“Nebin şîrigê sûçên dewleta xwe.”[1]
Geç milliyetçiliklerin (Katalonya, İskoçya, Korsika, Kürdistan vb. örneklerindeki yakıcılıkla), netameli bir konu olduğu bir “sır” değil; hem de “Kudüs’un yanındayım, Kürt devletine karşıyım,”[2] diye haykıran Selda Bağcan’lı; “İki önemli referandum yapıldı. Katalonya İspanya’dan, Kürdistan da (IKBY) Irak’tan self determinasyon yoluyla ayrılmak istedi. Bu konulara aşina olmayanlara bunlar iki benzer durum gibi gözükebilir. Gerçi biçimsel olarak benzerlikleri yok değil... Ama işin özü açısından fevkâlâde farklı iki durum,”[3] sözleriyle eşlik eden Baskın Oran’lı coğrafyamızda!
Dikkat edin; biri ulusal solcu, diğeri de neo-liberal iki tutum aynı noktada buluşuyor!
Siyasal yelpazede çok yaygın olan bu hâlle mücadele olmazsa olmazken; anımsanması-anımsatılması gereken V. İ. Lenin’in, “Karl Marx, devrimci tarihsel anlarda ‘polemik’ten korktukları kadar başka hiçbir şeyden korkmayan pimpirikli ve dar kafalı devrimcilerden değildi, uyarısıdır.
PRATİK HÂL(İMİZ)
Gerçekten de, XXI. yüzyılda, “Ulusal Sorun”dan söz etmek, zor. Kimsenin inkâr edemeyeceği ve etmesinin de mümkün olmadığı coğrafyamızda Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH), sonu gelmeyen eklektisizm ile kafa karışıklığına denk düşerken; bunun da sonucu şovenizm olarak karşımıza dikiliyor.
Aslı sorulursa Marksist-Leninist teori açısından UKKTH’nın tartışmaya açık bir alanı oluşturduğunu da “es” geçmek mümkün değildir. Ancak buna rağmen UKKTH, radikal sosyalistler için aslî önemdeki enternasyonalist bir zorunluluk alanıdır.
Tam da bunun için V. İ. Lenin’in, “Kim her türlü ulusal baskı ya da eşitsizliğe karşı savaşmıyorsa, o, Marksist değildir.”
Veya “Eğer bir ezen ulus Marksisti, ezilen ulusun tam hak eşitliği isteğini ya da onların bağımsız bir devlet kurma hakkını bir an bile unutursa, yalnızca burjuva değil, ama aşırı gerici milliyetçiliğin bataklığına kaymış olur,” saptamaları ezilen ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının önemini vurgulayan saptamalardır.
Elbette tarihsel pratiğin defalarca doğruladığı üzere, ulusal ve sömürgesel sorun emperyalizmin egemenliğinden kurtuluş meselesinden soyutlanamazken; Marksist-Leninistler’in özgül şartları değerlendirmesi ve pratiği emekçi halklar ile mücadelenin çıkarları doğrultusunda formüle etmesi gerekir.
Böylesi aslî bir yaklaşım temelinde UKKTH, ayrılığı önererek, özgür/ enternasyonalist bir birliğin oluşmasını hedefler.
Marksist-Leninistler için nihai kertede aslî soru(n) anti-emperyalist, sosyalist mücadeleyken; “Bir emperyalist güce karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinin, belirli koşullar altında, başka bir ‘büyük’ güç tarafından kendi emperyalist amaçları için kullanılabilmesi gerçeği de, sosyal demokrasiyi Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını tanımaktan alıkoyamaz,” der V. İ. Lenin ve ekler:
“Bir Marksist, ulusal hareketlerin tarihsel haklılığını, kesin olarak kabul eder. Ama bu kabul edişin, milliyetçiliği savunma biçimini almaması için, o, ulusal hareketlerde ilerici ne varsa sadece onu desteklemekle sınırlamalıdır; öyle ki, proleter bilinci, burjuva ideolojisi tarafından karartılmış olmasın.”
