Bugünlerde Batı medyası yeni bir Soğuk Savaş retoriğini başlattı. Ancak bu sefer hedefte Sovyetler veya yeni »düşman« İslam değil, Çin var. Sistematik bir biçimde Çin’in komşuları üzerinde tahakküm kurmaya çalıştığı, BM hukukunu hiçe saydığı, üstüne üstlük »büyük bir askerî güç« olmaya çalışarak, Batıya karşı tehditkâr davrandığı haber ve yorumlarda işlenir oldu. [1]
Tam da böylesi bir dönemde »Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü« IISS’nin yayımladığı silahlanma raporu tartışmaların tuzu biberi oldu. Çin bir tarafta devasa iç pazara, yüz milyonlarca ucuz işgücüne ve olağanüstü büyüme oranlarına sahip bir ülke olarak, ticaret hacmini 4 trilyon Dolar’a çıkararak, dünyanın en güçlü ekonomisi olmuş, diğer yandan da 112,2 milyar Dolar ile silahlanmaya en fazla para harcayan ikinci ülke hâline gelmişti. Bu gelişme, »Sarı Tehlikenin« büyüdüğü kaygılarını yaymaya yetiyordu. Hoş, ABD aynı yıl, yani 2013’de silahlanmaya 600,4 milyar Dolar harcamış ve birinciliği kimseye kaptırmamıştı, ama Batı medyası sanki bundan doğal bir şey yokmuş gibi davranıyordu.
Çin hükümeti, ilk kez 1403’de denizciler için hazırlanan bir navigasyon kitabında Çin adaları olarak anılan »Diayou Adalarının« da bulunduğu bir bölgeyi »Hava Savunma İdentifikasyon Alanı« (»Air Defence Identification Zone«) olarak ilân etmiş, kayalıkları »Senkaku Adaları« olarak nitelendiren ve 1894 Çin-Japonya deniz savaşından beri kendi hükümranlığı altında olduğunu iddia eden Japonya bu adımı protesto ederken, ABD Japonya’ya destek çıkma gerekçesi, aslında Çin’e gözdağı verme amacıyla iki B-52 bombardıman uçağını bölgeye göndermişti.
Pasifik’in »Çin Denizi« olarak adlandırılan ve yaklaşık 2,9 milyon kilometrekarelik bir bölümünde çok sayıda ada üzerine Çin, Japonya ve bazı Pasifik ülkeleri arasında kadim ihtilaflar mevcut. Çin kıyısından yaklaşık 200 km uzaklıkta olan »Diyaou Adaları« ise bilhassa o bölgede petrol ve doğal gaz rezervlerinin bulunduğu ortaya çıkmasından bu yana Çin ve Japonya arasında akut bir krize yol açtı.
Japonya’nın yenilenen emperyal hırsları
Aslına bakılırsa Çin’in bu adımı, Japonya’nın 2012 yazında adaları bir Japon ticaret adamından satın alarak, kamusallaştırdığını ilân etmesine verilen bir yanıt olarak da okumak mümkün. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin hükümranlığı altında olan kayalıklar, 1945 Potsdam Antlaşmasına aykırı bir biçimde 1971’de ABD tarafından Japonya’ya bırakılmıştı. Çin buna karşı çıkmış, ama BM hukuku çerçevesinde bir sonuç alamamıştı. Zaman içerisinde iki ülke zımnî olarak adaların kime ait olduğu tartışmasını sürdürmeme üzerine anlaşmışlardı. Nitekim Japonya’nın adaları kamusallaştırdığını ilân etmesi, zımnî muvafakatin feshi olarak algılandı. Dahası, Japonya başbakanı Shinzo Abe adalar meselesini 1982 Falkland-İhtilafına benzeterek, ülkesinin gerektiğinde bu kayalıklar için savaşa girmekten çekinmeyeceğini açıkladı.
