İslam coğrafyasındaki insanlar Uranyum madeni gibidirler.Hem değerli,hem enerji yüklüdür. Enerjisi iyi kontrol edilir ise çok faydalı,yanlış yönlendirilirlerde bomba gibi patlatılır ise çok yıkıcıdırlar.

Uranyum madeni doğada serbest halde, milyonlarca sene kalsa, insanlığ hiçbir zararı olmaz ama bilen bir bilim adamının eline geçerse.dışarıdan en ufak bir müdahale ile bomba yapılabilinir. Yapılan bomba,adına ‘’atom bombası’’denir.Patlaması da zincirleme reaksiyon gösterir. Devletler bile bu kadar küçük hacimden bu kadar enerji nasıl çıkar şaşırır.

Atom bombasının en basit tarifi,Uranyum 235 çekirdeğinde 92 proton ve 143 nötron vardır. Kararsız olan çekirdekteki enerji, dışarıdan bir nötron daha gönderildiğinde daha yüksek hale gelir. Yani dışarıdan bir müdahale ile denge yapısı bozulur. Her bir çekirdeğin bölünmesinden çok fazla miktarda ısı,ışık,basınç enerjisi meydana gelir ve bu konrtolsüz açığa çıkan enerji tahrip gücü yüksek bomba olur.(kalabalığın çierisine zorla sokulan son kişinin dengeyi bozup herkesi hareketlendirmesi,tıklım tıklım olmuş otobüse binen son yolcunun tüm yolcuları kıpırdatması gibi)

Bombanın temeli,dışarıdan tek bir nötronun dengeyi boyup sistemi kısa bir zamanda allak bullak etmesine,dengesi bozulan her bir çekirdeğin enerji kusmasına dayanır.Bir anda enerji boşaltılırsa bomba (kontrol edilemez enerji),yavaş yavaş kontrollü enerjisi alınırsa elektrik olur,ışın olur vs. yani faydalı alanda kullanılır.(tabiiki çıkan enerji suyu buharlaştırır,buhar türbini vs.)

Bomba halinde patlatılır ise, 3 ana etki ile insanlara ve doğaya zarar verir.

-Işın işe,(Gama ışınları ile kandaki akyuvarları tahrip olur, alyuvarların üremesi durdurulur. -Oluşan basınç işe şiddetli yıkım ve rüzgar oluşur. -Açığa çıkan ısı enerjisi ile de doğada ne varsa yakar.(300.000 derece) Vs. Yaraları hem çok korkunç hemde kalıcıdır .Zira geride kalan atıklar reaksiyona devam ettiğinden rodyoaktif yani insan sağlığına zararlı artıklar yayar.

Halbuki U235 (Uranyum) doğada durduğu müddetçe ,kısa sürede hiç bir zararı yoktur. Ortadoğu coğrafyası,genç nufusu,tarihi,daha önce bölgede yaşamış medeniyetlerden miras aldığı kültür yapısı ile tam bir enerji yüklüdür ama yeterli eğitimli olmayışı bölgeyi dengesizleştirmiştir.

-Işın yani eğitimsizlik -Basınç yani doğum oranının 5,6 ortalama ile Dünyanın en yoğun insan bölgeleri -Isı enerjisi yani kültür yapısı ile bölge dışarıdan yapılan en ufak müdahale ile,enerjisini aynı atom bombası gibi çıkarmakta ve zincirleme reaksiyon ile herşeye zarar vermektedir.

Global kapitalizm ve paravanları ABD, İngiltere ve Fransa kirli ellerini bu bölgeden çekmelidir. Yada bu enerjiyi bomba olarak kullanmamalıdır. Bu Politika kendi gelecekleri kadar dünyanın geleceğini de tehlikeye düşürmektedir. İşte El Kaide and Co. Halbuki bu genç nufus,eğitilir ise bulundukları coğrafyanın kültürüne hakim olur ise,geleceğin dünyasına çok büyük faydaları olacaktır.Tüm Kültürler,Medeniyetler,Dinler başlangıç olarak bu coğrafyadan çıkmıştır.

Bu gençliği bomba yerine daha yararlı enerji kaynağı olarak geleceğin dünyasında temel almak gerek. Avrupa’da bu coğrafya kültürü almış herkes,dil,din,ırk gözetmeksizin birbirlerine nasıl yardım ettiğine dair,bu coğrafya kültürü almış insanların herhangi bir dış müdahale olmadığında nasıl anlaşabiliyorlar.

Yaşadığım 3 olayı anlatacağım.(Dış müdahale ile de bölge insanları kullanıcıların elinde nasıl bomba oluyorlar şuan Irak,Afganistan ve Suriye’de görülüyor.)

