"Ben size söyleyeyim buraya gelmelerinin nedenini. Bize o kadar insafsız davranmalarının tek nedeni işkence etmekten hoşlanıyor olmaları değildir. Onların çok inandıkları bir Tanrıları var. Bizim de o Tanrı'ya inanmamızı istiyorlar. Bizimle savaşmalarının, boyun eğdirip bizi öldürmelerinin nedeni işte bu." Hatuey elindeki altın ve değerli taşlarla dolu sepeti havaya kaldırarak şöyle dedi: "İşte onların Tanrıları, Hıristiyanların Tanrısı bu işte!" (age, s.50)
Bartoloméo de las Casas'ın "Yerlilerin Gözyaşları – Yerlilerin Yok Edilişlerinin Kısa Tarihi" (İmge Yayınları, eserin çevirmeni THKP-C'li Oktay Etiman) kitabında parmak bastığı gerçekleri okuyunca, tarih boyunca yerlilerin gözyaşlarının hiç dinmediğini fark etmenin acısını yaşadım.
Amerika'yı keşfettiği söylenen Kristof Kolomb, (Kıta olduğunu 1502 yılında anlayan ise Amerigo Vespucci'dir) aslında Amerika kıtasında sömürgeciliği başlatan kişidir. ABD'de kölecilik ve sömürgecilikle bağlantılı anıtların kaldırılması için baskılar yoğunlaşırken, protestocular Haziran 2020'de, Kristof Kolomb'un da heykelini yıktılar. Tarihsel gerçekler açığa çıktıkça, sadece Kolomb'un değil, yerlileri katledip soykırım uygulayan tüm sömürgecilere ait anıtların da birer birer yok edileceğinden eminiz.
Bartoloméo de las Casas 1474 Sevilya doğumlu. Tarihçi, papaz ve uluslararası hukuk ve insan hakları normlarının ilk savunucularından biri. Bir çok eserin yazarı Casas, 1512 yılında Yeni Dünya'ya atanan ilk papaz. Ortahalli bir tacir olan babası Kristof Kolomb'un ikinci yolculuğuna katılmış. 1515'de ülkesine dönen Casas, yerlilere yapılan kötü muamele ile işkenceleri Kral V.Carlos ve Papa'ya aktardı. Şiddet dolu işkenceleri ve uygulanan politikayı eleştirdi. Yerlilere yapılan muameleyi soruşturacak bir komisyonun üyesi olarak, 1516 yılında Amerika'ya döndü. V.Carlos, Casas'ın etkisi ile köleciliği yasaklayan bir yasa çıkarttı, özgür yerli kentler oluşturulması önerisini destekledi. Ömrünün sonuna kadar yerli haklarının saıvunuculuğunu yapıp, köleciliğe karşı çıkan Casas, 1566 yılında Madrid'de öldü. Tüm ileri düşüncelerin bir önceli vardır. Casas'ın "özgür yerli kentleri" düşüncesiyle ütopik Thomas More'u da etkilemiş olduğu söylenebilir.
Beş yüzyıl önce bir papaz, hukuk ve insan hakları normlarını savunarak köleciliğe, işkencelere, yaklaşık elli milyon yerlinin katledilmesine karşı çıkmıştır. Üstelik bu tutumundan dolayı tepki görüp tehdit edildiği halde, düşüncelerinden taviz vermemesi takdire şayandır. Konsey'e ve Kral'a yerli haklarını savunan çok sayıda dilekçe veren Casas, İspanyolların yerlilere karşı savaşını haklı bulan bilgin(!) Ginés de Sepúlveda ile de tartışarak, bu savaşların haksız savaşlar olduğunu kanıtları göstererek savunmuştur. Casas'a göre, İspanyolları ilgilendiren tek şey, yerlileri Hıristiyanlığa kazanmak değil, yerlilerin elindeki altın, gümüş ve değerli taşları yağmalamaktır.
Casas Vasiyetinde, " o toprakların gerçek sahipleri olan yerlilere... topraklarının ve özgürlüklerinin iade edilmesi" gerektiğini, "yerli soykırımı"nın "günah ve çok büyük bir adaletsizlik" olduğunu ifade eder." (age, s.14)
Papaz Casas, yerlilerin Cezayir ve Türk kadırgalarında uygulanandan çok daha ağır işkenceli tutsaklık koşullarında çalışmaya götürülmeleri karşısında suskun kalınamayacağını savunur;
"Gaddarlıkla ilgili atasözlerimizde Türklerin ve İskitlerin yerine artık İspanyollara yer vermeliyiz" (age, s.23)
Bu cümle, çuvaldızı Osmanlı tarihine batırmamız gerektiğini göstermektedir. İspanyollar yerlilerin altınını, değerli taşlarını almak için Amerika kıtasını sömürürken, Osmanlılar da üç kıtada at koşturarak fetihler yapmanın, ganimet almanın, fethedilen toprakları haraca bağlamanın peşindedir.
