Birleşmiş Milletler’in son açıkladığı rakama göre dünyada savaş nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalanların sayısı artarak 80 milyona ulaşmıştır. Toplam mülteci sayısının bu rakamın oldukça üzerinde olduğu söylenebilir. 80 milyon sadece savaştan kaçarak ülkesini terk etmek zorunda kalanların sayısıdır. Ekolojik yıkım, yoksulluk, ağır baskı koşulları gibi diğer nedenler de eklendiğinde sayı yaklaşık bir rakam verilemeyecek kadar artmaktadır.

Sayı, tanıma göre belirlenmektedir. Mesela “savaştan kaçmak zorunda kalmak” ne demektir? Bazı ülkelerde yönetimler tarafından “terörizm” olarak adlandırılan düşük yoğunluklu iç savaş sürmektedir. Bu savaştan kaçmak zorunda kalanların ne kadarı mülteci kategorisine girmektedir, bilmiyoruz.

Savaştan kaçarak ülkesini terk etmek zorunda kalanların büyük çoğunluğu üç ülkeden gelmektedir: Afganistan, Suriye, Irak.

Afrika ülkelerindeki iç savaşları genellikle duymuyoruz, kaç kişi bu savaşlardan kaçarak komşu ülkelere gitmek zorunda kalmıştır, bilmiyoruz. Bu rakam sürekli değişmektedir. Keza Kolombiya’da sürekli iç çatışmalar nedeniyle ülkeden gitmek zorunda kalanların sayısını da bilmiyoruz.

İnsanlık tarihinin değişik yaklaşımlarla anlatılması mümkündür. Bu tarih teknik ilerleme tarihi olarak da anlatılabilir, sürekli savaşların tarihi olarak da… Savaş demek aynı zamanda bu savaştan kaçmak zorunda kalanlar demektir. İnsanlık tarihi mültecilik ve sürgünlük temelinde de anlatılabilir.

Sürgünün mutlaka kitlesel olması gerekmez. Mesela Platon ile birlikte ilkçağın büyük filozofu sayılan Aristoteles, Makedonyalı olması nedeniyle hayatı tehlikeye girdiğinden Atina’yı terk etmek zorunda kalır. Keza karşılaşabilecekleri ağır hapis cezaları nedeniyle ülkeyi terk etmek zorunda kalan barış akademisyenleri de aynı kategoridedir. Birkaç bin kişi dünya çapındaki mülteci ve sürgün sayısında önemli değişikliğe neden olmaz.

Savaş nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalanları en fazla alan iki ülke Türkiye ve Almanya’dır. Buradaki “en fazla” sayı anlamındadır. Gerçekte ise bu sayının nüfus oranına göre ölçülmesi gerekir. Nüfus oranına bakıldığında Lübnan ve Ürdün Suriyeli mültecileri en fazla alan ülkeler durumundadır. Ek olarak İsveç de sayılabilir.

Afganistan, Suriye ve Irak’ta, savaşın en fazla mülteciye neden olduğu bu üç ülkede, savaşın sona doğru yaklaştığı söylenemez. Afganistan’da Türkiye’nin Kabil havaalanının korumasını üstlenmesinin bir başka anlamı, bu ülkeden ve İran üzerinden geçerek Türkiye’ye daha fazla savaş mültecisi gelecek demektir. Türk Hava Yolları’nın Kabil’e haftada on sefer yapmaya başlaması, bu ülke ile Türkiye arasındaki ilişkinin değişik alanlarda artacağının göstergesidir. Savaşla birlikte iş imkanları da artacaktır.

Afganistan, Irak ve Suriye’den gelen savaş mültecilerinin tamamına yakını Müslümandır ve Çekya, Polonya, Slovakya ve Macaristan gibi ülkeler bunları kabul etmemektedir.

Bu ülkelerden gelenlerin bir bölümü çok zor şartlar altında Yunanistan’da kamplarda yaşamaktadır.

Emperyal amaçları olan, bu bağlamda dünyada nerede savaş varsa oraya koşan, sınırlarını fiili olarak genişleten Türkiye gibi bir ülkenin kapılarını mültecilere –diğer ülkelere oranla- daha fazla açması kaçınılmazdı. Klasik sömürgecilik çağı geride kaldı ama o çağın önde gelen İngiltere ve Fransa gibi ülkelerinin özelliklerinden birisi de işgal edilen ülkelerin insanlarının Londra, Paris gibi merkezlere dolmaya başlamasıdır. Bu bağlamda İstanbul’un Kahire ve Beyrut’u geride bırakarak Arap diyasporasının dünya merkezi olması şaşırtıcı değildir.

Savaş mülteciliği ilkçağdan beri vardır. Her çağın mülteciliği dönemine özgüdür. Mesela haçlı seferlerini düşünün… Avrupa’dan başlayan ve Kudüs’e kadar sürekli savaşarak, yenerek ve yenilerek, katliamlar yaparak ve yağmalayarak giden çok sayıda asker aynı zamanda çok sayıda savaş mültecisi demektir. Bunların sayısını tahmin etmek bile zordur.

Dünya çapında insanların hayat şartlarını iyileştirecek önemli değişiklikler olmadığı sürece mültecilik sorunu bazen azalarak bazen artarak sürecektir.