“Faşist, faşizmin bir anlayış

ya da teori değil sadece bir tutku,

itki ve çığlık olarak yer ettiği, savaşçı,

yıkıcı, müfrit, taşralı ve sopalı adamdır.”[1]

Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Buhranı derinleştikçe, kutuplar/ kutuplaşmalar “demokrasi” yalanını ve liberal sanrıları yerle yeksan ediyor.

Kapitalist “demokrasi”lerin (?) merkez sağ veya sol, ana akım partilerine güven hızla erirken; aşırı sağcılık ırkçılık bulamaçlı neo-faşizm süreci şahsında derinleşerek yaygınlaşıyor. Liberallerin “demokrat söylemi” işlevsizleşirken; yaşanan gelişmeler II. Dünya Savaşı sonrası statükonun parçalandığına işaret ediyor.

Aslında orta yerde şaşırtıcı bir hâl söz konusu değil: Kriz dönemleri yeni tarihsel momentlerin önünü açarken; çok vektörlü yıkıcı gelişmeleri de tetikler. Olan budur ve bizler “XXI. yüzyılın başlarında iç savaş olarak neo-liberalizmin tahribatını düşünürken, faşizmin ilk olarak ekonomik liberalizm için verilen bir iç savaşta iktidara geldiğini unutmamalıyız.”[2]

Kimileri verili durumda “faşizm terimini kullanmanın” doğru olmadığından söz etse de, süreç içinde faşizm terimini kullanmaktan çekinmek çok daha büyük bir hata olacaktır.

Yeri gelmişken Robert Misik’den aktaralım: “Faşizm kelimesinden feragat etmemeliyiz. Yeni aşırı sağ, faşizm etiketlemesine tepki gösteriyor; onların iktidarında farklı sesler de çıkabiliyor, çalışma kampları kurulmuyor. Muhalif partiler de bu tanımdan kaçma eğiliminde, içsel olarak böyle bir tanımlama yapmanın sağ partileri ‘statükonun ezmeye çalışacağı’ ya da seçmenlerini suiistimal edeceği propagandasına yem olacağını düşünüyorlar.

Yine de bir sorun ortada duruyor; tarihsel olarak faşist addedilen partiler de tek parti iktidarlarını sağlayana ya da baskınlık sağlayana kadar ‘faşist’ değillerdi. Naziler, Yahudilere vahşi pogromları uygulayacak atmosfer oluşmadan önce yasal yollarla haklarından mahkûm bıraktı ve onları ikinci sınıf insan ilan etti. Kasım pogromu 1938’de yürürlüğe girdi, Hitler’in resmi olarak şansölye olmasından 6, resmi olarak Führer seçildiği referandumdan 4 yıl sonra!”[3]

* * * * *

Görülmesi gerek: Küresel rüzgârlar faşizmden yana esiyor; Avrupa’daki yeni faşist canlanmanın başını Nazizmin, faşizmin, falanjizmin vatanı, Almanya, İtalya ile İspanya vd’leri çekiyor.

Egemen sermayenin karşında komünist tehlike yok, ama kârlarını, ekonominin halktan rıza alma kapasitesini, devletle ilişkilerini tehlikeye sokacak sorunlar var. Bu sorunlar halkların dikkatini gittikçe daha çok çekiyor, egemen sermayenin çıkarlarıyla çelişen toplumsal talepler yaygın taraftar bulmaya başlıyor.

Faşizmin tarihinden öğrendiğimiz işlevsel özelliği, onun kapitalizmin yapısal krizi dönemine ilişkin bir “biçim” olduğudur. Faşizm, hangi toplumsal harekete, ideolojik öncüllere dayanırsa dayansın, egemen sermayenin en temel sorunlarının çözümlerine ilişkin bir (birçok) işlevi yerine getirmelidir. Faşist hareket bu işlevini yerine getirebildiği ölçüde, kendi özgün toplumsal, ideolojik projesini gerçekleştirmeye çalışabilir.[4]

Bu bağlamda “süreç olarak faşizmin” hızlanmasını, iki düzeyde düşünebiliriz. Bir düzeyde kapitalizmin neo-liberal kriz yönetim modeli tükendi, yenisi yavaş yavaş, devlet önderliğinde yeniden sanayileşme, militarizm, ticari korumacılık gibi temalarla şekilleniyor. Ancak, dönemin “yeni ruhunu” temsil edecek bütünsel bir anlatı hâlâ şekillenmiş değil. Kapitalizmin bu en kırılgan döneminde, inandırıcı bir karşıt seçeneğin yokluğunda, kapitalizmin ırkçılık, milliyetçilik, militarizm, faşizm gibi en karanlık eğilimlerinin önü neredeyse tamamen açık.[5]

