Emperyalizm, yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmdir; emperyalizm demokrasinin inkârıdır.”

“Emperyalizm durumuna gelmiş kapitalizmin nesnel zorunluluğu, emperyalist savaşı doğurdu. Savaş, tüm insanlığı, uçurumun, tüm uygarlığın yıkıma uğramasının, barbarlığın kıyısına getirdi; milyonlarca yeni insanı ölüme sürüklemekle tehdit ediyor.”[22]

“Emperyalizm çağı bugünkü savaşı emperyalist bir savaş yapmıştır, (sosyalizm gelmediği sürece) kaçınılmaz olarak yeni emperyalist savaşlar üretecektir.”[23]

“Ulusların ne türden olursa olsun ezilmelerine karşı savaşım vermeksizin, sosyalistler, asıl büyük hedeflerine ulaşamazlar. Bu yüzden sosyalistler, ezen ülkelerin (özellikle sözde “büyük” devletlerin) sosyal-demokrat partilerinden, ezilen ulusların, sözcüğün politik anlamıyla kendi kaderlerini tayin hakkını, yani politik bağımsızlık hakkını tanımalarını ve bu hakkı savunmalarını istemelidirler. Büyük bir ulusun ya da sömürgeleri olan bir ulusun sosyalistleri, eğer bu hakkı savunmuyorsa şövenisttir.”[24]

“Emperyalizm, dünya uluslarının bir avuç ‘büyük’ devletçe gitgide daha fazla ezilmesi çağıdır, bu yüzden ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmaksızın, emperyalizme karşı, uluslararası sosyalist devrim için savaşım vermek olanaksızdır. ‘Başka ulusları ezen ulus özgür olamaz’ (Marks ve Engels). ‘Kendi’ ulusunun başka ulusları ezmesine göz yuman bir proleter, sosyalist bir proleter olamaz.”[25]

“Hayır! Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız.”[26]

“Biz sınıflar ortadan kalkıp sosyalizm kurulmadıkça savaşların ortadan kalkmayacağını biliyoruz.”

“Savaş, kuşku yok ki, şiddetli bir bunalım yaratmış, yığınların endişesini beklenmedik ölçüde artırmıştır. Bu savaşın gerici niteliği ile bütün ülkelerin burjuvazisinin kendi yağmacılık amaçlarını ‘ulusal’ ideoloji sözü ardına gizleyerek söyledikleri hayasızca yalanlar, nesnel devrimci bir temele dayanarak hâliyle yığınlar arasında devrimci kıpırdamalar yaratmaktadır. Bu duyguların bilinçli bir hâle gelmesi, derinleşmesi ve şekillenmesinde yığınlara yardım etmek -bizim görevimizdir. Bu görev ancak şu slogan ile doğru olarak ifade edilir: emperyalist savaşı içsavaş hâline çevirin; ve savaş sırasındaki bütün tutarlı sınıf savaşımları, ciddi bir şekilde yürütülen bütün ‘yığın hareketleri’, eninde sonunda bu amaca yönelmelidir. Güçlü bir devrimci hareketin, büyük devletler arasındaki birinci mi, yoksa ikinci emperyalist savaş sırasında mı olacağını; savaştan önce mi, savaştan sonra mı patlak vereceğini şimdiden söyleyemeyiz, ama ne olursa olsun bizim görevimiz bu yönde sistemli olarak yılmadan çalışmaktır.”[27]

“Hayır! Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız.”[28]

“Biz sınıflar ortadan kalkıp sosyalizm kurulmadıkça savaşların ortadan kalkmayacağını biliyoruz.”

“Komünist Manifesto’daki ‘İşçilerin vatanı yoktur,’ sözü bugün her zamankinden daha doğrudur. Proletarya ancak burjuvaziye karşı uluslararası bir mücadele yürüterek kazanımlarını koruyabilir ve ezilen kitlelere daha iyi bir geleceğin kapılarını aralayabilir.”[29]

“Ancak devrimci bir mücadele yürütülürse ‘barış’ talebi proleter bir anlam edinir. Demokratik barış denen şey bir dizi devrim olmadan bir küçük burjuva ütopyasıdır.”[30]

“Sosyalistler, yığınlara, kurtulmaları için tek çıkar yolun ‘kendi’ hükümetlerini devirmek olduğunu, ve bu amaçla, hükümetlerinin bu savaşta içine düştükleri güçlüklerden yararlanmaları gerektiğini anlatmalıdırlar.”[31]

“Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.”[32]

M-L’LERİN SAVAŞ KARŞITLIĞI

M-L’ler için öncelikle ve kesinlikle; Karl Marx ile Friedrich Engels’in ‘Komünist Manifesto’da dile getirdikleri “İşçilerin vatanı yoktur” düşüncesi, “kötü bir şaka”, “talihsiz bir açıklama” değil; bir gerçektir.

