“Dün on kişi, bugün yüz kişi, her gün ama her gün boğulan onlar. Dün on kişi, bugün yüz kişi; yürekleri sızlatmıyor artık bu ölümler. 1900’lerin sonuna dek, binlerce askerdi oralara gönderilen. Artık asker göndermeye gerek yok, en üstün teknikle donatılmış silahlar, oralara gönderilen... Ölen, öldürülen yine oradakiler. Birdi, ondu, yüzdü, yüreklerimiz sızladığı zamanlarda duyduğumuz sayılar. Şimdi!!! Her gün on, her gün yüz!!! Sızlamıyor artık, her gün olana yürekler”.
***
8 Mart, Newroz, savaş karşıtı etkinlikler, sürekli adım attığımız belediye binasındaki Yabancılar Polisi’nin kapısından çıkanlar ve 1 Mayıs derken; çokça “yeni gelen” hikâyesi duymak mümkün oldu.
Yeni gelenleri görmek, kendimize tutabileceğimiz bir aynadır da aslında. Buralarda neler değişti, oralarda neler değişti, biz nasıl geldik, yıllar nasıl-neyle geçirildi. Ne yapmalı!
Bırakalım on, yirmi ya da kırk-elli yıl öncesini; gelinen ülkeler üç-beş yıl öncesindeki hallerinde bile değil (bu sadece Türkiye için değil, Irak, İran, Suriye vd. birçok ülke için geçerli). Geldikleri Almanya da; bırakalım bundan on-onbeş yıl öncesini, bundan üç beş yıl öncesindeki Almanya dahi değil. Yasalardaki değişikliklerin, toplumsal dayanışmadaki çatırdamaların boyutu öyle böyle değil.
Suriye’den ve Irak’tan gelenlerin ağırlıklı bir bölümünün, yeni Mülteci Anlaşmaları sebebiyle Yunanistan adalarında engellendikleri bir dönem var artık. Oralarda en az 2-3 ay geçirdikleri bir hapishane süreci var, buralara gelmeden önce.
Türkiye’de işten çıkarılan, yargılanan akademisyenleri, eğitmenleri, memurları... hergün gerçekleşen Çağlayan Mahkemeleri’ni, tutuklananları... zaten sürekli takibediyoruz. Bunların dışındaki kesimlerden gelenlerin söylediği; “20 yıllık ilkokul öğretmeniyim. Öncesinde günlük hayatta yaptığımız sohbetleri dahi yapamaz hale geldik. Açık hapishane. Memurlar sıkboğaz edildi. Nefes alamayarak yaşamaya çalışmak gibi. Delirmektense, vurduk yollara kendimizi...”. Ya da; “Üniversite öğrencisiyiz. Ya ezan okununca ders durdurulur mu? Herkes camiye koşar mı? Üniversitelerin dahi böyleleştiğini bilmeden başladık okumaya. Kul, köle gibi hissetmeye başladık kendimizi. Ya herro ya merro dedik, vurduk kendimizi yollara, cansa can! Koyun gibi kafayla gezeceğimize, kafamızı kaçırdık buralara...”. Ya da; “Doktorum, eşim öğretmen, çocuklarımız var. Kendimizden geçtik, çocuklarımızın eğitimine baş koyduk. Olursa olur, olmazsa da zaten kaybedecek tek şeyimiz var, çocuklarımızın geleceği”...
***
Onların durumu böyleyken, bizim durumumuz nasıl!
Türkiye’ye gidip gelenlerin farkettiği en keskin değişimlere bir örnek olsun: “Minibüse binildiğinde, arkaya oturduğumuzda, önümüzde oturan yolcularla parayı ulaştırırdık şoföre. Kardeşlerimle minibüse binmem gerekti. Hepimiz arkaya oturduk. Kendim ödeyeyim diye aceleyle hemen uzattım parayı. Tek el bile kıpırdamadı. Bana kahkahayla güldüler ‘sen hangi çağda kaldın abla. Bu yardımlaşma önceki yıl tamamen ortadan kalktı, şurada yıkılsan kimse yüzüne bakmaz, KAÇAR KORKUDAN’”.
