İnsan, insanlaştıkça acı çekmenin farkına varıyor..
Kimse yaşadığı yerden gönlüyle kaçmayı istemez. Kimse nefes aldığı yerden, hatıratını yaşadığı yerden ayrılmayı istemez.
Güneş ışınlarının dar ve uzun aydınlatmalarından geçerek yol alıyordu otobüs. Dışarıda sararan yapraklar sonbaharın haberini veriyordu. Hüzün sonbaharın özelliğidir, hareketlenen duygular nasıl baharınsa, güzde de ayrılık var. Sonbahar da coşkun geçen yaşamın doğanın egemenliğinde durağanlığın, sınırlanışı vardı.
Yağmur, soğuk, her biri ayrı bir hırsla gelirdi üstüne insanın. Kokusu, rengi değişir havanın. Sanki dünya küçülür, bir şehir kadar olur, bir köy kadar olur, küçülür dünya sanki yoldaş olur, öylece dururdu.
Çiftehavuzlar-Tozkoparan haliyle duyumsar ve düşünür olmuştum.
Sürgün yaşam, şüphesiz bir insanın başına gelebilecek kötü olumsuzluklardan biridir, hükümlü olma durumundan, yaşadığın yerden, aileden koparılmak, aşkından ayrılmak, çeşitli yaftalamalarla toplumda karalanmak, toplum düşmanı olarak gösterilmek, zor şartlar altında evsiz-barksız parasız yaşam mücadelesi vermek, çok eski arkadaşlarının bile senin toplumdaki “tehlike” ibraz eden durumundan (!) dolayı seni tanımamazlıktan gelmesi, yanlış tanışmalar ve karşılaşmalar insan hayatını daha da kötü şartlar altına sokmaktır. Bu acı gerçekler çok fazla yaşandı.
"En kusursuz cinayet birinin yaşama sevincini öldürmektir" der Ozan.
DÜŞTEN SÜRGÜNE BİR YOLCULUK...
Nerede yaşarsak yaşayalım, üzerinde yaşadığımız bir dünyanın her türlü sorunlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Sonuçta sonsuz bir özlem yaşıyoruz. Yaşanan, sosyal adaletsizliklere, kişisel özgürlüklerin ihlaline dem vuruyoruz, aynı zamanda bu olumsuzluklara acı acı gülüyoruz.
Sürgünün acı gerçeklerini, insana yarattığı tahribatları, acı gerçekleri yazan mizahcıların kitaplarına (yazdığı mizah diline) gülüyorduk. Ve yıllar sonra kendi halimize biz de güldük.
Aslında kitabın temel felsefesini oluşturan kendimiz olduğunu farketmeden şimdi katıla katıla gülüyoruz.
Ben sürgünün ve hasretin ne olduğunu yaşamdan öğrendim.
Sürgünü bizzat pratikte yaşayarak farkına varmak çok farklı bir duygu. Sürgünde yaşamın içindeyim, farklılıkların içindeyim, kalabalıklar arasındayım. Ve söylenen ve yazılan bendim. En acı günler, en dayanışmacı günler geride kaldı. Üzerinden yıllar geçtikten sonra, mizahla buluştu. Şimdi olgunlaşmış meyveler gibi, tatlılaşıyor. Şimdi, sürgünün o acı günlerine espriler katarak gülüyoruz. Hele ki sürgünde dil bilmemezlikten kaynaklı o el kol hareketli alış verişler; et isterken hangi eti istiyorsak, o hayvanın taklitini yapardık..
O zamanlar da yaşananlar espri konusu olurdu şimdi de anlatınca dinleyenleri güldürüyor.
Dursun Akçam'ın göçmen ellerde yazdıklarını okudukça kendi halimize yıllar sonra da gülüyoruz. Yani demem o ki, bugün benim sürgün günüm. İstanbul'dan çıkıp Viyana'ya vardığım gün.
Sürgün yeri insanın sevincini, sevgisini yitirdiği yerdir. Bunu yaşayanlar daha iyi anlıyor.
Sürgünü yaşamayan insan sürgünün ne derdini anlar ne de yalnızlığın verdiği hüznünü anlar.
Sürgün sonbahar gibi hazandır, gün gün solmaktır. ama herşeye rağmen, kara, kışa , fırtınaya, sıcağa, soğuğa karşı ayakta kalmaktır, ağacın gövdesi gibi.
Sürgün hasrettir, sürekli yalnızlıktır.
Bir göçmen kuş oldum, uçarken göz alan kanatlar gibi
Yüreğim mi, acılarım mı?
Bir tuhaf geldi, sürgün bana!
Düşlerimde müebbet hüzün
Sürgündekilere bir parça güneş, bir yudum su olsun doğa ananın kucağında....