Bilge Kadına!
“Babaannem bu kadar şeyi nerden biliyor, nasıl öğrenmiş,” diye düşünürdüm. Çünkü babaannemin bilmediği bir şey yoktu. Her şeyin bir tarihi, bir hikayesi vardı onda. Anlattığı hikaye, öykü ve olaylarda kullandığı dil o kadar zengin, konu bütünlüğü açısından o kadar güzel bir hikaye kurgusu vardı ki, yumuşak sesinin akışında olayların içinde bulurdum kendimi: Yıldızlarda gezdirirdi geceleri, yeşil ırmak suyunda yıkar, kışları açlıktan köylere inen karlı dağlardaki vahşi kurtların köyün köpekleriyle yaptıkları kavgaları izlettirir, Ermeni ve Dersim katliamlarına tanıklık ettirir, Mazgirt Dağları’nın ardındaki “dümdüz ve sonrası zifiri karanlık” dediği dünyanın peşine salardı beni.
Aslında yoksul bir aileden geliyor babaannem. Annesinin ilk evliliğinden. Xece (Hatice) koymuşlar adını. Küçük yaştayken kaybetmiş babasını. Yokluk zamanı: “Tarlalara çekirge çökmüş gibiydi; ince, uzun verimsiz olurdu buğday başakları. Açlıktan ölürdü insanlar,” derdi. Tarih: 1900’lerin başı. Bir de savaş zamanı! Ruslar Dersim’e kadar dayanmışlar. Açlığını da alarak gruplar halinde Ruslara karşı savaşmaya gidiyorlarmış erkekler. Annemin amcası Musa bunlardan biri; üç çocuğunu bırakarak gitmiş. Gidenlerin birçoğu gibi o da dönmemiş bir daha.
“Beyler zamanı!” -Böyle anılır bizim oralarda o zamanlar.- Çarsancak Beyleri dönemi diye geçer tarihte. Zulüm gırla. Hitit, Urartu, Bizans, Arap, Ermeniler geçmiş bu topraklardan. Hepsinin de Dersim içine uzandıkları en son alandır babaannemin yaşadığı bölge. Sınırlı bir tarım yapılmaktadır. Sonrası dağlık. Babaannem güzelliğiyle bilinirmiş. Çarsancak Beyleri’nin alt bir kolu olan İsmailli Beyleri’ne gelin gitmiş. Beş yıl sonra ölmüş genç eşi veremden. Babaannem aile içi evliği kabul etmemiş. Xırnek’deki yoksulluğuna, annesinin yanına dönmüş yeniden.
Dedem ile nasıl tanışmışlar, tam olarak bilmiyorum. Ama bitişik köylerin çocukları. Dedemin annesi bitişik köyde yaşayan tanımış Ermeni ailelerinden Topik Mulla’nın kızı. Dedem de bir Ermeni kızıyla evlenmiş önce. O ölünce de babaannemle birleşmiş yolu. İkisi de genç. Üç çocukları olmuş sonrasında.
Babaannemin kıvrak bir zekası, İsmailli beylerinden mi kapmış, bilmiyorum, akıcı ve güzel bir Türkçesi vardı. Şıhso, Çarsancak Beyleri’nin Dersim içinde yerleştikleri en son köy. Birçok ailede olduğu gibi bizde de bin sekiz yüzlerin sonunda Cunan’dan getirilen Zazaca neredeyse kaybolmuştu. Günlük iletişim dilimiz Türkçeydi.
