Unutmaya karşı çığlıktır yazmak. Ardımızda bıraktığımız tarihleri, mekânları, insanları önümüzde patlatarak yollarımızı aydınlatmaktır çokça... Ahlamadan oflamadan, bildiğimiz-bilmediğimiz ama yürüyebildiğimiz yolları birbirine bağlayarak ilerlemektir elimizden geldiğince... Reddetmektir dayatılanları... Ve paylaşmaktır en önemlisi, paylaşmak tüm bunları!

YAZMAK! Yazmak; sürgündekiler için asırlar boyunca bir hayatta kalma eylemi olanken! Yazmak; sürgündekiler için iletişim-ulaşım hızının artmasıyla birlikte yanılsamalı bir evrim geçirirken!

“Düştükleri yere ağıt yakmaya gelmiyorum

size koşuyorum yaşayanlara;

Hepinize koşuyorum

Ve göğsümü yumrukluyorum

Sizlerden önce ölenler de oldu hatırında mı?”-Pablo Neruda-

“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!

Dünü bugüne

bugünü yarına bağlayın!”-Nazım Hikmet-

Aynı asrı paylaşan, aynı tarihlere tanıklık eden ve yolu sürgünde buluşabilen iki şairin, farklı zamanlarda birbirinden habersizce patlayan dizeleridir bunlar. Müziği bizde benzer bir biçimde tınlayan.

Yine nice katliam ve zorlu sürgün yolculuklarından sonra hayatta kalabilen Yahudi şair Hilde Domin’in Nelly Sachs’a mektubu! Katledilen Yahudiler’i hüzünle anan şiiri adeta bir reklam aracı olarak patlatılan, yine nice kamp-sürgün ertesi hayatta kalan Yahudi şair Nelly Sachs’a yazdığı! Müziği bizde Neruda ve Nazım’ın dizeleri gibi tınlayan!

“Yazmanın gayesi yoktur, yazılmış olan ancak; yazardan okura aldığı yol üzerinde serpilir, çoğalır.

Benim gibi, Hilde Domin, dünyanın karabiber, şeker ve mango ağaçları yetişen sınırında her evde, gözlerini ağlamaktan kızarmış olarak açanlar, ancak gül biraz zor, ve elmalar, buğdaylar, kayın ağaçları asla, ıssızım, memleketimden sürülmüşüm, işte orada ayağa kalkıp yurduma gitmiş olanım, sözcük içinde.

Sadece canlı sözün psikolojikman öldürülmesiyle, sadece bunun vasıtasıyla yeni kitaplar yakıldı, kavuşmalar ayrıldı. Buna rağmen söz daha önceden tesirine kavuştuğu için, şimdi başka sözler içerisinde akmaya devam ediyor. Ama bu gibi kendi müşkülpesent tutarsızlıkları içerisinde olan hadiseleri, berrak bir şekilde analiz etmenin ve düzenlemenin acil olduğuna inanıyorum.

Şair herkes için yazar. Şair; sınırda ikâmet eden ya da sınırsız ikâmetçi. Tabi hiçkimse hangi sınırda bunu kaybedeceğini bilemez. Bu biraz farazi-deneysel bir örnektir. Şiir; yaşamış olanın icra ettiği, numunelik bir esanstır. Şiir; yaşamış olanın esansıdır.

Şöyle bir dön ve Almanya’daki genç okurlarına; ölülerin her birine yeniden ihtiyaç olacağını, bundan dolayı onları gömmenin boşa gitmediğini söyle: Almanca sözlerle. Bir

sevgi kelimesiyle. Sevgi, o güneşi hareketlendiren, ve diğer yıldızları. Tıpkı tüm sürgün şairlerin atasının söylediği gibi: “Sevgi, güneşi hareketlendiren ve diğer yıldızları”. [1]

Ya da işte bizim Brecht’in sürgündeki insanın yazışını tanımlayışı:

“Sürgündeki insan bir başka yazar. Tabiri caizse rüzgâra bağırır. Ancak belirli bir istikamete doğru bağırır. Hiç kimseye ait olmayan istikamete konuşur insan, henüz her şeyi değil daha; burada duyulmayanlardan, bunlardan konuşur insan, tam belirli olanlardan. Ve esasen, haklarını korumamış olanlardan, konuşur insan hala memleketinde olanlardan, oralarda bir daha asla duyulamayacaklardan. Ümittir sürgündekinin sanatı.” [2]

Ve işte sürgünde yaşamayı, geçmiş yüzyılların aynısıymışçasına “yalnızlık”la özdeşleştirenlere inat, zindanlardan buralara ulaşıp ellerime konuveren Deniz Tepeli’den “HAKLILIĞIN KANATLARI”:

“Memleket, zindanlar bildiğin gibi. Ama biz de bildiğin gibiyiz. Haklılığın kanatları vardır. Tam karşımda, duvarda, kocaman bir Che resmi var, başını dingin, emin, mağrur, yukarı kaldırmış, yanında şu yazıyor: “Peşinden gidecek cesaretin varsa bütün hayallerin gerçek olabilir”. Tek bir söz, tek bir suret ne çok şey anlatıyor. Ve de, en güzeli, işte bize çok şey anlatan nice suretler, sözler, dostlar ve yoldaşlar var...”