Abe’nin bu kabadayı tavrının arkasında sadece kayalıkların kime ait olduğu sorusuna Japonya lehine yanıt verme arzusu durmuyor tabii ki. Japonya uzun zamandır bölgedeki ekonomik ve siyasî etkinliğini kaybediyor. Abe hükümeti ülke ekonomisindeki durgunluğu aşmak ve yeni bir dinamik yakalamak için aşırı agresif bir ihracat politikası uyguluyor. Ancak bu »ilacın« yan etkisi bir hayli ağır: Japonya’nın devlet borçları GYSMH’nın yüzde 250’sine ulaşmış durumda. [3]
Ancak mesele sadece ekonomik değil. Shinzo Abe’nin 21 Temmuz 2013’de yapılan seçimlerde çoğunluğu kazanmasından sonra, [4] Abe hükümeti milliyetçi politikalarına hız verdi. Bunun arkasında ise, dış politikanın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez böylesine militaristleştirilmesi yatmakta. ABD zaten uzun zamandır Japonya’yı, Japonya anayasasının 9. Maddesinde kökleşmiş olan »Pasifizm İlkesini« yumuşattırmaya çalışıyor. Bu da, Abe hükümetinin işine geliyor, çünkü 9. Maddeye göre »Öz Savunma Güçleri« olarak adlandırılan Japonya ordusu sadece Japonya topraklarını korumakla mükellef.
Abe, anayasanın değiştirilme çabalarında ABD’nin yanı sıra en büyük desteği Japon silah sanayiinden alıyor. Çünkü orduya tanklardan denizaltı ve savaş gemilerine, roket ve insansız hava araçlarından savaş uçaklarına kadar çeşitli silah ve teçhizat üreten Japon silah sanayii, anayasanın 9. Maddesinin getirdiği yasak nedeniyle »ürünlerini« ihraç edemiyor. Gerçi hükümet 2011 Aralık’ında ihracat için bazı kolaylıklar getirmişti [5] ve sadece 2013 yılında silahlanma için 51 milyar Dolar harcamıştı, ama »ihracat yasağı« hâlen geçerliliğini koruyor. Abe, arkasındaki bu destek ile hem Japonya’nın emperyal hırslarını besliyor, hem de ABD’nin Pasifik planlarıyla eşgüdümlü bir politika izliyor. Abe, 2012 Aralık’ında yayınlanan bir makalesinde, »köşeleri Avustralya, Hindistan, Japonya ve doğuda Hawaii’ye ulaşan bir demokratik güvenlik elması« ile Çin egemenliğine karşı »stratejik ittifak« oluşturulması gerektiğini vurgulayarak, ABD politikalarıyla ne deni uyumlu hareket ettiğini kanıtlıyordu. [6]
ABD’nin Pasifik stratejisi
ABD’nin Pasifik’e yönelik stratejilerinin temelleri iki kutupluluğun bittiği yıllarda atıldı. »Militarizm Bilgilendirme Merkezi« IMI, ABD’nin 1992 yılında hazırladığı ve kamuoyunda »Wolfowitz Doktrini« olarak da tanınan »Defence Planning Guidance« başlıklı strateji kılavuzunun hâlâ geçerli olduğunu iddia ediyor. [7] Kılavuzda ABD’nin »kaynakları yeni bir büyük güç olmasını sağlayacak bir bölgeyi kontrol altına almaya çalışan herkesi engelleyeceği« belirtiliyor. Kılavuzu kaleme alan Dick Cheney ve Paul Wolfowitz, ABD’nin Soğuk Savaş deneyiminden sonra hiç bir »stratejik rakibine« etkinlik kazanma fırsatını tanımayacağını böylelikle ABD’nin devlet doktrini hâline getirmiş oldular.
Sahiden de bu çerçevede son 20 yılda atılan stratejik adımlar, bu doktrine ne denli sadık kalındığını ve »stratejik rakipleri« sistematik bir biçimde engelleme çabası içerisinde olunduğunu göstermekteler. Bunun yakın örneklerinden birisi NATO’nun 2010 Lizbon Zirvesinde aldığı kararlardır. Bunlardan birisi de, Avustralya, Endonezya, Filipinler, Malezya ve Yeni Zelanda gibi Pasifik ülkeleriyle daha sıkı stratejik işbirliğine girilmesi ve Japonya’nın bu işbirliğine entegre edilmesidir, ki bunu engelleyen 9. Maddenin kaldırılması çabaları bu bağlantıda görülmelidir. Ancak asıl önemlisi, ABD’nin stratejik ağırlığını Asya-Pasifik alanına yönlendirme kararıdır.