İşte babaannem tarihi böylesine zengin, yaşamın böylesine zor ve karmaşık olduğu bir coğrafyada büyümüştü. Yazılı tarih ve edebiyatın gelişmediği bölgelerde olduğu gibi, Dersim’de de sözlü tarih ve edebiyat gelişmişti. Benim için babaannem ayaklı bir kütüphaneydi sanki. Hayvanların, bitkilerin, dağ-tepelerin, dere ve nehirlerin, hatta taşların bir hikayesi vardı onda. Bir kaya yığıntısından başka bir şeye benzemeyen Kıralkızıkalesi’ni ilk ondan dinlemiştim. Kral yoksul bir gençle evlenmek istediği için kızını bu kaleye hapsetmiş ve yeraltından geçen bir gizli tünelle Mazgirt kalesine bağlamıştı. Kız bu kalede aşkından ölmüştü. (Kralkızıkalesi’nin bulunduğu yerde 1983 yılında bir baraj inşaatına başlandı. Dönemin Cumhuriyet gazetesi, burada Urartulara ait tarihi eserler çıktığı için işçilere üç gün izin verildiğini ve girişlerinin yasaklandığını, çıkan tarihi eserler içinde para değeri olanların alındığını, geri kalanının ise buldozerlerle barajın temeline gömüldüğünü yazdı.) Ondan sonra kalenin hemen önündeki Abet Gölü’nde akşamları bir peri kızı yüzmeye başlamış. Kimilerine göre kralın ölen kızıymış o peri... Maşatlık (Ermenice dere demek) yerdeki cin ve perilerin gece savaşlarını, Zimek Dağı’ında dolaşan ceylanların kimselere gözükmek istemeyen güzel kızlar olduğunu, Beyaztepe’nin külleri altında altından kral mezarları bulunduğunu dinledim. Munzur nehri kutsaldı onun için. Öyle ki kıyısına işememe bile izin vermezdi. Çünkü kutsal bir yerden geliyor, kutsal bir yere gidiyordu Munzur. Yazları kenarına indiğimizde önce üç avuç suyundan içirir, sonra da bir taş üzerine oturtur yıkardı beni...
Yaz akşamları damların üstüne sererdi annem yataklarımızı. Babaannem bizleri yıldızlar dünyasına götürürdü her akşam. Kayan yıldızları, yıldız gruplarını, samanyolunu anlatırdı bize. Her yıldızın, samanyolunun da bir hikayesi vardı onda. O anlatırken yıldızlarının üzerindeydi ayaklarımız. Koşuyor, yıldızdan yıldıza zıplıyorduk...
Sabah kalkar inek ve öküzleri otlatmaya giderdim onunla. Köyün genç erkek ve kızları da gelirdi bizimle. Yorulduğumda ilk zamanlar sırtlarlardı beni. Sonrasında alıştım. Öğlenleri aynı sofrada paylaşılırdı yemeklerimiz. Dut, böğürtlen, kuzu kulağı, şilan (kuş burnu) o kadar çok şey vardı ki yiyecek. Bu günlerde at arılarının saldırısına uğradığımda beni çamurla beleyecek ve Sefo’nun Bıstırı denen ormanlık yerde ayı ile karşılaştığımızda, “sen kaç” diyerek kendini feda etmeyi göze alacaktı...
Babaannemin bütün hikayeleri beni çok etkilemişti: Güzeldi bir çoğu, ama üzücüydüler de.
İki büyük katliama da tanık olmuştu babaannem. Ermeni ve Dersim katliamlarına. Çocuklarıyla uçurumlardan atlayanların hikayesini, Munzur’un günlerce kırmızı kan aktığını, Leşderesi’nde günlerce susmayan makinalı tüfek seslerini ve yetim kalmış çocukların hikayesi... “Çevredeki köylerde yaşayanları, bizim köyün üstündeki düzlükte toplamışlardı. Kadın-erkek, çocuk-yaşlı herkes oradaydı. Her taraf insan ve askerdi. Biri kırmızı, diğeri beyaz iki bayrak dikmişlerdi. Sıra sıra insanlar... Her sıranın önünde bir asker. Askerler önüne gelenle konuşuyor, Türkçe bilenler beyaz bayrağın altında, bilmeyenler de kırmızı bayrağın altında toplandı. Biz Türkçe bildiğimiz için beyaz bayrağın altındaydık. Kırmızı bayrağın altında toplananları alıp o dereye götürdüler. Ondan beridir o derenin adı ‘Leşderesi’ oldu...”
Beş yaşı çocuğuyum. Sorularıma gece-gündüz, nerede olursa hep yanıt verirdi.
Ona dağları ve ardında ki dünyayı sorardım sık sık. Önce yakın tepeleri, sonra küçük dağları ve en yükseklerini sorardım. Tepelerin, küçük dağların arkasında bildiği köyleri sayardı, sıra yüksek dağlara geldiğinde Mazgirt Dağları’nı gösterir ve “ondan sonra bazı memleketler var, daha sonrası ise düzlük,” derdi. “Dünya düzdür. Sonuna yumurta bile dikilse görülebilir. Gidiyorsun, gidiyorsun sonra zifiri bir karanlık başlıyor. Ondan sonrasını ise kimse bilmiyor. Çünkü gidenlerin hiçbiri geri dönmemiş...” Babaannemin bu hikayesi beni çok etkilemişti.