* * * * *

O hâlde 1963’te Ernst Nolte’nin “ölü” ilan edip, “Faşizmin tüm olası çeşitlerini gördük,” vurgusuyla “Bu tarihsel olay sona ermişti!” diye eklediği nafile iyimserliği bir kenara itmek “olmazsa olmaz”…

Çünkü “İnsanlık tarihinde, görülmemiş bir gerileme”[6] olarak “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir,” Roland Barthes’ın altını çizdiği üzere, “göçmenler”, “yabancılar”, “ilticacılar”a yöneltilen tepkiler ve de “sol”un konjonktürel işlevsizliği ile pekişmektedir…[7]

Theodor W. Adorno’nun altını çizdiği gerçeklerin kavranması gerek: “Faşizm bir siyasal hareket niteliğiyle başarılı olmak için kitlesel bir temele ihtiyaç duyar. Sadece korku kaynaklı bir itaati değil, halkın büyük çoğunluğunun aktif işbirliğini de garantiye almalıdır. Doğası itibariyle çoğunluğu değil azınlığı gözettiğinden, insanların çoğunluğuna onların gerçek çıkarlarına hizmet edecek şekilde koşullarını iyileştireceğini hiçbir zaman kanıtlayamaz. Bu yüzden başlıca cazibesini rasyonel öz-çıkar alanına değil, duygusal ihtiyaçlar alanına yerleştirmek zorundadır. Büyük insan kitlelerinde antidemokratik potansiyeller zaten varsa, faşist propagandanın da işi kolaylaşmaktadır.”

Bu çerçevede kabaca faşizmin özellikleri sıralarsak:

i) Devleti tüm kişisel ve toplumsal etkinliklerini sıkı biçimde kontrol altına alıp yönlendiren totalitarizm.

ii) Buyurgan, yürütme erkinin gücünü sınırsız, kuralsız olarak kullanan otoriter devlet dayatması.

iii) Toplumsal hareketleri, itirazları engelleyip, cezalandıran tek parti egemenliği.

iv) Tartışmasız lider mutlakçılığı (duçe, führer, başkan, baş yücelik), dayatması.

v) Hiyerarşik otoriter disiplin zorbalığı.

vi) “Hukuk”un keyfi işlevsizleştirilmesi. İktidara aykırı muhaliflerin susturulup, cezalandırılması.

vii) “Milli-manevi değerler” adına devletin monolitik, toplumun korporatif örgütlenmesi.

viii) Anti-komünizm, güvenlikçi politikalar, ötekileştirme ekseninde muhafazakâr kontrol.

ix) Medyanın kontrolü, toplum yaşamının yalanlarla biçimlendirilmesi.

x) Erkek egemenliğin, kadınlığın analıkla sınırlandırılması.

xi) Sermayenin çıkarlarının şartsız korunması. Örneğin Leon Troçki, “Tekelci sermayenin toplumu totaliter örgütlemesi” olarak tanımlamıştı faşizmi.

Günümüze gelirsek: III. Büyük Bunalım koşullarında yoksullaşma, göç sorunu, ırkçılık vb’leriyle toplumun güven duygusunu yitirmesi; beşeri çürüme ile aşağılanma, dışlanma süreç olarak faşizmi hızlandırmaktadır.

Hangi evresinde olursa olsun faşizm sistematik ve sürekli bir karşı devrim sürecidir.

Kapitalizmin, sürekli kâr eğilimi ve işçi sınıfından duyduğu korku ile sınıfsal nefreti, faşizmi “olmazsa olmaz” kılar.

Yoğunlaşmış sermaye diktatörlüğü olarak faşizm, bir normalden sapma, tarihin donmuş bir “anı” değil, kapitalizmin emperyalizm çağındaki öz çocuğudur.

Kapitalist devletin biçimi ve bir ideolojidir. Aynı zamanda bir toplum inşasıdır. Bir kültür, bir hayat tarzı, dünya görüşüdür. Gerçek manada saf bir sınıf tavrıdır.

Bugün neo-faşizmin küresel düzeyde yükselişiyle, büyük sermayeden açık ve örtük destek görmesi de bundandır. En önemlisi de kapitalizmin gelecek tasavvurunda stratejik yönelimlerinden biri olarak faşizm her zaman aktüeldir.