Dünya işçi sınıfının devrimci mücadele tarihine “iktidarın fethi” yolunda müthiş bir deneyim olarak Paris Komünü, bu konuda da önemli bir ön örnek oluşturmaktadır. Karl Marx’ın deyimiyle “Göğü fethe çıkan Komünarlar”, Paris’i Prusya ordusunun işgaline karşı savunurlarken, burjuva Versailles hükümetinin hizmetine koşmadılar. Tersine, onlar silah elde işgali püskürtürlerken, bizzat kendi iktidarlarını da yaratmış oldular. Paris proletaryası, işgalci bir ordunun saldırısı karşısında silahlanmış proletaryanın, dış istilâcıların üzerine yürürken pekâlâ içteki sınıf düşmanının da egemenliğine son verebileceğinin bir örneğini gösterdi.

Ve sonra da Ekim Devrimi’ni hatırlayın; V. İ. Lenin, 14 Aralık 1917 Petrograd’ında, “Ekmek ve Barış İçin!” şöyle haykırmıştı:

“Şu anda iki sorun, diğer bütün siyasi sorunların önünde yer alıyor - ekmek sorunu ve barış sorunu. Emperyalist savaş, en büyük ve en zengin bankacılık şirketleri arasındaki savaş, Britanya ile Almanya arasında dünya egemenliği için, ganimetlerin bölüşülmesi için, küçük ve zayıf ulusların yağmalanması için yapılan savaş bu korkunç, canice savaş bütün ülkeleri harap etti, bütün halkları tüketti ve insanlığı alternatifiyle karşı karşıya getirdi - ya tüm uygarlığın feda edilmesi ve yok oluş ya da kapitalist boyunduruktan devrimci bir şekilde kurtulmak, burjuvazinin egemenliğinin defterini dürmek, sosyalizmi ve sağlam bir barışı kazanmak.

Eğer sosyalizm kazanmazsa, kapitalist devletler arasındaki barış yalnızca bir ateşkes, bir fasıl, halkları yeniden boğazlamak için bir hazırlık olacaktır. Barış ve ekmek, işçilerin ve sömürülenlerin temel talepleridir. Savaş bu talepleri son derece acil hâle getirdi. Savaş, kültürel olarak en gelişmiş ülkelere, en medeni ülkelere açlığı getirdi. Öte yandan savaş, muazzam bir tarihsel süreç olarak, sosyal gelişmeyi görülmedik derecede hızlandırdı. Kapitalizm emperyalizme, yani tekelci kapitalizme, o da savaşın etkisi altında tekelci devlet kapitalizmine dönüştü. Şu anda dünya ekonomisi aşamasına, sosyalizm için sıçrama tahtasına ulaştık.

Bu nedenle, Rusya’da başlayan sosyalist devrim, dünya sosyalist devriminin yalnızca başlangıcıdır. Barış ve ekmek, burjuvazinin iktidardan alaşağı edilmesi, savaşın yaralarının sarılması için devrimci araçlar, sosyalizmin tam zaferi... İşte bunlar, mücadelenin hedefleridir.”

Bunların ifade edildiği o günden bugüne, M-L’lerin barış sorununa dair tutumu, “Kalıcı gerçek barış ancak kapitalizme karşı savaşan işçilerle gelir”dir.

V. İ. Lenin, “Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Savaşlar, kendilerini doğuran politik sistemlerden ayrılamaz. Savaştan önce, belli bir devlet, bu devlet içindeki belli bir sınıf tarafından uzun süre izlenen bir politika, savaş sırasında da aynı sınıf tarafından sürdürülür; yalnızca eylemin biçimi değişmiştir,”[33] der.

Yani kapitalistler, silahların konuşmadığı dönemde siyasetlerini nasıl işçi sınıfının daha fazla sömürülmesi, sermayelerini daha da büyütme temelleri üzerine kuruyorlarsa, savaşlar sırasında da aynı siyaseti sürdürürler. Muazzam bir kâr kaynağı ve sermayelerinin etkisini yaygınlaştırma olanağı olan savaşa eninde sonunda başvurmak zorunda kalırlar ve emekçi sınıfların büyük yıkımı pahasına haksız savaşları sürdürürler.

Bu açıdan M-L’lerin genel savaş karşıtlığına, sanki kapitalizm altında savaşlardan kurtulmak mümkün olabilirmiş gibi bir yanılsama yarattığı için karşı çıkarlar.

Emekçiler haksız savaşların yarattığı yıkımların yaşanmamasını istiyorlarsa, kapitalizmi ortadan kaldırmak için mücadele etmelidirler. Çünkü kapitalizm var olduğu sürece emekçi sınıfın istediği kalıcı barış gelemezken; emekçilerin barış talebi de gerçek ve güçlü bir taleptir. Haksız savaşlar sırasında milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasıyla, yaralanmasıyla, öldürülmesiyle birlikte bu talep de sürekli olarak güçlenir.