Bu kararın nasıl uygulanacağını dönemin ABD savunma bakanı Leon Panetta 2012 Haziran’ında söylüyordu. [8] Panetta, ABD’nin Asya-Pasifik alanında deniz kuvvetlerini masif bir biçimde güçlendireceğini ve 2020’ye kadar deniz kuvvetlerinin üçte ikisini bu bölgeye konuşlandıracağını belirtiyordu. Bu, Obama’nın 2012 Ocak’ında kamuoyuna tanıttığı ve Asya ile Ortadoğu’nun öncelikli bölgeler olarak tanımlandığı yeni »ABD Savunma Stratejisi« ile bire bir örtüşmekteydi.
CIA’nin Uzakdoğu uzmanlarından Marvin Ott’un 2013 Ekim’inde basına yansıyan »Altı-Nokta-Stratejisi« bu açıdan bazı ipuçlarını veriyor. Ott kısaca şunları öneriyor: [9]
»1.) Çin ile ikili ihtilaflardan kaçınılmalı. ABD bunun yerine, bazı ASEAN ülkelerinin yardımıyla Güney Asya’daki Çin etkinliğini sınırlayacak bir sistem yaratmalıdır.
2.) Deniz ulaşım yollarının kontrolü ABD çıkarları için önemlidir.
3.) BM Deniz Hukuku Konvansiyonunun kabul edilmesi zorlanmalıdır.
4.) ASEAN ve ASEAN + 3, Çin’in sınırlandırılmasına destek veriyorlar.
5.) ABD’nin Pasifik Kumandanlığının (USPACOM) güçlendirilmesi bütünsel stratejinin önemli bir parçasıdır.
6.) Başarılı bir strateji sıkı işbirliği üzerine kurulmalıdır, ki bu NATO’nun bölgedeki partnerlerle ›stratejik görüş alışverişini‹ gerekli kılmaktadır. Pentagon’un ›stratejik görüşmeleri‹ bu nedenle geliştirilmelidir.«
Aslında Ott’un önerileri yeni değil, zaten uzun zamandır uygulanmaktalar. Obama »Yüzümüzü Asya’ya döndürme« stratejisiyle, askerî kuşatma planlarını iktisadî adımlarla da desteklemeyi planlıyor Ki bu iktisadî adımların temel hedefinin bölgedeki müthiş ekonomik potansiyeli ele geçirmek ve bu şekilde Çin’in ekonomik etkinliğini de sınırlamak olduğunu ayrıca vurgulamaya gerek yok. ABD hızlı bir şekilde bir »Pasifik Serbest Ticaret Bölgesi« oluşturulması için bastırıyor. 2013 Ekim’inde Endonezya’da yapılan »Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği« APEC-Zirvesinin [10] hemen ardından, aralarında Avustralya, Malezya, Singapur ve Vietnam’ın da bulunduğu 11 Pasifik ülkesinin bakanlarıyla bir araya gelen ABD dışişleri bakanı John Kerry, toplantı sonrasında »Transpasifik-Partnerliğin« kurulacağı müjdesini (!) vermişti bile. Çin, bu partnerliğin içinde yer almayacak. Sonuçta bu partnerliğin ABD ve Japonya’nın bölgedeki etkinliğini artıracak en önemli hamlelerden birisi olacağı da pek şüphe götürmüyor.
Bu açıdan bakıldığında, Çin’in gelişmelere kayıtsız kalmadığını belirtmeye gerek yoktur herhalde. IISS raporunun gösterdiği gibi, 112,2 milyar Dolar harcayarak ordusunu modernize ediyor, güvenlik ve savunma stratejilerini yeniliyor ve teritoryal ihtilaflarda geri adım atmayacağını gösteriyor. Silahlanma konusunda Çin’in önemli ölçüde uluslararası tekellerden bağımsızlığa kavuştuğunu da belirtmek gerekir. Çin, silahlanmasını büyük ölçüde kendi askerî-sınaî kompleksi çerçevesinde savunma sanayiine ağırlık vererek sağlamaya çalışıyor ve başarılı da oluyor. Deniz ve hava kuvvetlerini güçlendiren Çin, »Jane’s Defence Weekly« dergisinin tahminlerine göre en geç 2020’de üç uçak gemisine sahip olacak.