* * * * *

Faşizmin bugününü irdelerken Eric Fromm’un, “Bir öğreti ne kadar mantıksız olursa olsun, toplum tarafından kabul edilerek güç kazandığında milyonlarca insan toplum tarafından dışlanmış hissetmektense ona inanmayı seçecektir,” vurgusunu hatırlamakta büyük yarar var. Çünkü -başta da belirttiğim gibi- faşizm bitmiş kapanmış bir sayfa değildir…

Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva, dünyada demokrasinin “faşizm” nedeniyle tehlike altında olduğu vurgusuyla, “Faşizm, dünyada demokrasiyi tehlikeye atıyor. Nazizm, cahil kimseler ve aşırı sağ, insanları rencide ediyor,”[8] dedi.

Avrupa Parlamentosu seçimleri yaklaşırken aşırı sağın 2014’te başlayan yükselişi sürüyor. Ticaretten sanayiye, çevreden tarım politikalarına kadar 27 ülkeden 503 milyonun yaşamına ilişkin yasalar, aşırı sağın eline düşebilir.[9]

Avrupa’da ırkçılık, yabancı düşmanlığı, ırkçı ve faşist saldırılar her geçen gün artarken aşırı sağcı, ırkçı ve faşist partilerin giderek güçlendiğini ve seçimlerde oy oranlarının yükselttiğini gösteriyor. İtalya’da ırkçı ve faşist bir partinin iktidar olması, Fransa ve Almanya başta olmak üzere göçmen kabul eden ülkelerde ırkçı ve faşist partilerin güçlenmesi birer çarpıcı örnek. Fransa’da ırkçılığa ve faşist saldırılara zemin hazırlayan sığınmacı ve göç yasasına ilişkin oylama Marine Le Pen’in Ulusal Birleşme Cephesi (RN) tarafından desteklendi. Irkçı söylem serbest bırakıldı.[10]

Dünya çapında, Brezilya, Hindistan gibi örneklerini de düşünürsek, ırkçı, neo-faşist, yabancı düşmanı ve aşırı sağ çizgide politik hareketlerin yükselişi, Avrupa’da merkez partilerin zayıflaması ve neo-faşist partilerin parlamentolarda ve toplumsal hayatta giderek gücünü arttırması ve Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) Trump dönemi herkese bir şeyler anlatıyor.

Örneğin günümüzde göçmen ve yabancı düşmanlığının yaygınlaşmasından işçi sınıfının ve emekçilerinin tüm tarihsel kazanımlarının devletin ve piyasanın sırtında bir yük olarak görülmesine, aileci ideolojilerin güçlenmesiyle kürtaj yasaklarından toplumsal cinsiyet temelli politikalara uzanan güçlü bir faşistleşme dalgasından söz edilmemesi mümkün mü?

Ayrıca görülmesi gerek: “Neo-faşist hareketlerin çizdikleri politik çerçeve ve dil ana akımı etkiliyor, yani faşizm ana akımlaşıyor hem de ana akımın kendi aktörleri de bu süreçle etkileşim içinde kendi faşizan politik dillerini kurmaya başlıyor, yani ana akım faşistleşiyor.”[11]

Böylelikle de neo-faşizm, devletin ihtiyaçlarını yanıtlayan, onu işlevli kılan ve yeni rıza mekanizmaları üreten, ya da rıza mekanizmalarını yeniden yapılandıran, toplumu kontrol altında tutan, kılcal damarlarına sızarak onu kuşatan, yani totalitarizmin ihtiyaçlarına göre biçimlendiren bir kapitalist devlet biçimi oluyor.

Kaldı ki aşırı sağın dünya genelinde yükselişinden bahsederken, genellikle birbiriyle yakından ilişkili ikili süreçten söz ediyoruz: Seçimle gelen sağ popülizmin büyümesi ve gerçek faşist çetelerin yükselip şiddetini arttırması…

Seçimle gelen aşırı sağın ve faşistlerin dünya görüşleri benzerdir. Her ikisi de “küçük adamı” hem “yukarıdan” hem de “aşağıdan” gelen tehditlere karşı savunduğunu iddia eder. Donald Trump, Jair Bolsonaro, Giorgia Meloni, Marine Le Pen ve benzerleri hem “küreselci şirketlere” hem de “hak etmeyen” ırksal azınlıklara, “suçlu” göçmenlere, “yozlaşmış” sendikalara ve cinsel “sapkınlara” düşmandır.