V. İ. Lenin, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda buna kuvvetle dikkat çekip; Bolşevik siyasetin emekçi kitleler içinde güçlenmesini sağlamıştı. Emekçi kitlelerin barıştan beklediği yararın devrim gerçekleşmeden sağlanamayacağının anlatılması gerektiğini savunarak; “Savaşların sona erdirilmesi, uluslar arasında barış, yağmaya ve zora son verilmesi - bütün bunlar bizim idealimiz; ama bu ideal, doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşliği olmazsa, burjuva safsatacıların yığınları ayartmasına yarar,”[34] demişti.

Ayrıca V. İ. Lenin’in barış meselesinde altını çizdiği önemli hususlardan biri de ezilen halkların mücadelesinde ezen ulus sosyalistlerinin tutumuydu. Sosyalistler savaşları soyut biçimde ele alıp, topyekûn bütün savaşlara karşı durmazlardı. Haklı temelde mücadele eden ezilen ulusların mücadelelerinin yanında olmakla mükellef olan sosyalistlerin barış meselesinde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyarak; her türlü toprak ilhakını, yani kendi kaderini tayin hakkını ihlâl edici girişimlerin topyekûn reddetmektedirler.[35]

SAVAŞA KARŞI SAVAŞMAK BARIŞTIR

Karl Marx’ın, “Ezilenlerin ezenlerin kendilerine karşı kullandığı araçların aynısını ezenlere karşı kullanma hakkı vardır,” uyarısı eşliğinde savaşa karşı savaşmak, barıştır!

Gerçekten de V. İ. Lenin’in haksız savaşların kapitalist sistemin bir sonucu olduğunu; savaş tehlikesinin ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla yok olacağını; sömürgeciliğin silahlanma yükünü ve savaş tehlikesini arttırdığını; işçi ve emekçilerin savaştan en çok zarar gören kesim olduğunu; işçi sınıfı ile temsilcilerinin savaşa karşı olması gerektiği belirtmesi, günümüzde de geçerliliğini koruyan temel bir derstir.

M-L’lerin haksız savaşı anlamak ve haksız savaş karşıtı mücadele geleneği kavramak için V. İ. Lenin, Rosa Luxemburg, Nikolai Buharin, Karl Liebknecht önderlerine yeniden ve ısrarla göz atmak can alıcı önemdedir.

SAVAŞ+BARIŞ KONUSUNDA

FİDEL CASTRO

“Soygun felsefesine son verirseniz, savaş felsefesi de ortadan kalkar.”

“Kapitalizm tiksintici vericidir çünkü o savaş, rekabet ve ikiyüzlülük üretir.”

EMMA GOLDMAN

“Bütün savaşları dövüşemeyecek kadar korkak olan bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır.” “... ‘Demokrasi için savaş’, ‘Savaşı bitirmek için savaş’, dünyayı gerçek bir cehenneme çevirdi.”

EUGENE V. DEBS

“Yönetici sınıftan savaşmak için herhangi bir komuta itaat etmeyi reddediyorum, ancak işçi sınıfı için savaşmak için komuta edilmeyi beklemeyeceğim.”

KOMUTAN YARDIMCISI MARCOS

“Bizim tercihimiz savaş ve barış arasında değil, haysiyetli veya haksız bir yaşam arasında.”

“Bu savaşın arkasında para tanrısı dışında, ölüm ya da imha etme arzusundan başka bir hak yoktur... Bugün güçlü olanı zayıflatan ve zayıf olanı güçlendiren bir ‘Hayır’ vardır savaşa.”

YILMAZ GÜNEY

“Bir zalime sırt vererek başka bir zalimle savaşılmaz.”

JEAN PAUL SARTRE

“Savaşları zenginler çıkarır, fakirler ölür.”

TUPAC AMARU SHAKUR

“Savaşları için paraları var ama fakirleri doyuramıyorlar.”

YUVAL NOAH HARARİ

“Savaşı anlamak istiyorsanız tepedeki komutanlara ya da gökteki meleklere değil sıradan erlerin gözlerinin içine bakmanız gerekir.”

ALBERT EİNSTEİN

“Sadece barışçı değil, militan bir barışçıyım. Barış için savaşmaya hazırım.”

“Her savaş insanlığın ilerlemesini engelleyen kötülük zincirine bir halka ekler.”

PLATON

“Savaş, kötülüklerin kaynağı olan şeyden; başkalarından çok mal edinmek hırsından doğar.”

LEV TOLSTOY

“Savaş, mızraklı, trampetli bir bayram değildir, onun manzarası kandır, ölümdür.”

“Savaşı öven insanları savaşın tam içine, en ön cepheye; saldırının, şiddetin tam ortasına yollayın.”