Yani yazmanın anlamı, yani edebiyatın dil-din-ırk sınırları tanımayışı, yani asırdan asıra, diyârdan diyâra uzanan sözcük köprülerinin üzerinde yürüyenler değişse dahi akan ortak tınıların güzelliğinin bizde yankılanışı! Hayatımızın akışında bu tınıları titreyerek ziyan etmeme uğraşımız! Bunların bizi en azından, en azından düşünce dünyamızdaki bataklıklardan arındırmayı mümkün kılışı!

***

Biliriz; tarih tekerrür etmez!

Biliriz; tarih tekerrür etmese de ekonomik-siyasi sistemlerin yasaları vardır. Yani kapitalizmin yasaları vardır! Bunlar daima özü aynı, sözü farklıca cirit atmaya devam eder!

60 Darbesi’nde 147, 80’de 93 kamu görevlisi, akademisyen ve sanatçı ihraç edilmişken, 2017’nin başında bu sayı 150 bini bulmuştur. Bu kıyım hâlâ devam etmekteyken bu sayı şimdilerde 200 bini de geçmiştir.

Türkiye toprakları tarihinde bu Med-Cezir vakalarına tanıklık maalesef çok belirgindir. Bu deneyimlere rağmen, darbelerin ardından “demokrasi” şerbetinden bir yudum alınıp; “Sürgün Edebiyatı” başlığı altında anı dökümleri yapılan bir yazım tarzı türemiştir dersek, sanırım gaf yapmış olmayız (ki kötü olan anıların yazılması değildir). İletişim-ulaşım hızının manipülasyonlarının etkisi gözardı edilecek gibi değildir. “Sürgünlüğün Görevleri” gibi ortak bir düşünce üretiminde oldukça yetersiz kalınmıştır. (Ki sürgünde üreten; Anadolu-Mezopotamya topraklarının yasaklanan renklerini-dillerini-tarihlerini filizlendiren, ömrünü buna adayan kalemlerimizin önünde de saygıyla eğilmekteyiz sürekli).

Bizim Brechtimiz çağının sürgünlerine giydirilmek istenen kostümleri, yakıştırılmak istenen kimlikleri sorgularken şöyle dizeler-metinler yazar:

“Bize verilen bu ismi daima yanlış buldum:

Mülteciler!

Bu göçmen anlamındadır.

Ancak biz henüz hiç,

bir ülkeyi kendi kararımızla seçerek

göç etmedik.” [3]

“Bir insanın kıymetli parçasıdır pasaport. O tıpkı bir insan gibi böyle basit usüllerle meydana gelmez.... . Bu yüzden pasaport da eğer iyiyse kabul görür, hem de bir insan daha iyi olabilir ve asla kabul görmezken.” [4]

Bu çağları öncesiyle birlikte, ardından gelen tarihi dejenenerasyonların tanıklığını da yaparak şöyle süzecektir Edward Said:

“... Hayatta kalmayı becermek asıl uğraş haline gelince sürekli tetikte durulması gereken bir tehdit çıkar ortaya: Fazla rahat ve güvenlikli olma tehlikesi...

Hiçbirimiz Adorno ya da C.L.R. James gibi sürgünlerin yazgısını aynen yaşayacak değiliz elbette, yine de çağdaş entelektüelin içinde bulunduğu durumla çok yakından ilgisi var bu isimlerin. Yerleşmenin, evet demenin, uyum sağlamanın sunduğu ödüller tarafından ayartılan, hatta dört bir yandan kuşatılan entelektüel için bir modeldir sürgün. Kişinin gerçek bir göçmen ya da sürgün olmasa bile, öyleymiş gibi düşünmesi, her türlü engele rağmen hayat kurup sorgulaması ve merkezi otoritelerden uzaklaşıp daima uçlara çekilmesi mümkündür hâlâ. Bu uçlarda alışılmış ve rahat olanın ötesine hiç bir zaman geçmemiş kafaların görmediği şeyler görür insan.