Toparlarsak: Sermayeyi sarsan gerilimler bir ileri bir geri ilerliyorken; Macaristan’da Viktor Orbán, Polonya’da Donald Tusk, Hindistan’da Narendra Modi ve Türkiye’de Recep Tayip Erdoğan, Arap ve Ortadoğu ülkelerinin kadim diktatörlük sistemleri de eklendiğinde dünyanın başlıca faşizan çehrelerini oluşturuyor.

2022 seçimlerinde Hollanda da göçmen düşmanlığıyla prim yapan Geert Wilders ve Arjantin’de ‘deli’ namlı Javier Milei’nin, İsrail’de altıncı kez Binyamin Netanyahu’nun iktidara gelmesi, Yeni Zelanda’da benzer eğilimdeki bir iktidarın kurulması dünya kapitalizminin artık eskisi gibi yönetilmeyeceğini, faşizmin sınırlarında dolaşan partilerin, direksiyonun başına geçtiğini gösteriyor.

ABD’yi yeniden “büyük” yapmak, eski Macaristan İmparatorluğu’na dönmek ya da Osmanlı topraklarında hak iddia etmek gibi iktidar retorikleri ve fetih/ savaşla büyüme stratejisiyle kitlelerin manipüle edildiği güzergâhta Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, “Ordumuz Avrupa’da çıkacak bir savaşa hazır olmalı, halk arasında daha fazla ülke savunmasına yönelik bir zihniyet değişikliği”[12] gerektiği çağrısını dillendirebiliyor!

* * * * *

Sözünü ettiğim Almanya’nın bugününde yüzlerce polis memuru, aşırı sağcı veya komplocu ideolojiyle bağlantıları nedeniyle soruşturma altında.

‘Stern’ dergisine göre, Almanya eyalet polis teşkilâtındaki memurlar arasında “aşırı sağcı” görüşleri veya komplo teorilerine olan inançlarına nedeniyle 400’den fazla soruşturma açıldı.

Federal ve eyalet güvenlik yetkilileri arasında olası aşırılık yanlılarına yönelik soruşturmalar yıllardır devam ediyor. Almanya İçişleri Bakanlığı 2022’de 327 vakada aşırı sağcı faaliyetlerin tespit edildiği bir rapor yayınlamıştı.

Almanya ordusunun istihbarat servisi (MAD), 83 çalışanın “bireysel aşırılık yanlısı faaliyetlere” katıldığı doğrulanmasıyla, en fazla vakanın görüldüğü kurum oldu.

Rapora göre, Federal Polis 18 üyeyle ikinci en yüksek teşkilâtken; ‘Reichsbürger/ İmparatorluk Vatandaşı’ hareketinin, polis memurlarını kendi saflarına çekmeye çalıştıkları ifade ediliyor.

BBC’nin haberine göre, Almanya polisi hareket üyelerinin giderek daha fazla radikalleştiğini ve tehlikeli hâle geldiğini söylüyor. Bu grubun üyeleri modern Almanya devletini tanımıyor ve hükümetin otoritesini reddediyor.

2022’de ‘Königreich Deutschland/ Krallık Almanyası’ adlı bir grup Saksonya’da kendi devletlerini inşa edecekleri iki parsel arazi satın aldı. Grup üyeleri vergi ödemeyi reddediyor ya da yerel yönetimlerin işleyişine sekte vurmak için, çok sayıda küfür dolu mektuplar gönderiyor. Birçoğunun yasal ya da yasa dışı silahları var.

Hükümetin açıkladığı veriler, ‘Reichsbürger’ ve benzer inançlara sahip ‘Selbstverwalter’ adlı oluşumun 2021’de 1000’den fazla suç eylemine karıştığını gösteriyor. Temel ideolojilerini, politik ve toplumsal olarak kabul gören genel tarih tasavvurunun revizyonu (Geschichtsrevisionismus) ve monarşi taraftarlığı, demokrasi karşıtlığı ve anti-semitizm oluşturuyor. Yahudi soykırımını (Holocaust) reddediyorlar.[13]

Bu kadar da değil!

Federal savcılığın açıklamasında, 3 bin polis tarafından 11 eyalette 130 noktaya operasyon yapıldığı belirtildi. Adalet Bakanı Marco Buschmann baskınları “terörle mücadele operasyonu” olarak nitelendirdi ve şüphelilerin devlet kurumlarına silahlı saldırı planlamış olabileceklerini kaydetti.