BERTOLT BRECHT

“Her savaştan geriye üç ordu kalır: Ölüler ordusu, yas tutanlar ordusu, hırsızlar ordusu.”

CHARLİE CHAPLİN

“Bir kişiyi öldürürsen katil, milyonlarca kişiyi öldürsen kahramansın.”

GEORGE SANTAYANA

“Yalnızca ölüler savaşın sonunu görür.”

ERNEST HEMİNGWAY

“Bundan daha kötüsü olamaz. Savaştan daha kötü bir şey yoktur, yeryüzünde. Bozgun, daha kötüdür.”

Nikolai Buharin’in, “Devlet gücü genellikle önemli bir şekilde artıyorsa, kara ve deniz kuvvetlerinden oluşan askeri örgütünün gelişimi özellikle çarpıcı hâle bürünür. Kapitalist devlet tröstleri arasındaki mücadele öncelikle silahlı kuvvetleri arasındaki ilişkiler tarafından belirlenir,”[36] biçiminde resmettiği tabloya ilişkin ekler Rosa Lüksemburg da:

“Emperyalist vahşet Avrupa’yı yakıp yıkmakta serbest bırakılmıştır ve bunun yanı sıra Avrupa proletaryasının boğazlanmasına ‘kültürlü dünya’nın kalbi ve vicdanı seyirci kalmıştır... Orak altındaki mısır gibi biçilen şey, bizim umudumuz, bizim insanlarımızdır. (...) Kapitalizm gerçek yüzünü ortaya koymuştur; dünyaya ihanet içindedir, tarihi sebebini yitirmiştir, sürüp giden varlığı artık insanlığın ilerlemesiyle uzlaştırılamaz.”[37]

Bu tabloda, “Devlet, tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de başka insanların iradesini zorla baskı altına alarak-hapishaneler, özel birlikler, ordular vb biçiminde-özel bir aygıtın gerekliliğini duyan özel bir insan grubu ortaya çıktığı zaman doğmuştur,”[38] vurgusuyla şunu der V. İ. Lenin:

“Günümüz sosyalizmi, ancak savaşan emperyalist burjuvazilerden biri veya diğerinin yanında yer almayıp bunlardan her ikisini de ‘birbirinden kötü’ sayarsa ve her ülkede o ülkenin emperyalist burjuvazisinin yenilgisini arzularsa, kendi ismine layık kalacaktır. Bunun dışında kalan herhangi bir diğer tutum, aslında gerçek enternasyonalizmle hiçbir ortak yönü bulunmayan milliyetçi-liberal bir tutum olacaktır...”[39]

“Esas düşman içeridedir,” diye haykıran Karl Liebknecht için ise, “Gerçek hainler, savaşın korkunç suçunu yüklenmiş olanlardır, halkın malını, mülkünü, yoksulluğunu, terini altına ve güce dönüştürenler, aç gözlülüğü ve hırsı yaygaracı bir yurtseverlik çabasının ardında gizlenen, savaşın kendisiyle ve savaşın emperyalist hedefleriyle ilgili olan kişilerdir; (...) Bütün öteki ülkelerde de halkın özgülüğünden nefret edenler, (...) bu savaşı bir özgürlük savaşı olarak sunmaya çekinmeyenler, kendi alçakça manevralarının kurbanı olan halk kitlesi daha hâlâ gerçeği bilmediği için kendilerine daha hâlâ hesap sorulmamış olan kişilerdir.”[40]

HAKLI (VE HAKSIZ) SAVAŞLAR

Mao Zedung’un, “Tarih gösteriyor ki savaşlar haklı ve haksız olarak ikiye ayrılır. İlerici olan savaşlar haklıdır, ilerlemeyi sekteye uğratan tüm savaşlarsa haksızdır. Biz komünistler, ilerlemeyi baltalayan tüm savaşlara karşı dururuz fakat bizler haklı, ilerici olan savaşlara karşı çıkmayız. Komünistler haklı savaşlara karşı çıkmamakla da kalmazlar; o savaşlara aktif olarak katılırlar da. Haksız savaşlara gelince, I. Dünya Savaşı, her iki tarafın da kendi emperyalist çıkarları uğruna savaştıkları bir örnektir; bu nedenle Komünistler bu savaşa kesin olarak karşı çıkmışlardır. Bu tür savaşlara karşı çıkmanın yolu, savaş patlak vermeden önce yapılabilecek her şeyi yapmaktır ve savaş bir kere patlak verdiğinde de, savaşa savaşla karşılık verilir, haksız savaşa karşı haklı bir savaş, ne zaman olursa olsun,” tespitine rağmen; hâlâ “Haklı savaş olur mu?” diyenler olabilir.