Topraklar verimsizdi. Ektiğimiz tütüne, pamuğa Tekel ciddi değer biçmiyordu. Göç hazırlığının yapıldığını babaannemin hüzünlü şarkılarından fark ettim. “Bir daha göremem,” diyordu, “buraları.” Ayrılık günü yaklaşıyordu: O köyün, sokakların, damların, dağ ve tepelerin resmini çekiyormuş gibi bakıyordu sessizce. Şeytantandırı’ndaki ziyaret için bir kömbe yapmıştı annem. Son gün oraya gidildi. Herkes gibi babaannem de Munzur’la vedalaştı. Üç avuç su içirdi bana. Sonra avuçlarıyla yüzüne sular çarptı durmadan. Dua ediyordu. Islak elini boynuna, omuzlarına sürdü. Bir taşın üstüne oturdu ve karşı tepelere baktı. Ağlıyordu.
Yazın sonu ve hava sıcaktı hala. Sonra kırmızı bir kamyon yanaştı evin önüne. Toplamı 20 kişiden oluşan iki ev taşınıyordu. Meşe odunları kondu bir yarısına kamyonun, üstüne yataklar, bir bölümüne de inekler.
Babaannem, dedem ve annem için hüzünlü bir veda başlıyor. Komşularına, sevdiklerine son kez sarılıyorlardı. Ben ise heyecanlıydım. O dağların ardına gidecektik. Dümdüz olan dünyanın başlangıcına.
Köyler, köprüler geçti kamyon. Ağaçlar, köprüler, köyler her şey, döne döne geride kalıyordu. Uzunca bir zamandır yol alıyorduk. İnekler bağırıyordu bazen.
Hey şuraya bakın, diye bağırdı ablam heyecanla. Bir meşe odununa basarak kamyonun yüksek kasasını burnumun hizasına kadar zor aşabildim. Gördüğüm manzara karşısında ben de ablam gibi şaşırmıştım. O hala bağırıyordu. Şaşkınlığımdan mı, hayal kırıklığına uğradığımdan mı, bilmiyorum; susmuştum. Baktığım yönde, çok uzaklarda Mazgirt Dağları’ndan çok daha yüksek dağlar vardı ve üzerinde bulunduğumuz dağın gölgesi aşağımızdaki büyük şehri neredeyse örtmek üzereydi. Şaşkın gözlerle dönüp karoserin köşesinde oturan babaanneme baktım. Benim sorularım olduğunu anlamıştı. Sırtını dayadığı kasayı tutarak ayağa kalktı. Başındaki yazması, saçları rüzgara kapıldı. Konuşmuyordu. Bana baktı sonra. Bakışlarında şaşkınlık ve de mahcubiyet vardı...
Evet, babaannem bir daha o topraklara dönemedi. Ortaokul ikinci sınıfta iken benden koptu. Benim bilge kadınım yoktu artık.
Büyüdükçe gökyüzünün, yıldızlar dünyasının, samanyolunun, çoban yıldızının, Munzur’un, bepo-geko’nun öyküsünü öğrendim. Gördüm ki, babaannemin bunlarla ilgili anlattıklarının hemen hiçbiri doğru değildi. Zerre kadar güvenim sarsılmadı ona. Çünkü o beni büyük bir sabırla dinlemiş, yine sorularıma büyük bir ciddiyetle yanıt vermişti. Bildiği bütün şeyleri sıcak diliyle meraklı çocukluk dünyama yüklemiş ve onu beslemişti. Bazı öyküleri çocuk yüreğimde hüzün, bazıları ise fırtınalar koparmıştı. Ama her durumda beni bilinmez, sonu “zifiri karanlık” o büyük “düz” dünyanın peşine salmıştı.
Anadolu’nun, Mezopotamya’nın şehirlerini gezdim sonrasında. Avrupa’dan geçtim; Kaliforniya’dan yola düşüp Nevada Çölü’nü aştım boydan boya; Fildişi Sahili’ne inip, Afrika’ya vurdum yolumu. Katmandu’dan Everest eteklerine tırmandım... Gittiğim her yerde Mazgirt Dağları’ndan çok daha yüksek dağlar vardı hep. Gördüğüm o her dağı, onun o “düz ve karanlık” dünyasını görecekmişim gibi bir heyecanla aştım.
O “zifiri karanlığa gidenlerden dönen olmamış.” Ben bulmayı, bulursam da dönmeyi başaracak mıyım; bilmiyorum..