Buradaki bizlerde de yanıbaşımızdakine gösterdiğimiz ilgi düzeyi böyle; yani 8 Mart, 1 Mayıs gibi günlerde, aramızda yürüyenlere kulak misafiri olmaya dahi yeltenmiyor hiçkimse. O kadar çoğaldıki “yeni gelenler”, artık duyumak dahi istemiyor “eskiler”. İş koşulları, hayat şartları, tüketim çılgınlığının yarattığı maddi zorluklar, eş-dost-akraba derken; bu çemberin dışındakilere el uzatmak hayli zor geliyor insanlara. Bırakalım el uzatmayı; oradaki-buradaki sıkıntıları dile getirmek istediklerinde dahi kulaklar kapatılmakta.
Yaşadığımız sistem içerisinde bizim dönüşümümüz nerelere evrilmekte!
***
Tüm bunlara, bu negatif döngüye rağmen, böyle bir süreçte ve bu gerçekliğimiz içerisinde; tarihten toparlayabileceğimiz, mutlaka toparlamamız gereken parıltılar da var elbette. 2. Dünya Savaşı sonrasından, 90’lı yılların başlarına dek çalışmış Alman yazarlar (içlerinde çok iyi tanıdığımız yazarlar da var, tanımadıklarımız da); yaklaşık yüz yıllık bir “sürgündeki yazarların politik ve edebi yazıları” arşivini toparlamışlar. Binlerce sayfa! Ve sağ kalanların hepsi; “dünü unutmamalıyız ki, bugünü ve yarını kurtarabilelim” deyip, “bugün nasıl yaşamaktayız, bugün nasıl düşünmekteyiz, bugün bizden sonraki kuşaklara nasıl davranmaktayız” diyerek, sürekli, usanmadan dersler çıkarmaya çalışmışlar.
Sayıları az da olsa, bunları okuyanlar ve etraflarındakilere aktarmaya çalışanlar hâlâ var. Bunu yapanlar ağırlıklı olarak Alman da olsa; vazgeçmemeleri bana sürekli, tarifsiz bir umut aşılar.
Sadece yazın dünyasında değil, müzikte de öyle. Başta alıntıladığım satırlar, 1 Mayıs yürüyüşü öncesinde geleneksel olarak yapılan bir etkinlikte, bir şarkı öncesinde yapılan kısa bir giriş konuşması: Kai Degenhardt’tan. Josef Degenhardt’ın, yani Ulrike Meinhoflar’ın avukatının oğlundan. Yukarıdaki konuşmayı yaptıktan sonra, babasının ürettiği parçaları da okudu. 70’li yıllarda yazılmış-bestelenmiş ürünler, bugün bozulan algılarımıza itafen 2019’da yeniden okundu. Almanya’da, 70’li yıllarda politik müzik festivalleri yapılmasının mirası olan ürünlerin miyadının dolmadığına, tarihin çöplüğüne atılmak istendiğine dikkat çekildi. Buralara göçedenlerden; ülkelerinde yaşadıkları bir yana Almanya’da yaşadıklarını ifade eden, ölen işçi-emekçileri, onların bir yerlerde öldürülen çocuklarını tek tek yadeden sayısız üründen bahsedildi... O günün “misafir işçi” kavramının, bugünkü “mülteci akını” kavramına dönüştürülmesinin tek taraflı davranış ve tespitler toplamı olduğuna vurgu yapıldı (bu çok kapsamlı ve önemli bir konu olup, bu yazının içeriğini aşacağı için kısaca değinip geçiyorum). Ve bunu, bizim Ulrikeler’in avukatının oğlu yapabildi!
***
Yine tekrar edeceğim; yeni gelenleri görmek, en azından dinlemek, yaşadığımız ülkede bu cephede neler olduğunu bilmek, kendimize ayna tutmamızı sağlayacak bir fırsat, bir adım ileriye fırlamamızı sağlayacak bir ‘farkındalık eşiği’ aslında. (Alman devrimciler-ilericiler, bazı öğretim görevlileri bunu hep yapmışlar ve bir şekilde yapmaya devam etmekteler). Bakarsak, görürsek ve tarihi eşelemekten vazgeçmeyerek yapabileceklerimize dair ufkumuzu genişletme çabası gösterirsek tabi!