Öncelikle ve bir kez daha, M-L’lerin savaşa karşı tutumlarının pasifistlerden ve reformistlerden farklı olduğunu hatırlatmamız “olmazsa olmaz”dır!

Söz konusu farklılık, savaşların nedenleri ile sonuçları arasındaki bağın kurulması, savaşların nasıl ortadan kalkacağı ve niteliği konusunda ortaya çıkar. Bu bakımından, ayrım noktalarının vurgulanması ve haklı-haksız savaş ayrımının doğru yapılması zorunludur; V. İ. Lenin’in ifadesindeki üzere:

“Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz. Biz Marksistler, her savaşın ayrı ayrı, Marx’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gereğini kabul ederiz. Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde olagelen dehşete, zulme, sefalete ve işkenceye karşın, tarihte ilerici nitelikte pek çok savaş vardır; bu savaşlar (örneğin mutlakıyet ya da kölelik gibi) çok kötü ve gerici kurumların yıkılmasına ya da (…) Avrupa’da en barbar despotlukların ortadan kalkmasına yardım ederek, insanlığın gelişmesine hizmet etmişlerdir. Bunun için, bugünkü savaşın da tek başına tarihsel özelliklerini incelemek zorunluluğu vardır.”[41]

V. İ. Lenin’in de altını çizdiği üzere, M-L’ler her savaşa karşı çıkmazlar ve meseleyi ayrı ayrı ele alarak değerlendirirler. Haklı savaşları, gerici ve yağmacı niyetlerle yürütülen haksız savaşlarla aynı kefeye koymazlar. Haklı savaşları desteklerken, haksız olanlara da karşı çıkarlar.

Pasifistler gibi, “Her türlü savaşa” karşı olmak; işçi sınıfı ve emekçilerin haklı savaşlarını yürütmekten alıkoyup, edilgin bir konuma mahkûm eder.

Haklı-haksız savaşlar arasındaki ayrımın yapılmasında kullanılacak ölçütler: Ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye sömürge halklarının sömürgecilerine karşı karşı yürüttüğü sınıf savaşımları haklığıyla karakterize olur.

Yani her savaşı kendi tarihselliği ve koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Aksi hâlde soyut ölçütlerle hareket edildiğinde, yanılgı kaçınılmaz olur. Yani savaşın niteliğini belirleyebilmek için, öncelikle savaşa yol açan politikanın ortaya konması gerekirken; “Bir savaşın ‘özü’nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.”[42]

Özetin özeti V. İ. Lenin’in yıllar öncesindeki uyarıları, -“küçük”, “büyük” ayrımı yapmadan!- bugün de hâlen geçerlidir:

 “100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha ‘adil’ bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor. Açıktır ki, bu durumda, ‘savunma’ savaşı ya da ‘anayurdun savunulması için’ savaş deyimlerinin kullanılması, tarihsel bakımdan yanlış ve uygulamada, halkın, işin inceliğini aramayan ve bilisiz kimselerin, kurnaz köle sahiplerince aldatılması olur. İşte bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, ‘ulusal’ ideoloji ve ‘anayurdun savunulması’ gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.”[43]

Tıpkı “yerli ve milli” söylencelerindeki üzere…

BUGÜNÜN PAYLAŞIM SAVAŞ(LAR)I

Sürdürülemez kapitalizmin krizi, emperyalist paylaşım savaşını körüklerken; dünyayı da kana bulamayı sürdürüyor. Kanla, ateşle, yıkımla beslenen egemenler, savaşın ateş topunu daha da büyütme gayretlerini yoğunlaştırıyorlar.

Bu bağlamda denilebilir ki, emperyalist güçler arasındaki hegemonya kapışmaları (savaşları), alan olarak bölgesel görünseler dahi, giderek dünya savaşı niteliği kazanıyor. Günümüz yerküresine damgasını vuran gelişmeler, tam da bu yöndedir. Sürdürülemez kapitalizmin krizinin yol açtığı dengesiz duruma; -ABD, AB, Rusya, Çin gibi- büyük güçler arasında kızışan hegemonya mücadelesi eşlik etmektedir.

Egemenler için daha fazla kâr, yeni pazarlar, nüfuz alanları ve güç gösterisi anlamına gelen savaş, emekçiler için korkunç bir yıkımken; egemenlerin barış nutukları emperyalist savaşı gizlemek içindir

Çünkü milenyum dönemeciyle içine girilen kriz, emperyalist savaşı, faşist hareketlerin yükselişini, otoriterleşme eğilimini güçlendirirken; Japonya da, Almanya da, nice zamandır askeri harcamalarını arttırıyor, ordularını büyütüyor, “deniz aşırı operasyonlar”da daha etkin askeri birlikler oluşturmaya girişiyorlar. İngiltere, ordusunu büyütebilmek için orduya katılım şartlarını yumuşatıyor, tüm eski sömürgelerinden asker olmak için yapılacak bireysel başvuruları kabul edeceğini açıklıyor.