Sorumsuzca ya da uçarı gibi görünebilen marjinallik durumu, adımlarını her zaman dikkatli atmak zorunda olmaktan, pişmiş aşa su katmaktan korkmaktan, sizinle aynı gruba dahil arkadaşlarınızı kırma endişesinden kurtarır sizi. Kimse bağlılıklarından ve duygulardan kurtulamaz elbette. Teknik ehliyetini kiraya veren ve önüne gelene satan o sözde yüzer-gezer entelektüel de değil kafamdaki. Dediğim şu: Bir entelektüel için gerçekten sürgün olan biri kadar marjinal ve yabanı olmak, otorite ve güç sahibine değil gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir. Sürgün soylu entelektüel cüret ve küstahlığa açıktır, alışılmışın mantığını değil, değişimi ve hareket halinde olmayı temsil eder, olduğu yerde saymayı değil.” [5]

***

Biliriz tarih tekerrür etmez!

Ancak yine biliriz ki, kapitalizm kendi yasalarıyla ayakta durabilir. Bizlere “bahşettiği” demokrasi de, verdiği “insan hakları” da bu yazınsız yasalarla işler! “İnsan Haklarımız”, “politik” sebeplerle ülkemizde yaşama koşulumuz kalmamış olmasına rağmen; kimimize “şöyle”, kimimize “böyle” olmaya devam etmektedir! Ve bunlardır ki bizi, birbirimizi duyamayacak denli yabancılaştırmaktadır. Buralarda “bize” yapılanları takip dahi etmeyen bir “memlekete duyarlılık” hali ise; “hak” bilincinde infilak eden muazzam bir depremin gürültüsüdür! Ve bu gürültü şimdi hepimizi sarsmaktadır!

Son yıllarda mültecilerle ilgili sosyal projeler yürütülürken hafif hafif göndermeler yapılan “ABD modelini, tarihini örnek almalıyız” söylemlerinin ne anlama geldiği belirginleşmeye başlıyor yavaş yavaş buralarda. ABD’nin 1900’lerin başlarından itibaren sayısız sanatçı, yazar, akademisyene kucak açtığı, üniversitelerinin kapılarını sonuna kadar açık bıraktığı bilinir.

“Mülteci” denilen insan grupları; bir çuvaldan tek bir tencereye boşaltılan buğday taneleri değildir elbette! Geldikleri ülkelere, geldikleri ülkeler aynı olsa bile sosyal-sınıfsal statülerine göre adım attıkları ilk kapılar dahi ortak olmayan bir DAĞITIKLIK halidir! Ve işte şimdilerde, bu “mültecileeeeer” diye her yanı kaplayan başlığın yanına, yine-yeniden “sürgünde yaşayanlar” başlığı atılmaya başlanılmıştır manşetlerde. Ve bizler bir kez daha; “normal yaşamış olanlar ve olmayanlar” olarak ayrıştırıldık bile! Bu ayrıştırmayı bir alıntıyla özetlemeyi deneyelim:

“Onlar çok normal bir hayat sürdürdüler. Avukattılar, gazeteciydiler, araştırmacıydılar. Bir günden diğerine geçildiğinde, hayır, bir saatten diğerine kaçmaya

mecburdular. Hayatları tehlikedeydi... Hayatlarını nasıl sürdürecekler, ne olacak, sevdiklerini yeniden görebilecekler mi; bunu bilmiyorlar. Türkiye’de, Temmuz 2016 darbe denemesinden itibaren on binden fazla memurun işine son verildi, bunların içerisinde çok sayıda akademisyen bulunmakta (hukukçular, bilimciler, öğretmenler vb.). Bu insanlardan, içlerinden yüz altmış altısı gazeteci olan binlercesi hapishanede. Muhalif günlük gazete Cumhuriyet’in davası sürmekte. 16 çalışanı ve redaktörü Murat Sabuncu mahkemelik. Ve haklarında 43 yıla varan cezalar istenmekte. Talihtir ki onlara yardım eden sadece insanlar değil, organizasyonlar da var. Philipp Schwartz-Initiative der Humbold Stiftung bilimciler için iki yıllık bursları üstlenmekte. Yazarlar Birliği PEN’in sürgündekiler için bir programı var. Ve Sınırsız Gazeteciler çok somut bir biçimde; hukuki-tıbbi ihtiyaçları da içeren barınma ihtiyaçları için yardımda bulunmakta. Ancak bu yeterli değil ve bütün bunlar sürgündeki insana ülkesini geri getirmiyor.” [6] İşte memleketimizde yaşanan süreklileşmiş “Med-Cezir” vakalarından birinde daha; Almanya’nın ABD modeliyle akademisyenlerimizi karşılaması! Bu karşılamanın ardından, eskilerinin üzerine yeni bir kostüm-kimlik geçirilerek başlayan, yeni tarzda “Sürgündekilerle Röportajlar-Sürgün Yazıları”...