Asya yöneliminin Ortadoğu’ya etkileri
ABD’nin bu stratejik yönelimi doğal olarak Kürdistan ve Türkiye’nin merkezinde bulunduğu coğrafyayı doğrudan etkileyecek. Etkileyecek, çünkü bu stratejik yönelim aynı zamanda Ortadoğu’daki dengelerin değişmesine neden olabilecek bazı adımları içermektedir. Bunların en başında kuşkusuz »5+1« grubu ile İran arasında nükleer program konusunda varılan uzlaşı ve bu çerçevede belirli bir ABD-İran yakınlaşması gelmekte, ki Washington’daki kimi strateji uzmanı bu uzlaşının ABD ve İran arasında uzun vadede stratejik yakınlaşma politikasına dahi yol açabileceğini tahmin etmekteler.
Böylesi bir olasılığın gerçekçi olup olmayacağı konusunda şimdiden bir fikir üretmek için erken, ancak ABD’nin bölgedeki vasallarının gösterdiği tepkiye bakılırsa, hayli sancılı olacak bir süreç ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Zaten nükleer program uzlaşısı yapılır yapılmaz, başta İsrail olmak üzere bazı bölge ülkeleri eleştirilerini yükselttiler ve Obama’nın İran karşısında »zayıf kaldığını« söylediler.
Askerî ağırlığını Pasifik’e kaydırmayı planlayan ABD açısından İran ile varılan nükleer program uzlaşısı hayli önem taşıyor. Orta vadede bölgedeki askerî varlığını en aza indirgeyerek, görevi »stratejik partnerlerine« bırakmayı isteyen ABD açısından, Suudi despotları ile Körfez emirlerinin körüklediği bir Sünnî-Şiî çatışması, istenilen »istikrarı« tehlikeye düşürecek bir gelişme olduğundan, ABD’nin işine gelmiyor.
Buna karşın İsrail ve Suudiler hayli kaygılı. İsrail hâlâ İran’ın nükleer silaha sahip olma iradesinden vazgeçmediği görüşünde ve Tahran’ın güçlenmesinin kendi askerî üstünlüğünü tehlikeye düşüreceğini biliyor. Suudiler ise, bölgedeki jeopolitik trendlerin kendi iktidarlarını tehlikeye düşürebileceği ve özellikle iç politikada ciddi ihtilaflarla karşılaşacaklarından kaygı duyuyorlar. Diğer yandan öğrenimi yüksek 80 milyonluk bir nüfusa sahip olan İran’ın zengin doğal gaz ve petrol kaynaklarıyla bölgede hiç küçümsenmeyecek bir güç potansiyelini elinde tuttuğu da şüphe götürmez.
Kısacası, ABD’nin uzun vadeli küresel planları orta vadede Ortadoğu’da güç dengelerinin değişmesine neden olacak. Bunu engellemek isteyen güçler ise, ki tarihlerine baktığımızda neler yapabileceklerini görebiliriz, Ortadoğu’yu ateşe atmaktan çekinmeyebilirler. Öyle ya da böyle, Kürdistan ve Türkiye’de siyaset yapmak isteyen her formasyon kafasını önündeki »tabaktan« kaldırmak ve etrafına iyice bakmak zorundadır. Küresel stratejileri değerlendirmeden, salt kendi sınırları içerisinde siyaset geliştirmeye çalışmak, her türlü hesabın geçersiz kılınacağını kabullenmekle eş anlamı olacaktır. Unutulmamalı: Pasifik’te suların ısınması, Ortadoğu’da yangın çıkmasına yeterli olabilir!
***
[1] Bu çerçevede Almanca bilen okur için Frankfurt Allgemeine Zeitung (FAZ) adlı gazeteyi takip etmesini öneririz. FAZ, zaman zaman kimi hâlen görevde, kimi görevinden ayrılmış müsteşar, bakan, lobi temsilcisi veya emekli devlet adamlarının yorumlarını yayınlamakta ve genel olarak Alman sermayesinin siyasi, stratejik ve iktisadî yönelimlerini temsil etmektedir. Özellikle dış politika ile ilgili haber, makale ve yorumlarda yer alan görüşlerin resmî Alman devlet görüşüyle örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.