Ortadoğu coğrafyası zaten savaş alanı hâlindeyken, Asya-Pasifik ve Doğu Avrupa coğrafyasında da hegemonya kavgası şiddetleniyor.

ABD Karadeniz’de suları daha da ısındıracak adımlar atıyor. ABD’yi arkasına alan Ukrayna, Azak Denizinde Rusya’yı provoke ediyor. Bu tür adımları sineye çekmeyen Rusya da hemen karşılık veriyor.

Yeni petrol ve doğalgaz yataklarının bulunduğu Doğu Akdeniz havzasında da rekabet ve paylaşım kavgası kızışıyor. Kıbrıs’ı da içine alan coğrafyada, Türkiye ile ABD-İsrail bloğu yeni kapışmalara gebe bir bölge olarak öne çıkıyor.

ABD’nin kızıştırdığı ticaret savaşları, emperyalist paylaşım savaşının gerçek temelinin ne olduğunu ortaya koyarken; öte yandan söz konusu savaşı daha da körüklüyor.

İstisnasız hepimize “Tarih, ‘paylaşım alanları üzerinde rekabet etmeye başlayan devletlerin, giderek olayların kontrolünü elden kaçırabildiğini, karşılıklı hatalarla, savaşlara neden olacak kısır döngüler yarattığını’ gösteriyor”ken;[44] yeni bir egemenlik ve paylaşım savaşlarının arifesindeyiz. Tıpkı XX. yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi. Emperyalist-kapitalist düzen, içine düştüğü çok yönlü tıkanıklığı yeni savaşlar, çatışmalar ve krizler imal ederek aşmanın arayışında. Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya, Latin Amerika’dan Orta Asya’ya, Afrika’dan Güney Çin Denizi’ne uzanan hattaki gerilim ve çatışmalar bu tıkanıklığın açık bir yansıması.

Emperyalist hegemonya/paylaşım çatışmasının kendisini en sıcak şekilde hissettirdiği iki havza var: Ortadoğu ve Güney Çin Denizi. Ortadoğu’yu kapsayan ön Asya’da da Uzak Doğu’yu çevreleyen Asya-Pasifik hattında da biriken enerji emperyalist kışkırtmalarla her an bölgesel çatışmalara dönüşebilecek durumda. Emperyalist saldırganlığın suları ısıttığı Asya Pasifik’te de Fars/ Basra Körfezi’nde de imal edilen krizler üzerinden kurulmaya çalışılan yeni denklem yeni çatışma bölgeleri inşa ediyor.

ABD, AB ve Japonya üçlüsünün depreşen emperyal arzuları açık bir saldırganlığa dönüştü. Güney Çin Denizi’ndeki tartışmalı adalar üzerinde çetin bir hâkimiyet mücadelesi var. Çin, Japonya, Kuzey-Güney Kore, Tayvan, Filipinler, Vietnam, Tayland, Endonezya, Malezya, Rusya, ABD ve Avustralya Pasifik hattına yaptığı yığınak dikkat çekici.

Çin-Vietnam, Çin-Güney Kore, Kuzey Kore-Güney Kore, Çin-Japonya ve Çin-ABD gerginliklerine ek olarak, Japonya-Kuzey Kore, Japonya-Güney Kore, Japonya-Rusya arasındaki gerginlikler ve paylaşılamayan adalar her an yeni bir savaşın tetiğini çekebilecek nitelikte.

Bu iki çatışma bölgesine benzer bir sıkışma hâlinin yaşandığı diğer bir coğrafya da Baltık Denizi ve Doğu Avrupa. ABD’nin Rusya’yı çevreleme hamlesinin odak noktası olan Baltık Denizi ve Ukrayna’da karşılıklı restleşmeler açık bir gözdağına dönüştü.

Kriz ve hegemonya kavgaları depreşirken sicilleri bir hayli kabarık iki ülke yeniden gün yüzüne çıkmaya başladı. Birincisi Japonya, ikincisi ise Almanya...

ABD emperyalizminin hegemonyası gerilese de hâlâ başat güç.

Ve tabii bunlar olurken diğer taraftan da Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’ne (SIPRI) göre, 2016’da dünya genelinde ülkelerin silahlanmaya ayırdığı miktar toplam 1 trilyon 686 milyar dolar oldu. Özellikle ABD, Çin ve Rusya’nın silahlanmaya yaptığı harcamalar rekor düzeyde. Örneğin ABD silahlanma harcamalarını yüzde 1.7 artırarak 611 milyar, Rusya yüzde 5.99’luk artışla 69.2, Çin ise yüzde 5.4’lük artışla 215 milyar dolara çıkardı.[45]

Bunlar elbette boşuna değil. Çünkü sonuçta militarizm yerkürenin yükselen değeri, kriz ve emperyalist savaş da temel belirleyenidir artık. 