Gözaltına alınanlar arasında ırkçı parti AfD (Almanya İçin Alternatif Partisi)[14] eski milletvekili Birgit M.-W.’nin olduğu belirtildi.

‘Der Spiegel’e göre şüphelilerin ‘Reich Vatandaşları’ olarak adlandırılan “derin devlet” bağlantılı ve şüpheli elebaşlarının Heinrich XIII P. R. ve Ruediger v. P. olduğu açıklandı.[15]

Almanya’da “faşizm” yeniden canlanmaya başladı. Almanya Federal Hükümeti, savunma bütçesini GSH’nin yüzde 2’sine (75 milyar Avro) yükseltmeyi, savunma sanayisini yenilemek için 100 milyar Avro ek harcama yapmayı planlıyor. Emperyalist sistemin merkez ülkeleri için “hasta adam kavramı” işte böyle faşizm ve militarizm kapsamında tehlikeli gelişmeleri içeriyor. Savunma harcamaları paketini şimdilik bir kenara bırakalım, “süreç olarak faşizm” açısından çok önemli bir gelişmeye bakalım.

Düzen partileriyle neofaşist AfD arasında bir “yangın duvarı” (Brandmauer), asla işbirliği yapmama ilkesi vardı. Ancak iyice zayıflayan Hıristiyan Demokratlar, özellikle doğu eyaletlerindeki temsilcileri, 2022 sonrasında AfD ile işbirliği yapma isteklerini sık sık dile getiriyorlardı. Bu işbirliği, Thrungia eyalet meclisinde gerçekleşti ve “yangın duvarı” çöktü. Hıristiyan Demokratlar (muhafazakâr), Özgür Demokratlar (iş çevrelerine yakın) bir vergi azaltma yasasını eyalet meclisinden geçirmek için AfD ile birlikte oy verdiler. Böylece, AfD siyasi sürgünden dönerek “normalleşme” sürecine girdi.

Ülke çapında yüzde 22 ile ikinci, Thuringia ve Brandenburg’da yüzde 33 ile birinci sıradaki parti konumundaki AfD’nin Thrungia lideri Bjon Höcke, “Avrupa’nın yeniden doğması için AB’nin yıkılması” gerektiğini söylüyor, soykırım anıtının kaldırılmasını istiyor, küresel ısınma önlemlerini “yeşil faşizm olarak” niteliyor. AfD Eşbaşkanı Alice Weidel, II. Dünya Savaşı’nın sonu kutlamalarına “İnsan kendi ülkesinin yenilgisini kutlamaz” diyerek katılmadı. AfD’nin, ittifak yapılabilen “normal” bir parti olarak algılanması, ekonomik krizin, işsizliğin ve göçmen nüfusun artmaya devam ettiği bir ortamda “hasta adam” tanımını doğruluyor.[16]

* * * * *

Ya İtalya’nın bugünü mü? İtalya’da faşist diktatör Benito Mussolini’nin izinden giden aşırı sağcı Başbakan Giorgia Meloni’yi bilmeyen/ tanımayan var mı?

Sadece bir örnek: İtalya’nın başkenti Roma’da yüzlerce kişinin “Nazi selamlı” faşist anma gösterisine tepki yağarken aşırı sağcı Başbakan Meloni, sessizliğini korumuştu; CGIL’den Marra, benzer olayların artan şekilde yaşandığına dikkat çekti![17]

Ayrıca İtalyan sosyal demokratları lideri Elly Schlein de bunların nitekim “2024 yılından değil, 1924 yılından kalan görüntüleri andırdığına” dikkat çekti.[18]

* * * * *

Ve ABD…

Dünyanın ekonomik ve askeri olarak en güçlü ülkesi ABD’de başkanlık seçimleri yaklaşırken; hâlen yönetimde Demokrat Parti olmasına karşın faşizm tehlikesi giderek büyüyor.

Donald Trump döneminde hızlanan “süreç olarak faşizm” şimdi çok daha gelişkin, programlı bir biçimle yeni bir aşamaya geçiyor. O, 2024 başkanlık seçimleri için adaylığını açıkladı, adeta kimse ilgilenmedi. Sağ kesimden bir yazar “Trump mı? Onu hatırlıyorum” diyordu. Ama!