***

Ve gelelim “Sürgün Edebiyatı”na.

Alışkanlıktır; Sürgün Edebiyatı denince İmparator Augustus tarafından Roma’dan Karadeniz’e sürülen Latin şair Ovidius’tan dizelerle yola koyulmak. Oysa Ovidius kendi çağı içerisinde; Roma İmparatorluğu’nun eriştiği uygarlığın düzeyinde payı-emeği olan entelektüellerden biridir. “Helenistik-emperyal dönem” olarak adlandırılan döneme geçildiğinde, ancak eleştirileri siyasal boyuttan yoksunsa hayat hakkı tanınabilecek insanlardan biridir. Siyasal eleştiriler yapmanın cezasının sürülmek olduğu bir çağdır yaşadığı çağ. Ve o çağlarda, siteler halinde yaşanan topluluklardan dışarıya atılmaktır sürülmek. Ovidius bu eleştirileri yaptığı için sürülendir!

Ardından gelen tarihsel süreçlerde; sarayların, üniversitelerin, kiliselerin sürülen entelektüelleri kapıştığı bir döneme geçilir. Bu geçiş döneminde yaşamıştır, Sürgün Edebiyatı denince aklımıza gelen Dante: “Yabancı diyârlarda yediği ekmek bile tuzlu gelir insana, aşinası olmadığın binanın merdivenlerinden çıkmak ya da inmek kadar zordur her şey”. Onun sürgünlüğü bir müstesnadır. Dante hem şair, hem bilgin hem de politikacıdır!

Ya da yine alıntılar yaptığımız, siyasetle ilgilenen bilgin Padualı Marsillus. Paris’ten sürülmüştür ama, hemen ardından Bavyera Kralı Louis’in hizmetine girebilmiştir.

Birinci Dünya Savaşı ertesi insan topluluklarının ya da halkların sürülmesi başka bir aşamadır. Artık ulus devletler vardır!

İkinci Dünya Savaşı sonrası ise devrimler tarihinin altının çizildiği bir dönemdir. Nazımlar’ın, Nerudalar’ın enternasyonal toplantılarda buluşabildiği, sürgünde üretip, sürgünde paylaşabildiği; işçisiyle, köylüsüyle, öğrencisiyle ... sözcüklerini buluşturabildikleri, ülkelerindeki sınıf mücadelesiyle sımsıcak haykırabildikleri bir çağdır.

İçinden geçtiğimiz çağ ise; nasıl, nerede, ne zaman başladığı, nasıl bittiği, yani sessiz-sedasız alabildiğine geniş boyutlu toprak düzenlemelerinin yapıldığı bir çağ! Bu düzenlemeleri bombalarla, cesetlerle, nüfus hareketlerinin dizginsizce sürüşünün tanıklığıyla direk izleyebildiğimiz bir altüst oluş çağı!!!

Sürgündekilerin, belki de her zamankinden daha net aynaya bakıp gerçekleri görebileceği; yanılsama hallerine son verebilecekleri bir çağ! Ve tarihten daha fazla öğrenmeye ihtiyacımız olan bir çağ! Yalın bir ifadeyle; YAZMAK! Yazmak ama, neleri yazmayı tercih edebilecek durumdaysak!? EDEBİYAT! Edebiyat ama, hangi köprülere sözcükler işleyecek durumdaysak!? Özcesi; tarihimizden öğrenerek, sürgünlüğün görevlerini süzebilecek durumdaysak...

*Güney Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi, Sayı:83

1- Hilde Domin “Yazıyorum, çünkü yazıyorum” adlı yazısı ve “Sürgün Şairliğine Sorular-Nelly Sachs’a Mektup” adlı, 70’li yılların hemen başında yazılan açık mektubundan. Çeviren: Ganime Gülmez

2, 3, 4- “Bertolt Brecht, Lektüre für Minuten-Günter Berg, Suhrkamp Verlag, 1998” kitabının “Sürgünlük Üzerine” bölümünden. Çeviren: Ganime Gülmez

5- Entelektüel Sürgün, Marjinal Yabancı, Edward Said, 1993-Çeviren: Tuncay Birkan

6- Emma Dergisi, “Sürgündeki Türk Kadınlar” başlıklı yazı-röportaj dizisi, Eylül-Ekim 2017- Çeviren: