Eksen olmak; çok farklı bir şey. Dünyanın kurulu dengeleri ile oynamak, onu değişime zorlamaktadır. Küresel bir girişimdir. Kendi stratejisine yer açmak, başka stratejilerle çatışmayı gerektirir.
Eksen değiştirmek kolay bir şey değil. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında birçok ülke eksen değiştirdi. Ama bunlar öyle kolay olmadı. Yönetimler, devletin yapısı, siyasi ve yaşam kültürü komple değişime uğradı. Bu da büyük bedellere mal oldu. Ukrayna ise biliniyor; parçalanmayla yüz yüze. Kabuk değiştirmek ise nispeten daha kolaydır. Ülkedeki siyasal rejimin ideolojik veya yapısal alanda biçimlenmesi veya politik olarak yenilenmesidir. Buna, iç yenilenmeye bağlı olarak dış ilişkilerin şekillenmesi de denebilir.
Eksen olmak; çok farklı bir şey. Dünyanın kurulu dengeleri ile oynamak, onu değişime zorlamaktdır. Küresel bir girişimdir. Kendi stratejisine yer açmak, başka stratejilerle çatışmayı gerektirir. Bundan başka ekonomik-sosyal-siyasal boyutları ve bağlantıları vardır.
Türkiye, AB’nin NATO içinde uygulamaya çalıştığı yolu izliyor. Bu karşıtlığını gizleyerek NATO ve AB içinde büyümek istiyor. Buradaki ‘fırsat’ ve ‘olanaklar’dan sonuna kadar yararlanmak istiyor. Peki böyle bir şey olanaklı mı? Bu plan turtar mı? O oluşumlar buna izin verirler mi? Aşadaki örnek bunun tutmayacağını gösteriyor: 1990’lı yılların başı. NATO’nun stratejik belirsizlik içinde bulunduğu yıllar. AB kendi ordusunu kurmak istiyor. Ama hemen NATO’dan ayrılmak niyetinde değil, onun olanaklarından yararlanarak büyümek, güçlenmek isitiyor. Amacı, NATO’ya karşı altarnatif askeri bir güç yaratmak: Avrupa Ordusu.
Amerika büyük bir öfke duyuyor. Brüksel’de NATO Üyesi Ülkelerin Devlet Başkanları Zirvesi yapılıyor. Bush, Mitterand ve Kohl’e dönerek şöyle diyor:”Avrupa Ordusunu, NATO köprüsünün bir ayağı olarak görüyorsanız, NATO içinde kuvvetlendirmek, para kaynağı aktarmak istiyorsanız bir sorun yok. Ama NATO dışında bir alternatif yaratmak istiyorsanız ve o altarnatif oluşuncaya kadar da NATO’yu kendi güvenliğiniz için bir süre şemsiye olarak kullanacağınızı sanıyorsanız, buna izin vermeyiz.” (T.Ataöv, Amerika-NATO ve Türkiye s. 244) Bush devamla “Burada açık ve seçik hemen yanıt verin. Bizi Avrupa’da istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”
Bilindiği gibi Avrupa Birliği kendi ordusunu geliştiremedi. Bosna’ya müdahalede başarılı olamadı ve NATO’nun gölgesinde kaldı. Sonra NATO ile daha fazla bütünleşti. Yani AB kendi eksenini kuramadı. Türkiye’nin hesapları da bilinmiyor değil. Son günlerde IŞİD ve Ortadoğu konusunda aldığı tutumlar, içinde bulunduğu NATO gibi oluşumların tutumlarıyla uyuşmuyor. Uyuşmadığı gibi, NATO’yu engellemeye dönük tavırlar alıyor. Bu nedenle Batı’da “Türkiye’nin NATO -AB ilişkileri sorgulanmalıdır” sesleri yükseliyor. Çünkü Türkiye’nin niyeti biliniyor: Batı’ya karşı bir pozisyon almanın peşinde. Eksen değiştirmek istiyor yani. Türkiye üzerinden yürüyen stratejilerin boşa düşmesi anlamına gelen bu durumu, Batı hoş görür mü? Kendisini daha fazla kullandırtır mı?
Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyanın Batı politikası açısından yaşamsal bir önemi var. Denebilir ki dünya stratejilerini besleyen ana damar buradan geçiyor. Bu damarın kesilmesinin Batı için ne gibi sonuçlar doğruracağı tahmin edilebilir. 1979 İran örneğinde bu yaşandı. Ve Batı politikası hala bu “yarayı” iyileştiremedi. İkinci ve daha büyük bir “yara” almasına da bile bile göz yumar mı? Son aylarda giderek daha belirgin hale gelen Türkiye-Batı çatışmasına bir da buradan bakmak gerekiyor. Bu çatışmanın giderek genişleyeceği ve derinleşeceği kimseyi şaşırtmamalıdır.
Kerpiç üzerine taş duvar
Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durumunun bir ‘Merkez Güç’ olmaya elverişi olup olmadığı tartışmasına burada girmeyeceğimizi bir kez daha vurgulayalım. Bunun daha derin ve kapsamlı, ama bir o kadar da belirleyici bir yan olduğunu belirtmekle yetinelim.
Türk İslam Sentezi bir Alman konseptidir. Orta Asya’yı da içine alacak güçlü bir Türk devleti, leyhlerineydi. Bu görev, I. Dünya Savaşı sürecinde Enver Paşa’ya verildi. “Turan Ülküsü” bir maceraydı ve hüsranla sonuçlandı. Aradan neredeyse yüz yıl geçti. Benzer teori yeniden gündemde. “Bu yapı (yeni eksen) temelde, “Türk-İslam” coğrafyasını temel-çekirdek olarak” (Yiğit Bulut’un yazısı) alıyor. Bu coğrafyanın “temel” alınmasının nedeni Türklük ve İslam’ın varlığıdır. Yani ideolojik boyut budur. Bir farkla ki, Enver Paşa gibi sadece ‘Türk Yurdu’nu değil, Ortadoğu’yu da içine alan, daha geniş bir coğrafyada gerçekleştirilmek isteniyor. Hatta AKP’nin stratejisinde Ortadoğu, ‘Türk Yurdu’ denilen şimdiki adıyla Türki Cumhuriyetlerinden daha öncelikli bir yerde duruyor. Yani, İslam coğrafyası, yeni stratejinin en önemli ayağını oluşturuyor. Bu öncelik, AKP’nin kendisini İslami bir parti olarak görmesiyle ilişkili olsa gerek. Kendisini Ortaoğu’nun İslami kimliğinin bir uzantısı olarak görüyor veya tersi. Buna “Tarihi kardeşlik bağları” dedikleri Osmanlı dönemi ilişkileri de eklemleniyor.
Anlaşılan o ki, Türkiye’nin askeri harekatlara dayanarak bölgeden ‘Yeni Türkiye’yi çıkarma planı yok. Bölgenin ekonomik, stratejik (bileşim teknolojisi, borsa merkezi, petrol-doğalgaz, kara ve hava ulaşımında geçiş üssü vb) olanaklarını kendisinde toplayarak, bunu güçlü askeri bir sahiplenme ile bütünleştirip, siyasi rolü yaygın Rusya, Çin gibi Merkezi bir güç görüntüsü yakalamak istiyor. İslam Örgütü’nün yönetiminde etkin olmayı, Azerbaycan’ın, İran’ın, Güney Kürdistan’ın gazını-petrolünü, kara parasını kendisinde toplamak istiyor. Türk dizileriyle Truman Doktrini’ndeki gibi bölgeyi kültürel olarak etkisi altına almak istiyor. Peki bu olanaklı mı? Ortadoğu’nun içinde bulduğu konjüktürel durum, ya da büyük konjüktürel koşullar içinde duran Ortaoğu, Türkiye’ye bu şansı veriyor mu? Hadi İslam ülkeleri demiyelim, İslam dünyası, Türkiye’nin bu tezinin peşine tıkılır mı? Başımızda “Türkiye gibi bir ağabey olsun” derler mi? İslam’ın ideolojik olarak bu denli parçalandığı bir ortamda AKP’nin kendine göre şekillendirdiği ‘Türk İslamı’ onları ne kadar temsil ediyor?
