„...Başkalarını gözlemlediğim zaman, yani başka ailelerin çocuklarını, kendi çocuklarımı ve Armenak Saroyan ile Takuhi Saroyan´ın dört çocuğundan biri olan kendimi düşünürüm. Başkalarının çocuklarının ne kadar aklı başında, terbiyeli, becerikli, saygılı ve ne yapacaklarının kestirilebilir olduğunu, buna karşın benim halkımın çocuklarının, insanları hayretten hayrete düşürdügünü görür, şaşar kalırım. Öteki çocuklar kim oldukları, bu dünyadaki yerleri ve yapıp ettikleri konusunda fevkalede rahattır. Oysa biz Ermeniler için bu ta en başından beri müthiş bir mücaledir.“
diyorsun, Aras yayınlarında basılan kitabının arka kapağında.
Bu satırları okuduktan sonra acıyla yutkundum. Çünkü benim baba tarafından dedem de sizin halkın çocuklarından biri. Dolayısıyla ben de Ermeni sayılırım. Yani yazdığın tespitlerin hepsini birebir kabul edip, üstüme alınıyorum. Haklısın. Banzer sıkıntıları, -senin gibi tarif edemesem de- daha on yaşındaki bir çocukken bile nasıl hissettiğim dün gibi aklımda. Sebep? Aslında sebep malum… Her birimiz; dünyanın neresinde, hangi zaman diliminde olursak olalım o tarihsel travma içinde kıvranıp duruyoruz.
Kitabı çevirip ön kapağına oturtulmuş yüzüne baktım. Senin bir fotoğrafın bu. Tasarımı Aret Gıcır yapmış. Kafanda fötür şapka, sırtında siyah bir ceket, -belki de pardesü... Ağarmış pos bıyıkların iki taraftan çenene kadar uzanıyor. Arka fonda arabalar ve evler var. Sokakta çekilmiş bir resim olduğu belli. Fotoğraf çekilirken kameraya bakmamışsın. Sol tarafa çevrilmiş gözlerin, sakin, ama kederli, kahırlı, dünyaya ve içindeki herşeye lanet okur gibi. Hani bıraksalar, önce ağız dolusu küfredip sonra çekip gideceksin nerdeyse…
Şimdi ben, mutfak tezgahının üstüne koyduğum kitabın kapağına bakarken, bir yandan ocaktaki yemeği karıştırıp bir yandan da seni değiştirmeye çalışıyorum. Kafandaki fötür şapkayı çıkarıyorum mesela. Pardesü yerine de ısrarla normal bir ceket düşünüyorum. Sonra çenene kadar uzattığın bıyıklarını ağız kenarına kadar kısaltıyorum. Oldu işte…! Olması gereken de zaten buydu…! Dünyaca ünlü Amerikalı bir yazar falan değilsin artık. Anadolu´da yaşayan iş kaygısı, ekmek derdine düşmüş, var olma savaşı veren bir Ermeni…! Zaten sizinkiler de Bitlis'ten Amerika'ya gitmemiş miydi? Sonra sen de geldin. Ata toprağını görmek için geldin. Yol boyunca arabada babandan bahsettin. Hatırladın mı? O ziyaretini Saroyan Ülkesi diye bir belgeselde topladılar. Ama konumuz bu değil şimdi.
Saroyan'ın Güncesi
Elimdeki kitap 1970´te yayınlanan „Days of life and death and escape to the moon“ adlı kitabının çevirisi Paris-Fresno güncesi 1967-1968(ölüm Dirim ve aya kaçış) adıyla Aras Yayınları tarafından 2001 yılında basılmış. Çeviriyi yapan Beril Eyüboğlu, editörse senin diğer kitaplarının Türkçe baskılarını da düzenleyen Aziz Gökdemir. Yaklaşık 130 sayfalık kitapta 1967 Ağustos ayında Paris´te geçirdiğin günler ve 1968´in Kasım ve Aralık ayında Fresno´da aldığın notlar var. Yani kitap üç aylık üç bölümden oluşuyor. Ama ikimiz de biliyoruz ki, bu zaman formu öyle göründüğü gibi üç aylık falan değil. Çünkü anlatım zamanı ve anlatılan zaman ilişkisine baktığımızda diğer kitaplarında olduğu gibi burada da „mutlak zamansızlık“ hakim. Nitekim aldığın notlar, yaptığın gözlem ve çıkarımlar sadece seninle ilgili değil. Yine insana dair herşeyi anlatmışsın. İnsanlık Komedisi´nde yaptığın gibi. John Steinbeck´le olan arkadaşlığından tut, Leipzig´de bir kilisede çalan Bach´a; bizim evden, daha yeni tramvayda karşılaştığım Suriyeli mültecinin tedirgin bakışlarına kadar herkes-herşey var anlattığın hikayelerde. Anlatımında sohbet eder gibi. Hiç incitmeden. En karmaşık anlaşılması güç ilişkiler, dengeler ya da dengesizlikler bile senin dilinde sadeleşiyor. Hatta insan okurken kendi kendine kızıyor bile, „Hakikaten öyle ya…! Ben niye daha önce düşünemdim?“ diye. Mesela bir yerde diyorsun ki;
„...para herkese dağıtılınca para olmaktan çıkacak, top yekun yoksullaşmaktan başka bir sonucu olmayacak. Para ancak çoğunluktan esirgenip, bir kaç kişinin elinde toplanınca paradır. („Bu fukara takımı parayla ne yapacağını bilmez zaten...“ der zenginler.)