1980' li yılların ikinci yarısıydı. Hamburg’ta Endüstri Mühendisliğine devam ederken TIR şoförü olarak da,hem para kazanıp hemde tüm Avrupa’yı dolaşıyordum.
1986 yazında bir gün D-Möchengladbach’tan (Hollanda Sınırı) askılı elbise yükledim ve Lüxemburg,Dijon (Fransa),Barcelona (İspanya’ya boşaltıp,Madrit’ten tekrar yükleyip Almanya’ya getirecektim.

Detaylara girmeden anlatacağım. Lüxemburg’ta boşattıktan sonra Lüxemburg-Fransa sınırına vardığımda, esmer orta boylu 25 yaşlarında bir oto-stopcu kız el kaldırdı. Elinde bir çanta birde gitarı vardı.(zaten Lüxemburg hem şehir hem dandirikten -50km* 50 km- devlet olan eski bir derebeylik ama yaşam standartı yüksek olan ve dünya çelik ticaretinde söz sahibi bir devlet.Gittiğim tüm devletlerin,kültür yapıları, tarihleri,ticaret,eğitim,insan yapıları,yaşam standartları vs.hep ilgilendirdi beni)

Durdum: Where are you going? To Marseille! Ok! I drive to Barcelona.I can take you until Nimes! It’s ok!

Genç bayanı aldım ve başladık konuşmaya. Her yeni tanışan insanların yaptığı gibi havadan sudan,yaşamdan bahsede ede Nancy ye vardık.Ben onu Fransız zannediyorum. Fransızca ben bilmediğim için Fransızlar da o zamanlar bilselerde 2. ci dünya savaşı Almanların Fransa'ya yaptıklarından dolayı Almanca konuşmuyorlardı. O nedenle biz ingilizce konuştuk.
Dijon şehrine doğru yol alırken konuşmamız da biraz yavaşlayınca ben İbrahim Tatlıses’in ‘’Bir kulunu çok sevdim’’ kasedini koydum.
Daha müzik çalar çalmaz:

‘’Aaaaa’’ dedi.’’Siz Türk müsünüz?’’ ‘’Evet’’ dedim.Adım Mehmet. ’’Bende Alexsandra!’’ demez mi. Fransız Alplerinin eteklerine varıyoruz ve dağ başında aynı kültürü öğrenmiş,aynı dili konuşabilen iki insan,birisi Türk diğeri Ermeni. Meğer Alexandra,İstanbul Kumkapı'da doğmuş büyümüş ve Marsilya’da akrabaları varmış onları ziyarete gidiyormuş.

1980 li yıllarda’da Asala,Türk Büyükelçiliklerini,Türk Konsolosluklarını öldürdüğü için Türkler ile Ermeniler kanlı bıçaklı iki tanesi birbirini çekemiyordu.
Biz, binlerce km. uzakta anlaştık ve Dijon’a yük boşaltmama yardımcı oldu iyi derecede Fransızca da biliyordu,birlikte TIR’da yattık, gitar caldi birlikte “sarı gelin” türküsünü söyledik. Hatta bazı kısımlarını o ermenice ben türkçe söyledim, Alplerin yamaçlarında akşam rüzgarın sesini birlikte dinledik.Birlikte şarap içtik,yemek yedik. Şahane,unutulmaz 3 gün geçirdik.Ben üçgen vucutlu,pazulu 30 yaşlarında tam bir Osmanlı uçbeyi,o da maşallllah Ermenistan Kralının kaçak kızı!!!!....
Sonra Marsilya'da onu indirdim İspanya'ya yoluma devam ettim.

Anı-2 

1991 yılı kışı Avrupa’da çok çetin geçiyordu. Brüksel de oturan bir belçika vatandaşı Türk,İsveç kraliyet bursu kazanmış bayan doktora yapmak için Stockholm’e gidiyordu.
Isveç’e vardım her yer lapa lapa kar yağıyordu.

Stockholm’de aracı boşalttım.Tüm caddeler karlı olmasina rağmen, Karin isimli Stockholm’de isveçli kız arkadaşım vardı gelmişken bir kaç gün yanında kalayım dedim. TIR’la dolaşırken Upsala şehrinde kara saplandım. Kendi olanaklarımla çıkamıyorum ama biraz dayanak olsa çıkacağım. Sağa sola ingilizce bir şeyler anlatırken bir de baktım türkçe konuşan bir kalabalık geliyor.
‘’Selamünalaeküm arkadaşlar,aracım kara saplandı bir yardım eder misiniz’’ dedim.