Görülüyor ki, hegemonya krizi her gün daha da şiddetleniyor. Bununla birlikte, yürüyen emperyalist paylaşım savaşının yeniden paylaşıma konu alanlara yayılma eğilimi giderek güçleniyor. Emperyalist güçler, yürüyen savaşın, hem hegemonya krizini çözebilecek, hem de kapitalizmin krizini bir nebze olsun yumuşatabilecek, yegâne araç olduğunun bilinciyle hareket ediyorlar. Ve biliyorlar ki, hegemonya krizi, eninde sonunda askeri araçlarla çözüme bağlanır.

Bu açıdan verili duruma bakarak, “yeni bir dünya savaşının arifesindeyiz”, “mevcut durum gerek I. gerekse de II. savaşın öncesindeki durumu hatırlatıyor,” biçimindeki yorumların ötesinde, yeni bir dünya savaşının, “III. Dünya Savaşı”nın bir biçimde yürümekte olduğu gerçeği “es” geçilmemelidir.

Örneğin II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1 Eylül 1939’dan 2019’un 8 ayına, 80 yıl geçse de savaş ve çatışmalar yerkürenin her yer yerinde devam etmekte. “BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR) göre, dünyadaki çatışmalardan dolayı günümüzde 70 milyon insan mülteci konumunda.

Bugün de yerkürede hiç olmadığı kadar savaş, çatışma ve kriz yaşanıyor. Dünyanın onlarca bölgesinde silahların büyük oranda emperyalist ülkeler tarafından sağlandığı, bölgesel ve uluslararası nüfuz mücadelesinin yol açtığı etnik, dinsel, mezhepsel, toplumsal çatışmalar yaşanıyor. Ortadoğu ve Afrika’da çatışma olmayan ülke yok gibi. Bu coğrafyalardan yaşanan göçler civar ülkeleri de etkiliyor. Avrupa’da, Türkiye’de mülteci krizleri yaşanmasına sebebiyet veriyor.

SADECE “ANTİ-EMPERYALİZM” Mİ: “NASIL”?

Ve nihayet gelelim, “anti-emperyalizm”den ne anlaşılması gerektiği konusuna ve şu “yurtseverlik” meselesine!

Bilmeyen yok: Emperyalizm, kapitalist egemen(ler)in ezelden ebede kökü kazınamayan, soyu kurumayan, doymak bilmeyen sömürgeci bir hegemonya tutkusunun talan pratiğidir.

“Barış” zamanlarında halkların kanını usulca emip; savaşlar ise doğrudan kanını dökmeyi “hak” bilen emperyalistlerin tepişmesi hiç bitmez tükenmez. Onlar için barış, kapitalist zorbalığın militarizmidir.

Tam da bundan ötürü emperyalizmi, onun dölyatağı kapitalizmden soyut ele almak, anti-emperyalizmi (ulusalcı bir) işlevsizleştirmedir.[46]

Anti-emperyalizm, devrim mücadelesinin bizatihi kendisi olarak ele alınmazsa; mücadelenin M-L içeriğini boşaltılıp, bir çeşit “ulusal bağımsızlık” mücadelesi anlayışına indirgenir ki, bu da, az ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerin, emperyalistler sofrasındaki kıyasıya rekabet mücadelesinde kendilerine bir yer açmak üzere şu ya da bu emperyalist güce kafa tutmalarının altında bile “anti-emperyalizm” aranmasına yol açan saçmalıkları devreye sokar.

Unutulmasın: Anti-emperyalist mücadele ulusal kurtuluş mücadelesini içerse de, buna indirgenemez!

Çünkü işçi sınıfı ve emekçilerin “ulusal” söylemli burjuva kuşatma ve etkiye karşı; açık, net, ikirciksiz ve süreklilik gösteren bir ideolojik itiraza olan ihtiyacı çok büyüktür.

M-L siyaset “toplumun tümü”, “ulusal bütün” üzerinden değil; sömürülen ve ezilen sınıf ve kesimlerin talepleri, soru(n)ları, hakları ve kurtuluşlarını esas alan zeminde geliştirilir.

Emperyalizm karşıtlığının en gerçekçi ifadesi, kapitalizme karşı işçi sınıfı devrimciliğinde ifadesini bulur. Sermaye düzeninin “daha akılcı”, “daha az tepki çeken” ve “ulusal zeminli” siyasal biçimlerle sürdürülmesini meşgale edinenler “ulusalcı” reformizmin batağından çıkamazlar.