1071'de Malazgirt Savaşı ile Anadolu'ya yerleşen Türkler, Anadolu'nun yerlilerine gözyaşı getirdiler. Osmanlılar insanlığın tarihine olumlu anlamda ne getirdi, sorusuna olumlu anlamda yanıt veremiyoruz. Kılıç dönmesi olarak müslümanlaşan Türkler, tıpkı İspanyollar gibi, Anadolu'nun yerlilerinin dinini değiştirmek görünümü altında, kültürler mozaiği Anadoluya, Mezopotamya'ya ve fethettiği topraklara gözyaşı götürdü.
İspanyollara karşı direnen Hatuey, elindeki sepette bulunan altın, gümüş ve değerli taşları yerlilere göstererek, "Hıristiyanların Tanrısı bu işte!" demişti. Peki, Türklerin Tanrısı kimdi? Türklerin Tanrısı da fetihti, işgaldi, ganimetti, haraçtı. Osmanlı ile Avrupalıların arasında herhangi bir fark yoktur. Avrupalılar elli milyon yerliyi katledip soykırıma uğratarak Amerika kıtasını sömürge haline getirmeyi başardılar. Peki, şanlı(!) Osmanlı İmparatorluğu farklı bir şey mi yaptı?
Kılıçlarının gücü yetse tüm dünyayı fethetmeyi hedeflediler. İstanbul'un fethedilmesinin gerekliliğini, “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” yalanıyla Kur'andan, Peygamberden alıntılar uydurarak fetihçiliği meşrulaştırmaya çalıştılar. Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa'nın karakteri ile Kristof Kolomb arasında bir fark var mıdır? Viyana kapılarına dayananlar İspanyol, Portekiz, Hollanda, Belçika, İngiltere, Fransa gibi geçmişin sömürgecileri (emperyalizm anlamında algılanmamalıdır) ile aynı soysuzluğun birer parçasıdırlar.
Nasıl ki, Cengiz Han her türlü vahşeti, katliamı, işkenceyi uygulayarak Macaristan'a kadar her yeri ele geçirmişse, Osmanlı da fetihçilik peşindedir. Anadolu ve Mezopotamya'da yaşayan Kürt, Zaza, Ermeni, Rum, Pontus, Laz, Ezidi, Çerkes, Gürcü, Çeçen, Süryani, Boşnak, Arnavut, Arap, Azeri, Terekeme, Yahudi, hatta Alevi... halkımızın deyimiyle "yetmiş iki millet," farklı düşünce, din ve inançlar birarada, iç içe, kardeş kardeş yaşarken, anayurtlarından kovuldular, sürgün edildiler, soykırıma uğratıldılar. Bu da yetmedi, T.C. döneminde bu ülkede yaşayan herkes "Türk" ilan edilerek "Türkleştirildi", kimliksizleştirildi.
1955'te 6-7 Eylül olayları yaşanırken, Seferberlik Tetkik Kurulu'nda (Özel Harp Dairesi) görevli olan Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu'na ("Tanksız Topsuz Harekat", Tekin Y., 1991), "6-7 Eylül de, bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı." diyebilecek kadar rahattır.
Faşist devletin kirli işlerini yapan kontrgerillanın uyguladığı "ya sev, ya terket" ırkçı, faşist anlayışıyla Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Ezidiler... bu ülkeden kovuldular. "Ötekileştirilen" Kürtler ve Aleviler de kovulmak isteniyor.
Kürt Sorununun varlığını inkar edenler, "sözde" Barış Sürecini başlatsalar da, bunun aldatmacaya dönük olduğu ortaya çıktı. Kürt sorunununda bildikleri tek yöntem, askeri yöntemlerle bastırma, sindirme, yok etmedir. Onlara göre diğer ulus ve etnik azınlıklar "öteki"dir. Kürt ulusal partileri "teröristtir". HDP Eş Genel Başkanları dört yıldır içeridedir. HDP'li belediye başkanlarının tamamını görevden alarak yerlerine kayyımlar atayabilecek kadar demokrasi düşmanıdırlar. On binlerce Kürt ve solcu ise, F Tipi cezaevlerinde "ölüm hücreleri"nde ölüme terkedildi.
Şimdi şunu sormalıyız: Bunların beş asır önce yerlilerin Amerika kıtasında yaşadıkları ile topraklarımızda yaşananların arasında ne fark vardır?
Yukarıda sözünü ettiğimiz Hatuey, İspanyollara karşı dirense de, sonunda yakalanır ve diri diri yakılır. Diri diri yakılmadan önce bağlandığı kazıkta yanına gelen bir keşiş, eğer Hıristiyanlığı kabul ederse günahlarından kurtulacağını ve öldükten sonra cennete gidebileceğini söyler.
"Hatuey, keşişin söylediklerini dinledikten sonra, bir an düşündükten sonra, bütün İspanyolların cennete gidip gitmediklerini sorar. Keşiş, "Evet, cennetin kapıları iyi İspanyollara açıktır" der. Kasik Hatuey keşişe şu cevabı verdi: "O zaman ben cehenneme gideyim, çünkü cennette İspanyollarla karşılaşmak istemiyorum." (age, s.51)
Kafama takılan şu soruyu Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Pontuslara, Süryanilere, Ezidilere... sormak zorundayız. "Cennetin kapıları iyi Türklere açık" ise, acaba cennette "iyi Türklerle" karşılaşmak isterler mi?