Hemen hepsi benim yabancı olduğumu anladılar ve bana yardımcı oldular. Aracı çıkardıktan sonra teşekkür ettim.Bana kahvede çay içirdiler.
Meğer Stocholm-Uppsala PKK ve Aşırı sol örgütlerin merkeziymiş.
Bana yardımcı olanların çoğunluğuda herhangi bir yolla İsveç’e kaçak gelip iltica talebinde bulunanlarmış.

Anı-3

1991-1993 yıllları PKK nın en aktif olduğu yıllardı. Hamburg’da Türk Konsolosluğu taşlanır,camlar çerçeveler indirilir,her gün polislerle çatışılırdı. Türkiye’de ise Güney Doğu kaynıyordu.
Ben yine TIR ile DDR (Doğu Almanya’dan Yunanistan’a makina taşıyorum, Patras'tan da Danimarka,İsveç,Norveç’e Portakal,Limon narenciye taşıyordum.

1993 kışı yeni bitmek üzere ben yine Patras`dan TIR’ı doldurdum ve yola çıktım. Patras’tan Atinaya kadar 8 numaralı yol ve Atina’da başlıyan 1 numaralı yol çok dolu oluyordu.Trafikte İstanbul trafiği gibi karman çorman,burnunu sokan geçiş hakkına sahip olduğugundan Atina çıkışına kadar durmadan devam edeyim Atina trafığini çıkıp sabah kahvatlımı yapayım dedim.(o zaman Atina'yı 100 km çıktıktan sonra oto yol bitiyor hızlı yol başlıyordu) Atina’yı çıktıktan sonra 80 km ileride dik ve uzunca bir yokuş başlıyor (bizim Bolu rampası gibi),’’haydi’’ dedim kendi kendime yokuşta şimdi kamyonlar rampada yolu tıkar orayıda çıkıp oradan düzlüge çıkınca kahvaltı yaparım.

Kapandriti yakınlarında Lamıa’ya doğru yol kenarında,dağın başında bir park yeri buldum ve TIR’da yemek dolabını açtım,çayımı demleyip bir yandan da sucuk kızartıyorum.Müzüğide açtım şıngır şıngır İbrahim Tatlıses çalıyor.’’Kara çadırın kızı,fermanesi kırmızı’’,’’Şu dağlar da kar olsaydım,bir asi rüzgar olsaydım,arar bulur muydun beni sahipsiz mezar olsaydım’’...

Tam çayımı demledim,yemeği hazırladım,dağ başında çalıların arasından birisi çıktı. Soluk soluğa ‘’Abi,abi,canım abim TIR’ın üzerinde yazıyı görünce koştum geldim.’’ Diye bağırdı.
Ben şaşkın.’’Sen de kimsin emmoğlu,nerden çıktın sen böyle’’ ,’’Burası dağ başı, burada şehir yok,köy yok’’ dedim. Gerçekten dağın başı ve benden başka kimse yok park yerinde ıssız bir tepe üstü. Yamaç aşağı baktım sadece büyük baş hayvanları gördüm.

Abi ben Abdülkadir, Diyarbakır’dan’’ dedi. ‘’Gel otur’’ ‘’Hayrola burada ne arıyorsun?’’dedim. ‘’Abi, ben Türkiye’den kaçak Yunanistan'a geldim.İltica ettim.Lavrion kampına aldılar orada 1 yıl kaldım. Bir gün Yunanlının birisi sığır çobanı aramaya kampa geldi. Bende zaten memlekette yaptığım işti, köyden geldim,.çiftlik sahibi 1200 Drachmi para veriyor, hem de dışarıda geziyorum’’ dedi.

Biz orada bir birimizi hiç görmemiş ve hiç bir zaman da görmesi mümkün olmayan iki insan, bir saat oturduk birlikte yemek yedik. O, çıkınında peynir ve yunan ekmeği varmış onu getirdi, dertleştik, Türkiye’ye kaçak olarak Meriç üzerinden istedikleri zaman arkadaşları ile girip çıktıklarını da anlattı ve öpüşerek ayrıldık.

Ermeni kız arkadaş olsun, diğer Kürt arkadaşlar olsun o dönem,Yunanistan'da değilde Güney Doğu’da yine dağ başında bir yerde bana rastlasaydılar, bırakın konuşmayı,yardımcı olmayı , ABD’nın gazına gelmiş olarak belki de beni öldürürdüler... 

Halbuki aynı veya ayrı din,dil ama aynı kültürü öğrenmiş insanlar olarak kimsenin müdahil olmadığı bir ortamda, hem Fransa’da hem İsveç’te hemde Yunanistan’da ekmeğimizi, çayımızı, müziğimizi, sevgimizi,üzüntümüzü, düşüncelerimizi, zamanımızı paylaştık.

Bu coğrafya uyanmalı artık. Dışarıdan müdahalelere izin vermemeliler.

14.10.2013