Yurt dışına çıkış ve giderek ülkeye dönememekle süreç sürgünlüğe dönüştü. Yıllardan beri bu olgunun öğeleri olarak bizim de bire bir yaşamımızı belirledi. Sürekli yeni eklemlenmelerle de Türkiye'de devletin nereye evrileceği kolaylıkla ve isabetle öngörülemeyen şiddetine koşut, yurt dışına çıkış kesintisiz, başta Avrupa olmak üzere, devam ediyor.
Bu şekilde ülkedeki dibe gidişin manevra ve hamlelerle süreceği anlaşılıyor. 12 Eylül`den bu yana 40 yıldır sürdüğü gibi. Sonu başı olmayan bir sürece dönüştürülmeye çalışılarak.
Başlangıçta genellikle muhaliflerden devrimci sosyalist radikal insanlar sürgün durumuna düşerken, bu giderek her çevreden muhalife de ulaştı. Demokrat, aydın ve çoğunlukla da geçmişte sosyalist örgütlerle bire bir ilişki içinde olmamış, ama sosyalist olan muhalif bireyler de, cezaevine girmek yerine, haklı olarak alternatifi yurt dışına çıkışta görmekte. Bir kategoriye yol açmadan değinerek, genellikle eğitimli, iş güç sahibi, mesleği kariyeri olan, doktor, avukat, gazeteci ve savaş karşıtı akademisyenlerin oluşturduğu bir özgünlükten söz edebiliriz. Biraz bizden farklılar, her ne kadar hayat bazı koşullarda bizi birbirimize yaklaştırsa da. Onların yurt dışı ve sürgünlüğe yaklaşımlarını, bakış açılarını ilgiyle okumaktayız. Belli ki biz örgüt kökenli sosyalistler çok azaldık...
Devlet ve çevresindeki iç çatışma ve tasfiyelerle birlikte ironik bir pratikle sağ kesimlerden de kitlesel düzeyde yurt dışına çıkışlara tanıklık ettik.
Artık ülkenin gidişatından memnun olmayan ve kendisine iş güç anlamında da gelecek görmeyen, özellikle gençler de bir yolunu bulup ülkeden çıkmaya çalışıyor.
90`lardan sonra, ilticacılık, göçmenlik ve sürgünlük gibi kavramlar ister istemez önem kazandı. Bu bir yerde 15-20 yıl gibi gecikmeyle, sol örgütlerin de önemli oranda çözülmesiyle, kendini aramanın ve tanımlamanın da bir çabasıydı. Buna aslında gecikme de dememek lazım. Ülkeye dönüşün önünün aralanması ya da açılması yerine, tersine daha da tıkanması bizleri de giderek buralarda “kalıcı”lığa mahkûm etmeye başlamıştı. Bu aynı zamanda bir kendine bakma durumuydu. “Biz burada neyiz?” ile birlikte sosyalist olmanın yanında “göçmenlik”ve “sürgünlük” kavramları da ön plana çıktı. Diğer yandan sosyalist mücadelelerin güncel çekim gücündeki soruna izah dönemini de işaret ediyordu.
Burada biraz da olguları illaki bir tanım ve kavram ile açıklamak gerektiğine dönük yerleşik reflekslerin etkisi çok. Yoksa eksik olur diye düşünüyoruz hep. Bizim sürgünlüğe bakış açımızda 12 Eylül’den bu yana ortalama bir 15-20 yıllık arka plan var. Sanırım bu yüklemlenme, doğal olarak, yeni gelen sol muhaliflerle aramızda sürgünlüğe bakışta önemli farklar yaratmakta.