Trump, ABD’ye özgün bir dinci-faşist söylemin birçok unsurunu meşrulaştırdı, faşist gruplar örgütlenmelerini geliştirdiler, silahlandılar, şiddet normalleşti.[19]

Söz konusu hâliyle bugün açısından neo-liberalizm ve otoriteryanizm ilişkinin en fazla kristalize olduğu yer ABD ve yükselen Trump gerçeğidir!

‘The Financial Times’dan Janan Ganesh’ın, “Batı demokrasilerinde bir yetenek sorunu var”... “Galiba liberalizm artık büyük, hatta iyi, kadın/erkek (liderler) üretemiyor,” ifadesindeki üzere, insanlara bugünden daha iyi bir gelecek sunamayan kapitalizm koşullarında kriz uzadıkça uzarken, Trump’lar kaçınılmaz olup çıkıyor.

* * * * *

Kısacası, “yeni-milliyetçilik”, ABD’den Hindistan’a, Brezilya’dan Avrupa’ya, Rusya’ya, yabancı düşmanlığı, kültürel ve hatta ırk saflığı arzusu, bu temelde bir dine sadakat, cinsel özgürlüklere, kadın ve LGBTQ+ haklarına, küresel ısınmayı önlemeye yönelik önlemlere karşı bir dinci ırkçı ve güçlü otoriter lider arzulu hareketler yaratıyor.

Dahası bu hareketin temsilcileri sık sık buluşarak, ABD-Avrupa çapında (bloklaşma eğilimleriyle de uyumlu) Hıristiyan, beyaz ırkı, Avrupalı kültürü koruma iddiasıyla adeta bir “milliyetçi enternasyonal” kurmaya çalışıyorlar.

Tüm bu özelliklerini bir araya koyunca, yeni-milliyetçiliğin, ırkçı, Müslüman düşmanı olan hareketlerin, ABD’deki Trumpçı, Brezilya’da Bolsonaro’cu Evanjelik milliyetçiliği, Hindistan’da Modi’nin Hindu milliyetçiliği, Macaristan, Romanya, Latvia, Hırvatistan vb. Doğu Avrupa ülkelerinde, Rusya’da milliyetçiliğin kiliseyle yakın ilişkileri, İtalya’da Meloni’nin, İspanya’da Vox’un Katoliklikle ilişkileri gibi somut örneklerine bakınca yeni-milliyetçilik ile faşizm arasında bir özdeşlik kurmak mümkün olabiliyor![20]

Hâl ve gidişat böyleyken; “Faşistlerin iktidarı ele geçirmesi için gerekli koşullar bugün ABD’de ya da başka bir kapitalist toplumda henüz mevcut değildir... ABD’deki ve dünyanın dört bir yanındaki kapitalistler, sağ popülist rejimlerin sermayeye karşı politikalar uygulamasını engellemektedir ve bu dönemde faşizmi desteklemeye ihtiyaçları yoktur,”[21] yanılgısın gerçekle ilintisi söz konusu değildir.

* * * * *

Aşırı sağın yoğunlaştığı, ırkçılığın, neo-faşist eğilimlerin güçlendiği güzergâhta faşist dalganın izleri yaşamın her alanını sarıp sarmalarken; İtalya’da neo-faşist Giorgia Meloni’nin iş başına gelmesi, Finlandiya’da ‘Gerçek Finler Partisi’nin sandıktan zaferle çıkması, İsveç’te, Norveç’te, İspanya’da, Almanya’da yükselen aşırı sağcı hareketler, vb’leri yeni bir faşist dalganın habercisi.

Nefret söylemleriyle, yabancı düşmanlığıyla, ırkçı propagandayla beslenen neo-faşist dalganın kırılması tarihsel bir zorunluluk ve bunun için amansız bir mücadele şart olsa da; verili “sol”un konjonktürel işlevsizliği göz önüne alındığında, “Her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir. En kötü korkuların karşısında umutsuzluğa kapılmayacak ve aptallığın coşkusuna düşmeyecek ciddi ve sabırlı insanları yaratmak gereklidir. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir,” diyen Antonio Gramsci’nin satırlarını anımsamamak mümkün değil.

Ancak Theodor W. Adorno’nun söylediği gibi “üşengeç, gevşek bir bilinçle suçu savuşturmaya” çalışmazsak, bugünün dünyasında tekrar eden felâketlere karşı bize bir kurtuluş ihtimalinin pırıltısını görebiliriz. Tabii W. Adorno’nun “Nasyonal sosyalizmin demokrasi içinde yaşamını sürdürebilmesini, faşistçe eğilimlerin demokrasiye karşı yaşam sürmelerinden potansiyel olarak daha tehlikeli buluyorum,”[22] uyarısı akıldan çıkarmadan.