Bölgeye yukarıdan bakıyor
Her şeyden önce Türkiye, bölgeye yukarıdan bakıyor. Osmanlı’nın torunları olarak geçmişin “üstün” kimliği edası içinde. Bölgede var olan siyasi iradeleri dikkate almıyor, onları küçümsüyor. Mısır, Suriye, Irak, İran yönetimleriyle çatışma içinde. Suudi Arabistan, Birleşik Emirlikler, Kuveyt, Pakistan, Afganistan, Azerbaycan’ı küçümsüyor. İdeolojik olarak Sünni İslam’ın en radikal, şeriatçı kanadına yakın duruyor. Bununla hem bölgedeki ülke yönetimlerini baskılandırmak hem de uluslararası aranada etkli, hareketli bir gücü kontrol ediyor olmanın avantajlarından yararlanmak istiyor. Mısır’da şeriatçı Müslüman Kardeşler Örgütü’nü, Libya’da kendisine yakın bulduğu şeriatçı grupları, Filistin’de şeriatçı HAMAS’ı, Irak’ta IŞİD’i, Suriye’de El Nusra’yı destekliyor. Katar’ın sınırdışı ettiği Mısırlı Müslüman Kardeşler Örgütü’nün yöneticilerine kapıları açmasının nedeni bu.
‘Yeni Türkiye’nin ideolojisinin iç bütünlüğü yok ve tutarsız. Türklüğün yanına İslam’ın eklenmesi, İslamı kendisine ideoljik temel almış radikal şeriatçı örgütleri etkileyebilir, ama bu beraberinde bir dizi sonurları da getirecektir. Ayrıca bu tercihiyle Türkiye, İslam dünyasını birleştiren değil, bölen durumunda. Eksen olan güçlerin özelliğidir: etki alanına alınacak ülkeler güçlü değil, zayıf olmalı. Türkiye’de güçlü değil, kendisine istikrarsız-bağımlı-muhtaç bir İslam dünyası tasarlıyor. ‘Yeni Türkiye’ bundan yüz yıl önce denenmiş ve iflas etmiş bir ideolojik temel üzerine oturtuluyor. Anadolu’da yaygın bir deyim var; “kerpiç temel üzerine taş duvar yapılmaz.” ‘Yeni Türkiye’ buna benziyor.
İdeolojinin Türkçülük ayağı, İslami ayağından daha karmaşık durumdadır. Bir sefer, Türk ulusalcılığı Türkiye dışında, diğer Türki devletlerde güçlü değil. Türkiye’deki ulusalcılar da daha çok başka partilerde toplanmış bulunuyorlar. Onların gözünde de AKP Türkçü değil, İslami görünmektedir. Azarbaycan’da darbelere bulaşmış, Türkmanistan ve diğerlerinde iyi itibarı olmayan Türkiye’nin bu ayağının buralarda etki yaratması ve güçlenmesi zor. İdeolojinin Türkçülük ayağının durumu bu. Geriye Ortodoksluk kalıyor. Onlarla nasıl bir ilişki kurulur, bunu bilemiyoruz. Bir de şunu eklemeliyiz, Türk- İslam ideolojisini kendisine temel alan ‘Yeni Türkiye’nin Kürtler, Aleviler gibi birlikte yaşadığı ve komşu halklar üzerinde daha şimdiden bir korku rüzgarı estirdiğini…
‘Yeni Türkiye’ ve Kürtler
AKP Hükümeti barış süreci ve Güney Kürdistan Yönetimi ile kurduğu ilişkilerle Kürt sorununun yeni stratejisi içinde yerine oturduğu yanılgısına düştü. Aslında Türkiye’nin bu yanılgıya düşmesinde Kürtlerin yanlış tutumlarının da rolü oldu ve onu daha fazla hak edilmemiş özgüven göstermeye itti. Kürt sorununu, Türkiye’nin bu yeni strateji içinde ele almayan ve uluslararası dengeleri ve güçlerin bölge üzerindeki beklentilerini önemsemeyen “biz bu sorunu kendi aramızda çözeceğiz” tutumu ve yine İran’da 1951 yılında Musaddık’ın yaptığına benzer bir tutumla uluslararası petrol konsorsiyumlarının gücünü hesaba katmayan “Kürt petrolünü
Türkiye üzerinden dünya piyasasına sürüreceğiz” diyerek Güney Kürdistan Yönetimi’nin Türkiye ile yapmış olduğu ikili anlaşmalar…Ne var ki, gelişmelerin önceden kestirilemeyen sonuçları hem Türkiye’nin Kürt politikasını hem de Kürtlerin Türkiye’ye yaslanan tek yönlü politikalarını alt üst etmiş gibi.