Türkiye'de ise ülkenin içindeki karmaşık ve can yakıcı gündeme karşın, sürgünlere ilişkin yaygın olduğunu hissettiren kanı, Avrupa'ya çıkışların “keyfe keder” yapıldığı yönünde. Bu şekilde sürgünlüğün anlamı deforme edilirken, sürgünün sezgisel olarak denk düştüğü anlam bir samimiyet yoksunluğuna dönüşmekte. Vatandaşlıktan atılma, interpol, kırmızı bülten, sakıncalı listeleri gibi keyfi hukuk dışı tehdit özneleri olmaksa oldukça sıradan. Ancak bu yanılgıyı ve sürgünlüğün sadece bir mekân ve politik coğrafya değişiminden ibaret olmadığını yaşayarak da öğrendim.
Ben sürgün kelimesini ilk olarak, okulda Namık Kemal ile duymuştum. “Vatan Yahut Silistre’yi" yazmış bir vatanseverin neden sürüldüğünü o yaşta kafam hiç almamıştı. Anlaşılır gibi değildi. Lise başlarında ise sürgünlüğü, askerleri isyana teşvik edici yazılarından ötürü sürülen Cevat Şakir Kabaağaçlı, şiirleriyle devrim yapan komünist Nazım Hikmet ve sonra da mizahla devleti rezil rüsva eden Aziz Nesin adıyla tanışmıştım. Bu sürgünler ünlü ve tek tek sayılabiliyordu. Bazılarının isimleri sanki birer slogandı. Onun için de kendileri ve kitapları da yasaklıydı ya hep.
Türkiye`de lise yıllarımda aldığım ilk mahkûmiyet, yaş küçüklüğümden de para cezasına çevrilip ailemin taksitle ödeye ödeye bitiremediği para cezam, evde odamda bulunan ve bir çuvala doldurup, 17 yaşımda benle birlikte Bursa Emniyet Müdürlüğü`ne götürdükleri kitapların birçoğu bu yazarlarındı. Kuşkusuz bu insanların sürgünlüğündeki belirleyici öge, devlet için rahatsız edici olmalarının yanısıra, eserlerinin tartışmasız büyüklüğü ve bu muhaliflikleriyle toplumda yarattıkları etkiydi. Hani faşistine bile dedirttiği gibi; “Adam çok iyi yazmış, bir de komünist olmasaydı!”. Sonradan düşününce o zamanlar ülkede sosyalist de azmış diyorum. 12 Eylül sonrasında ise sürgünlük de sıradanlaştı. Ünlüsüyle ünsüzüyle. Bu şekilde sürgünlük kelime olarak da aşındı.
Sonrasında ben de sürgünlük yaşamaya başladım.
12 Eylül’de tarihi Bursa Cezaevi'ndeydim. Gölcük, Sağmalcılar, Metris ve kırk yıl sonraysa hakkımdaki hükümler nedeniyle yurt dışında.
İlk adımımı atıp Almanya`nın ıslak ve nemli havasını soluduğumda, benliğimi saran duygu “yabancılık” oldu. Faşizme karşı, eşitlik özgürlük kavgasında yer alan pek çoğumuzun hücreler, cezalar, uzun hapishane yıllarına rağmen, bu kez hayatın içinden çekilip kopartılarak, başka bir dünyaya atılmış gibiydim. Aklım geride bıraktığım hayatım, her bir taşını avucumun içi gibi bildiğim, doğduğum büyüdüğüm o eski kentin Arnavut kaldırımlı taş sokakları, babamın, kardeşlerimin ve benim doğup büyüdüğümüz, badanalaya badanalaya kat kat olmuş çivit mavisi yer yer kalınlıktan çatlamış boyalı duvarlarıyla bir yüzünü Uludağ’a dönmüş eski taş evimiz sanki artık bir hayal.
Daha hapisten çıkalı ne kadar olmuş ve ben daha abimin mezarını arayacağım. O orada, bilinmez bir yerde. Bulup sahipleneceğim ve doğduğu büyüdüğü kentten bir avuç toprak götürüp, düştüğü yerdeki anısına katacağım. Onu da orada arkamda bırakırken ailemden, arkadaşlarımdan, dostlarımdan ayrılış karşılaştırılamaz bir şekilde, iki ayrı zaman ve mekân arasındaki uçuruma dönüşüyor. Önümde izini sürüp derinleştirebileceğim bir hayattan iz yok. Kavgasını verdiğim, hem gamını hem sefasını sürdüğüm hayat geride. Uzadıkça aradaki uçurumun derinleştiğini, birbirine yabancılaşmakta olduğunu ve hafızalardaki izlerin soluklaştığını fark ediyorum.