Bu uyarı, küresel düzeyde neo-faşizmlerin yükseldiği, aşırı sağ hareketlerin göğsünü gere gere ırkçılık ve göçmen düşmanlığı yaptığı ve sömürgeciliğe olumlu bir gözle bakmak da dahil geçmişe dair her türlü revizyonist inkârcılığın güç kazandığı günümüzde her zamankinden daha güncel. Bu uyarının izinden dikkatle gitmek, geçmişin tüm dehşetiyle kendimizi kandırmadan yüz yüze gelmek, bize bugünün kurtuluş umuduna dair de bir pırıltı, karanlığın içinde anlık olarak parlayan bir ışıltı sunar.

Elbette Bulgar İşçi Partisi V. Kongresi’nde Merkez Komitesi’e sunduğu Siyasi Rapor’unda (1948) Georgi Dimitrov’un, “Kapitalist yönetime meydan okumadan faşizmi ortadan kaldıramazsınız… Çürümekte olan kapitalist düzende, burjuva demokrasisinin bu düzenin doğal sonucu olarak içine düşeceği çözümsüz bunalım faşizme yol açtığında kapitalizmin temellerini yıkmadan, sosyalizme yönelmeden hiçbir ciddi ve uzun ömürlü demokratik değişim yapılamaz, hiçbir gelişme olamaz, yolundaki V. İ. Lenin’in savını kanıtladı,” vurgusundaki üzere!

* * * * *

O hâlde faşizme karşı mücadeleyi “demokrasi” tanımı aralığına sıkıştırmanın ötesinde, kapitalizme karşı ezilenlerin savaşımı ekseninde ele almak zorunludur. Çünkü “demokrasi” kavramının etimolojik kökenine baktığımızda; “demos” kavramının Antik Yunan’da halk anlamına geldiğini görürüz. Ancak bu “halk” sadece soyut bir politik kavrama denk düşmemektedir. Halk burada sıradan insanları ve daha özelde yoksulları nitelemek için kullanılmaktadır. “Kratos” kavramı ise iktidar/ güç anlamına gelmektedir.

Antik Yunan felsefesinin önemli filozoflarından Aristoteles, demokrasiyle oligarşi arasındaki temel farkın yoksulluk ve zenginlikten kaynaklandığını vurgulayarak, “İster azınlık ister çoğunluk olsunlar, her nerede egemenler iktidarlarını zenginliğe borçluysa orası oligarşidir, yoksullar iktidardaysa orası demokrasidir,”[23] der.

Bu da hepimize oligarşik devletin, kapitalizmin çıplak bir sınıf egemenliği olduğunu ve sınıf mücadelesinin somut bir tarafı olduğunu anlatır. Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Modern devletin yürütmesi bütün burjuvazinin genel işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir,”[24] ifadesi de bundandır.

O hâlde kapitalist devleti ve emperyalizm ile ilişkilerini karşısına[25] almayan anti-faşist mücadele, sonuçları itibariyle “keemlenyekûn/ yokluk” hükmündedir.

16 Nisan 2024 14:26:04, İstanbul.

N O T L A R

[*] Rojnameya Newroz, Haziran 2024…

[1] José Carlos Mariátegui.

[2] Alberto Toscano, “Gece Bekçisinin Sopası”, çev: Serap Güneş, … newleftreview.org

[3] Robert Misik, “Bugünün Aşırı Sağı ve Geçmişin Yankıları”, Birgün Pazar, No:828, 22 Ocak 2023, s.7.

[4] Ergin Yıldızoğlu, “Faşizm Artık Küresel”, Birgün Pazar, 3 Aralık 2023, s.10.

[5] Ergin Yıldızoğlu, “Faşizm Yeniden Yükseliyor”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2023, s.9.

[6] Albert Bayet, Bilim Ahlâkı, çev: Vedat Günyol, Say Yay., 1982)

[7] “Faşist devlet halkçı hareketin ve işçi sınıfının önceden uğradığı tarihsel bir bozgunu varsayar.” (Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, çev: Turhan Ilgaz, Epos Yay., 2004, s.234.)