Türkiye’nin jeostratejik önemi, doğu ve güneydoğu sınırlarında yatıyor. Bu sınırlar ise Kürt coğrafyasından geçiyor. Kürt coğrafyasının olmadığı bir Türkiye, belki Avrupa’ya yaklaşacak ama bugünkü öneminden de çok şey kaybetmiş olacak. Türkiye’nin zayıf karnı burası. Bu denli devasa bir plan yapanların bu noktayı bilerek veye bilmeyerek atlamış olmaları çok tuhaf. Türkiye’nin önemi bu coğrafya ile ilişkisinin olmasından geçiyorsa, bunun yolu burayı rahatlatmak olsa gerek. Ama Türkiye Kürt sorununu hala adeta yok sayan bir tutum içinde. Barış sürecini kendi istem ve keyfine göre yönlendirmeye çalışıyor, diğer parçalardaki Kürtlerin katliama uğramasına açıktan destek veriyor.
İsmet İnönü’nün “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de burada yerini alır” sözü politikada, bir özdeyiş gibidir. Ortadoğu’da “yeni bir dünya” kuruluyor. Bütün ilişkiler ve güçler de buna göre konumlandırılmaya çalışılıyor. Gözüken o ki, bu dünya içinde Kürtlere de önemli bir rol ve yer veriliyor. Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, Kanada, Avustralya ve birçok ülke ilk kez merkezi devletleri baypas yaparak Güney Kürdistan ile ilişki kurdu. Onlarla savaşta partner anlamına gelen anlaşmalar yapıyor, yardım ediyorlar.
Benzer bir ilişki Esad ve ÖSO atlanarak Rojava yönetimini oluşturan PYD ile kuruldu. Türkiye’nin ‘terör örgütü’ olarak gördüğü PYD, Koalisyon güçlerinin komuta merkezinde. ABD ve Avrupa Parlamentosu, PYD’yi siyasi olarak tanıdığını açıkladı. PKK’ye bağlı HPG güçlerinin Şengal gibi yerlerde Êzîdîleri, Kakaileri ve Türkmenleri IŞİD katliamından kurtarması ve halen koruyor olması, dünyada büyük bir ilgi ve sempati topladı. Şimdiye değin politika ile ilgilenmemiş Avrupa ve Amerika’daki magazin dergileri bile PKK’li gerilla kadınları öven yazılar yazdı. Hala PKK’ye ‘Terör örgütü’ diyen Avrupa devletleri, kamuoylarında yükselen PKK sempatisinin baskısı altındalar. Rusya PYD’ye sıcak bakıyor…
AKP kendisini ‘Yeni Türkiye’ hesabına o kadar kaptırdı ki, Kürtleri çantada keklik gördü hep. Kürt sorununu küçümseyen Türkiye, bugün eskisinden daha büyük, arkasında uluslararası destek bulunan bir Kürt sorunu ile karşı karşıya ve süreci yönetemiyor. Nerede durduğu belli değil. Kürtler arasında çatışmalar yaratmaya umut bağlaması, eski klasik Kürt politikasına geri dönüştür. Yani Kürtler ‘Yeni Türkiye’de kendilerini göremiyorlar, şöyle de demek yanlış olmaz: ‘Yeni Türkiye’ Kürtler için eskisinden farksız bir Türkiye’dir. ‘Barış Süreci’ ortada. Bu süreçle ilgili hükümet ne söylüyor, bilen var mı?
Diğer yandan, Türk Başbakanı Ahmet Davutoğlu “Kürtlerin devleti Türkiye’dir” diyor ama aynı devlet, Kürtleri katliama uğratması için IŞİD’i destekliyor. Eğer gelişmeler böyle devam ederse ilerleyen süreçte Türkiye’nin çelişki ve çatışmalarının daha da artacağı kaçınılmaz gibi gözüküyor. Bu da, eksen olmak isteyen “Yeni Türkiye”nin yaşayacağı iç çatışmalarla büyük bir kaos ülkesi haline gelmesi tehlikesini barındırıyor.
Batı müttefikliği Kobanê’de testte
Türkiye yalpalamalı bir şekilde sürecin önünü almaya çalışıyor. Burada da yanlış yapıyor. Bir yandan IŞİD‘in galip gelmesini istiyor, diğer yandan ABD’nin Kürtlerle kurduğu ilişki ve inisiyatifi ele geçirmeye çalışıyor. Bu ikisi bir arada olmaz. Ya Kürtler ya IŞİD! Bu ikili politikası hem Kürtler hem de dünya tarafından, “Türkiye IŞİD’e oynuyor” şeklinde okunuyor. Gerçekte böyledir. Türkiye, Kürtleri IŞİD’e boğdurtarak onları teslim almak istiyor. Daha doğrusu kendine sığınmış bir Kürt istiyor. Türkiye’yi “Kürtlerin devleti Türkiye’dir” haline böyle getirmek istiyor.