Ama yalnızca yoksullardır gerçek insanlar; aç açına akın akın gelir, çalışır, çabalar, doğurur ve ölürler. Doğanın muazzam ekolojik dengesini sağlarlar böylece. Zenginler bunun dışındadır, onlar aslında insan soyuna mensup sayılmazlar. Ait oldukları soy, tahayül etmekten hoşlandıkları gibi üstün değildir asla. Yoz bir soydur, doğayla ilgisi olmayıp, dünyevidir.“
Tabi bu satırları okurken ister istemez farklı yerlerde ve versiyonlarda okuduğum hayat hikayen aklıma geliyor. Ama daha çok hayat hikayenden esinlenerek kitaplarına koyduğun çocuk figürleri... Gazete satan, çalışan, hayata direnen. Para için mücadele eden, ama asla paranın oyunlarına gelmeyen, karakter sahibi insancıklar.
Güncedeki Konular
Yazdıklarını okurken sende farkettiğim bir şey oldu. Hayatın her anını dikkatle gözlemişsin ve illa ki bir soyutlama yapmak istemişsin sanki. Mesela bir yerde Fransa'daki evine gelen su tesisatçısıyla herhangi bir sigortacıyı karşılaştırıyorsun. Onların hayatla ilişkisinin nasıl olduğunu, ve neden farklı olduğunu anlamaya çalışıyorsun. Kafandaki düşünce mekanizması öyle doğal işliyor ki, ister istemez yazdıklarını okuyan kişi de aynı soyutlama ihtiyacına kapılıyor. Yediğin peynirin tadı, yaşlandıkça büyüyen burnun, sana acı veren dişlerin, aya ilk çıkan insanlar, okuduğun gazete haberleri, iyi bir yazarın neyi nasıl yazması gerektiği, izlediğin oyunlardaki figürler, o figürlerin hayatta karşılaştığın izdüşümleri, duyduğun haberler hakkında yaptığın yorumlar...vb. Herşey senin anlatımında giriş-gelişme-sonuç olmadan akıp gidiyor. İnsan yazdıklarını okurken aslında kendi kendine düşündüğü ya da seninle konuştuğu hissine kapılıyor.
Konularda Sayısal Ayrıntılar
4 Ağustos 1967 de sayısal ayrıntı diye bir not düşmüşsün ve diyorsun ki:
„Saçma rakamlar vardır. Mesela 1967, oysa beş ay sonra beklenen 1968 O.K. bence.„
Tam 50 yıl önce bu satırları yazarken 1968´de 60 yaşına gireceğini elbette biliyordun, ki buna da hazır olduğundan belki; Ok. diye yazmışsın. Yani benim bu ayrıntıya yorumum böyle.
Sonra aynı kitapta 31 Ağustos´ta doğum gününle ilgili şu notları düşmüşsün:
„ Bugün ayın 31´i. 1967 Ağustos´un son günü. Tam 59 yaşındayım; buna şaşmakla birlikte sevinçli ve gururluyum. Kutlamak için traş oldum, banyo yaptım, temiz giysiler giydim ve tam alt kata indiğim sırada La Fortune´ün kapısı hızla içeri doğru açıldı; önce 50´sinde şişman bir kadın, ardından 40 yaşlarında, onun arkasından da 30´larında bir kadınla üç genç kız, onların peşinden altı genç adam… Bir an önce masalarını terk ederek, sokağa güneşe çıkıp, bir şeyler atıştırma telaşıyla merdivene hücum ettiler.“
İşte sayısal ayrıntı diyorsun ya, ben de sayılara dikkat ettim. Saydım. Düşünsene bi, yabancısı olduğun bir ülkede, yabancısı olduğun altı kadın ve altı erkek senin 60´ına merdiven dayadığın bir günde bilmeden doğum gününü kutlamışlar aslında. Yalnız kalmamışsın.
Sonra Aras'ın yayınladığı bu elimdeki kitapta iki küçük ayrıntı daha dikkatimi çekti;
59. yaş gününü anlattığın satırlar 58. sayfada, 59. sayfadaysa Ara Güler'in çektiği bir fotoğrafın var. Altına şu not düşülmüş:
„Boyu bir buçuk metreden kısa, kaba, kunt yapılı, cavlak kafalı, esmer bir Ermeni´dir. Nevi şahsına münhasır, sevimli saygı görmeyi hak eden bir adamdır...“
Şimdi yazıyı bitirirken bugünün tarihine baktım 31 Ağustos 2017. Yani tam 50 yıl önce Paris ve Fresno´da yazdığın günceyi okumak, o günceden yola çıkıp sana bu mektubu yazmak 109. doğum gününe kısmetmiş.
Ne diyelim… Doğum günün kutlu olsun.
Ha bu arada, küçük bir ayrıntı da var:
Kitabın ilk sayfalarında seni tanıtırken, 1981 yılında doğduğun yer olan Fresno´da öldüğünü yazmışlar. Doğru mu bu bilgi? Bana pek öyle gelmedi. Sanırım aynı yıl Erivan'a taşındın, öyle değil mi? Oradaki ünlüler mezarlığına...
Neyse, nerede olduğun önemli değil artık. Zaten heryerde olduğunu ispatlamış bir yazarsın.
Burada yazdıklarını hala büyük bir heyecanla İngilizce, Almanca, Ermenice, Türkçe okuyan tüm okurlarından selam ve sevgiler…
Nice yaşlara William Saroyan…!
Köln, 31.08.2017
Songül Kaya-Karadağ