“NİHAYET”

Şili’nin, “They stole so much from us, they even stole our fear/ Bizden o kadar çok şey çaldılar ki, korkumuzu bile çaldılar!” haykırışıyla sokaklara döküldüğü; 40 ülkede 40 isyanın coğrafi sınırlara takılıp kalmayıp; Latin Amerika ve Afrika’dan, Avrupa’ya, Kafkaslar’dan, Ortadoğu’ya dünyanın dört bir köşesinde isyan ateşlerinin yakıldığı bir kesitte geçiyoruz…

Öte yandansa Steve Best’in, “En kana susamış ve tehlikeli suçlular bugün ABD şirketleri ve devletinin en tepelerindeler; işte halkları sömüren, hayvanları katleden ve gezegene tecavüz edenler onlar!” biçiminde formüle ettiği vahşet daha da katmerlenirken; Palmiro Togliatti’nin, “Emperyalizmin ne olduğunu bilmiyorsanız, faşizmin ne olduğunu da bilemezsiniz,”[47] uyarısını da “es” geçmemek gerek…

Lübnan, Şili, İspanya, Hong Kong, Sudan, Cezayir, Mısır, Irak, Ekvador, Uruguay, Haiti vd’lerinin başkaldırısı dünyanın yeniden sosyalizme ihtiyacı olduğunu muştuluyor.

Sadece 72 gün süren Paris Komünü kanla bastırılmış olmasına karşın; onun takipçisi Ekim Devrimi ile işçi sınıfı iktidarı bir fikir olmaktan çıkarak, ete kemiğe bürünmesiyle ardında muazzam dersler bırakmıştı.

Bu bağlamda XXI. yüzyılda milyonlarca emekçi yoksulluk, işsizlik, hayat pahalılığı karşısında sokaklarda isyan ederken, Ekim Devrimi 102. yaşında da kurtuluşun yolunu gösteriyor.

Hem de post-modern, post-yapısalcı yalanlara; onların, “Küreselleşme”, “Endüstri 4.0”, “radikal demokrasi” vb zırvalarına rağmen…

Onlar teknik ve teknolojik gelişmelere atıf yaparak, “Endüstri 4.0”, “Toplum 5.0”, “Ar-Ge Ve İnovasyon Devrimi” vb. gibi girişimlerle “sınıflı toplum” yapısının değiştiğini, “sınıf” kavramının da geçerliliğini yitirdiğini propaganda ediyor.

Kolay mı? Sosyalizmi artık bir “sınıf mücadelesi” olmaktan çıkarıp “nötr bir ideoloji”ye dönüştüren “radikal demokrasi”den, “prekarya” ifratlarına değin; hepsinin ortak noktası Marksist sınıf ve Leninist devrim perspektifinin inkârıdır.

Oysa gündemin baş ve acil maddesi hâlâ sürdürülemez kapitalizmin krizine ve savaş tehdidine karşı sosyalizmdir…

Tam da bu ufukta öndersizlik krizinden malûl hâlimizi Mao Zedong’un “Güçsüzlüğümüzün kaynağı esas olarak güçsüz oluşumuzda değil, pratikten yoksun oluşumuzda yatar,”[48]sözleri, yeterince net olarak sergilemektedir.

İşaret ettiklerim kapsamında; “Ya Barbarlık Ya Sosyalizm!” ikilemi, içinden geçtiğimiz tarihi kesite mündemiç zorunluluğun özlü anlatımıdır.

Bir şiddet ve gericilik eğilimi olarak emperyalizm, her zaman ve her yerde egemenlik ve kölelik peşinde koşar. Bunu sağlamada tüm öteki araçların yetmediği yerde, şiddeti ve savaşı devreye sokar.

Emperyalistlerin hiçbir zaman “özgürlük” değil, egemenlik peşinde olduğu yerkürede; hızla ağırlaşan tüm soru(n)ları, kapitalist barbarlığa karşı uygarlığın sürdürülmesi demek olan sosyalizme apayrı bir anlam, aciliyet ve güncellik kazandırmaktadır.

Militarizm ve savaş demek olan kapitalist yerkürede emperyalistlerin “barış”tan söz etmeleri, tarihi gerçeklerle alay etmektir.

O hâlde V. İ. Lenin’in, “Devrimler tarihin lokomotifleridir, derdi Marx,” uyarısını asla “es” geçmeden; Sarah Ban Breathnach’ın, “Dünyanın düşleyenlere de ihtiyacı var, yapanlara da. Ama düşlediğini yapanlara daha çok ihtiyacı var,” uyarısını anımsamalıyız!

Evet, evet “Barış isteyen,” der ve ekler V. İ. Lenin: “Oportünizme, uzlaşmacılığa ve kendi burjuvazisine karşı savaşmak zorundadır”.

Bu kulak ardı edilmemesi gereken bir uyarı olup, geleceğin de yolunu açacak bir kılavuzdur ve nihai barış için hâlâ “Saraylarla Savaş, Kulübelerle Barış” çağrısı geçerli ve günceldir.

5 Kasım 2019 18:00:07, İstanbul.