Amerika, Avrupa ve koalisyonda yer alan ülkelerin IŞİD ile ilişkilerinde artık geri dönülmez bir noktaya geldikleri dikkate alınırsa, buradan, Türkiye’nin bu dünya ile olan ilişkilerinin çok daha zayıflayacağı ve giderek bir çatışmaya dönüşeceği sonucu çıkıyor. ‘Güvenli bölge’ vb gibi politikalarda yaptığı dayatmaların kabul görmemesi durumunda Türkiye’nin, bir oldu bittiye getirerek kendi başına harekete kalkışması, bu çatışmayı çok farklı boyutlara, doğrudan Türkiye ile silahlı çatışmaya taşıyabilir ki, bunun sonuçlarını şimdiden kestirmek ise zor. Ama sorun daha bu boyutlardaken bile Türkiye-Batı ittifakı Kobanê özgülünde kırılma noktasında bulunuyor. Batı ile Türkiye’ye bölgede karşıt güçlerle ilişki içindeler. Batı, Türkiye’nin kazanmasını istediği IŞİD’i yenmeye, Türkiye de Batı’nın destek sunduğu Kürtlerin yenilmesi için çalışıyor.
Türkiye-Batı ittifakı burada, bu küçük kent Kobanê’de koparsa, buna şaşırmamak gerek.
Türkiye Pakistan olma yolunda
Türkiye Pakistan’ı genellikle küçümser. Şimdiye değin böyle olmuştur. Çünkü, Türkiye’nin Batılılaşma yönünde attığı adımlar, Pakistan’ın hayaliydi. Özellike Zülfikar Ali Butto döneminde Pakistan, Türkiye üzerinden Batıllaşmayı ve Batı modernitesini yakalamaya çalışıyordu. Türkiye Pakistan için modeldi. Bu durum Türkiye tarafından bilindiği için Pakistan Türkiye’de hep küçümsenmiştir. Türkiye hala onu, peşinden her tarafa sürükleyebileceği bir ülke olarak görmektedir.
Ama Amerika ve Batı onlara hiç bir zaman bu gözle bakmadı. Onların gözünde ikisi de müslüman ülkelerddi. Bu nedenle ikisine de paralel hatta görevler verdiler. CENTO’da üslenmiş oldukları rol, eş zamanlı olarak yaşadıkları asker dabeler, devletin ve toplumun daha çok İslamileşmesi çabaları gibi. Pakistan bu yarıştın koptu. Böylece Türkiye de onun model ülkesi olmaktan çıktı. Çünkü, Pakistan’ın başına öyle bir bela sarıldı ki, Pakistan önünü göremez hale geldi. Yıllarca mücahitler ve Taliban’a ev sahipliği yapmış olan Pakistan, giderek Afganistanlaştı. Şimdilerde bir patlamayla karşı karşıya.
Türkiye de giderek Pakistan olma yolunda. “Körle yatan şaşı kalkar” özdeyişinde olduğu gibi. Teröristle yatanın da ne olacağı Pakistan örneğinden belli. Hatta Türkiye’nin bulunduğu coğrafya daha kritik. Sünni şeriatçı örgütlere kanat geren, IŞİD’e ev sahipliği ve hamilik yapan bir Türkiye, deyim yerindeyse baltayı ayağına vuruyor. ‘Dünya devleti’ olacağım adına atılan plansız ve ben merkezci adımlar, büyük sorunlar yaratabilir. Türkiye büyük bir kaos ve belirsizlik içine yuvarlanırsa sonuçları hiçbir ülkedekine benzemez.
Çözüm Türkiye’nin demokratikleşmesinde
Yakın dönemin günlük sorunlarına girmeye gerek yok. Son günlerde Türkiye’nin hem siyasal hem de toplumsal psikolojisi kaygı halini almış bulunuyor. Kimse yarınını güven içinde görmüyor. Büyük güç olmak için yola çıkmış bir ülke, daha bu anda tökezliyorken, gelecekte katlanarak büyüyen sorunları nasıl göğüsleyecek? Kaygının nedeni bu. Bunun yolu yeni macera denemelerinde değil, Türkiye’nin tam anlamıyla daha çok demokrasi ile buluşmasından geçiyor. Demokratik bir Türkiye, sadece bölgede değil, dünyada kazanan bir Türkiye’dir. ‘Cihanşümul Türkiye’ gibi beyhude hayellere gerek yok.