Almanya`da her gittiğim kurumda hemen hemen her seferinde bir replik gibi “Türk olduğum” dile geliyor. Kimlik ve aidiyet benim o zamana kadar farkında olmadığım bir ifade oysa. Kendi kendime ben de “Türk” müşüm diyorum. O zamana kadar, bana yüklenmeye çalışılan bu kimliği hiç tanımıyordum ve kendimi hiç de iyi hissetmedim. Sanki devletin suçlarına ortak ediliyorum. “Kürtçülükten” ötürü yargılanıp ceza alırken de, bütün insanların eşit olduğu savunması yapmıştım, ceza alacağımı bile bile. Mutlak ya da göreli, “kimliği”, kurguların algısına indirgemeyi reddeden sosyalistlerin yerel alanların dışında karşılaştıkları bu sıfatlandırma da sürgüne dair bir başka hegomonik pratik olsa gerekti. Peki sürgün yapay bir adlandırma mı yoksa keyfe keder kendince seçilmiş bir isim miydi?
Sürgünlüğü tanımaya başlayınca, ister istemez konu üzerine daha fazla araştırmaya, Hannah Arendt, Edward W. Said, Eduardo Galeano ya da kendi sürgünlerimizden Nazım Hikmet, Abidin Dino, Aziz Nesin gibi hayatların çarpıcı özgünlüklerine yeniden tanıklık etmek giriyor araya. Aynı şekilde Anadoludakilerin yanı sıra İspanya’dan Arjantin’e Yunanistan’dan Şili’ye kadar başka ülkelerdeki göç ve sürgün akım ve gerçekliği hissettiriyor kendini. Ve gördük ki, insanlık tarihi aynı zamanda bir göç ve sürgünlük tarihi. Süreç içersinde bizden de bazı arkadaşlar, göç ve sürgünlük üzerine değerli ürünler vermeye başladı.
Abidin Dino, Behice Boran, Fahrettin Petek, Sümeyra Çakır, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Doğan Özgüden, Engin Erkiner, Metin Ayçiçek gibi daha niceleri sanatta ve bilimde bunun en güzel yaratıcı kavga ve mücadele örnekleri oldular… Ve de Ermeni, Asuri, Kürt, Ezidi, Türk ve … ülkelerinden uzakta, fakat insanlığın eşitlik talebini içten bir özveri ve tevazuyla taşımış, hayatlarını yitirmiş binlerce isimsiz insanımız, aynı şekilde Türkiye’nin iade talebine hayatıyla karşı koyan sürgün Cemal Kemal Altun hafızalardadır.
Bugünkü sürgünlük kuşkusuz geçmiş sürgünlüklerle kıyaslanamaz. Ancak bizim sürgünlüğümüzün ete kemiğe bürünebilmesinin kaçınılmazı, ülkedeki eşitlik ve demokrasi mücadelesinin bire bir parçası olmak zorunluluğudur. Bir hamle olarak ülkeye dönüşün önündeki engellerin kaldırılması, zindanların boşalması açık bir talep olarak ülke gündemine, eski köye yeni adet gibi girmesi önerisi ciddi ve haklı olarak görülebilmeli. Yoksa Teslim Töre’nin bir makalesinde ifade ettiği gibi, “sürgün Türkiyeli devrimciler için bir kader değilse bile, istense de istenmese de sürekli, devrimcilerin harman olacağı bir yer olarak kalacak gibi.”
Almanya, 03 Kasım 2020
Nejat PİŞMİŞLER (Avrupa Sürgünler Meclisi YK Üyesi)