[8] “Lula’dan ‘Faşizm’ Uyarısı: Demokrasiler Tehlike Altında”, Birgün, 18 Mart 2023, s.11.

[9] Mine Yıldız, “Avrupa’yı Sağ mı Yönetecek?”, Birgün, 28 Mart 2023, s.11.

[10] Ali Arayıcı, “Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığına Karşı Solcular Harekete Geçmeli”, Birgün, 20 Mart 2023, s.11.

[11] Ugo Palheta, La Nouvelle Internationale Fasciste, Textuel, 2022, s.41.

[12] Nuray Sancar, “Dünyanın Faşizmleri”, Evrensel Almanak 2023, 30 Aralık 2023, s.7.

[13] “Almanya’da En Az 400 Polise ‘Irkçılık’ Soruşturması”, 5 Nisan 2024… https://www.avrupademokrat3.com/almanyada-en-az-400-polise-irkcilik-sorusturmasi/

[14] Kurulduğu günden bu yana AfD’nin nerelerden bağış aldığı tartışma konusu olmuş, bağışlara dair usulsüzlükler tespit edilmiş. AfD’nin arkasında hangi sermayenin durduğunu tespit etmek çok kolay değil. İsviçre gazetesi WOK’un haberine göre Mövenpick’in sahibi milyarder Finck Junior AFD’nin gizli bağışçılarından biri olabilir. Seçmenin küçük ve orta sınıflar olduğu ile övünen AFD’nin siyasetçileri aynı zamanda gizli iş ortaklıkları ile de gündemden düşmüyorlar. AFD’nin Neo-Naziler ve öğrenci cemaatleri (“Burschenschaft”) üzerinden, paramiliter yapılar ile de bağları olduğu iddialar arasında. Zaten içinde bu kadar Neo-Nazi barındıran bir partinin silahlı örgütlenmelerle bağının olmadığı düşünülemez. (Ezgi Güneytepe, “Faşizmin Yeni Yüzü”, Birgün, 18 Haziran 2023, s.16.)

[15]  “Almanya’da ‘Darbe’ Yapmak İsteyen Gruba Operasyon”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2022, s.7.

[16] Ergin Yıldızoğlu, “Avrupa’nın ‘Hasta Adamı’…”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2023, s.11.

[17] Umut Can Fırtına, “Faşizmin Ayak Sesi”, Birgün, 10 Ocak 2024, s.11.

[18] Nilgün Cerrahoğlu, “Nazi Selamı”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2024, s.7.

[19] Ergin Yıldızoğlu, “ABD’de Faşizm 2.0”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2023, s.11.

[20] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni-Milliyetçilik ve Küreselleşme”, Birgün Pazar, No:828, 22 Ocak 2023, s.8.

[21] Charlie Post, “Günümüzün Aşırı Sağı”… https://birdunyaceviriblog.wordpress.com/2023/05/19/gunumuzun-asiri-sagi-charlie-post/

[22] Theodor W. Adorno, Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri ve Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?, çev. Şeyda Öztürk-Tarhan Onur, Metis Yay., 2020, s.61.

[23] Aristoteles, Politika, çev: Mete Tuncay, Remzi Yay., 2022.

[24] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[25] “Emperyalizm yeni bir evreye dönüşümünü başlattı: Hiper-emperyalizm. Bu emperyalizmin aşırıya kaçarak ve devinsel bir biçimde işlediği, ancak gerileyen bir imparatorluğa özgü sınırlandırmalara da mahkûm olduğu bir evre. Harcanan eforun yarattığı kasılmalar ABD militarizmi altında yaşayan ve en ufak seste refleks olarak kafasını tutan milyonlarca Kongolu, Filistinli, Somalili, Suriyeli ve Yemenli tarafından hissediliyor…

Hiper-emperyalizm taktikleri kısmen hibrid savaşın modernizasyonu tarafından şekilleniyor; hukuk savaşı, hiper ambargolar, milli rezervlerin ve değerlerin kontrolü, askerî olmayan savaşın diğer biçimleri. Dijital çağın özü olan yeni gözetleme ve dinleme teknolojileri, fikir savaşının emperyalist kontrolü için silahlandırıldı. Bu da hakikâtin karşısına giderek daha ahlâksız ve gizli metotlar yürütmeyi içeriyor.” (Tricontinental, “Hiper Emperyalizm: Yeni Bir Tehlikeli Çürüme Dönemi”, Birgün Pazar, 11 Şubat 2024, s.13.)