“Ezilmiş, eşit olmayan uluslar için, ayrım yapmaksızın, ayrılma özgürlüğü istiyorsak, bunu, ayrılmadan yana olduğumuz için değil, ama zoraki birlikten farklı olarak, yalnızca özgür, gönüllü birlikten ve kaynaşmadan yana olduğumuz için istiyoruz. Tek neden budur.”
Çünkü ulusal hareketler hâkim sınıfları soru(n)lar konusunda karar vermeye zorlar; V. İ. Lenin’in işaret ettiği üzere: “Ulusların kaderlerini tayin hakkı”, demokratik bir düzeni zorunlu kılar, öyle ki, bu düzende yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilmez, burada, özel olarak ayrılma sorununu demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir... Gericiler, bir demokratik oylamayla, çoğunluğu sağladıkları zaman, genellikle şu iki şeyden biri olur: ya gericilerin kararı uygulanır, ve bunun kötü sonuçları yığınları hızla ya da yavaş yavaş gericilere karşı demokrasiye doğru iter; ya da demokrasi ile gericiler arasındaki çatışma bir iç savaşla ya da benzeri bir şeyle çözüme, bağlanır.”
Özetle UKKTH, sınıf mücadelesi gerçeğinden soyutlanmış bir mutlaklık değildir; ezen ulusların sosyalistlerinin tavrını V. İ. Lenin şöyle formüle eder:[4]
“Eğer bir Rus (ezen ulus) Marksisti, (ezilen ulus) Ukraynalıların tam hak eşitliği isteğini ya da onların bağımsız bir devlet kurma hakkını bir an bile unutursa, yalnızca burjuva değil, ama aşırı gerici milliyetçiliğin bataklığına kaymış olur.”
“Egemen ulusun (ya da nüfusun çoğunluğunu oluşturan ulusun) siyasal yönden ayrılma isteğini gösteren ulusa karşı hangi biçimde olursa olsun kuvvet kullanmasına, koşulsuz olarak karşı çıkmalıdırlar.”
Kısaca değindiğim konularda, “somut koşullar”, “kitap öyle demiyor” vb. türden itirazlar olmaktadır!
Ancak “itirazlar”ın “gerekçe” ve “mahiyeti” ne olursa olsun; istense de istemese de, UKKTH ilkesi XXI. yüzyılda da politik gündem(imiz)in acil maddelerindedir. Ve sosyalistlerin bu temel ilkeyi tahrif etmeleri, onları iddialarından azede kılıp, kendilerine yabancılaştırmaktadır.
Kim ne derse desin; eğer işçi sınıfının ve ezilen halkların “düşmanlıkları”nın ortadan kaldırılarak, enternasyonalist birliğinden yanaysanız; hiçbir “gerekçeyle ezilen hakların ayrılma hakkına itiraz edemezsiniz. Çünkü “ulusal sorun”un çözümü, ezen ve ezilenler arasındaki uçurumun aşılması tam hak eşitliğiyle taçlandırılmış özgürlükle mümkündür.
Bu bağlamda UKKTH ilkesinde, sosyalistlerin sorumluluğu birinci derecede önemliyken; söz konusu soru(n), başta ayrılma hakkı olmak üzere, “ama”lar, “fakat”larla halının altına süpürülür gibi ele alınamaz ve alınmamalıdır da.
Evet “Başta ayrılma hakkı olmak üzere” dedim! Bu konuda V. İ. Lenin’in 1914’de Polonya’nın ayrılma hakkına ilişkin olarak Menşevik Semkovski ile tartışmalardaki tavrı uyarıcı olmalıdır:
“Eğer Polonya proletaryası, tek bir devlet sınırları içinde, bütün Rus proletaryasıyla omuz omuza savaşmak istediği hâlde, Polonya toplumunun gerici sınıfları, Polonya’yı Rusya’dan ayırmak isterlerse ve bir referandumla ayrılmadan yana olan oyların çoğunluğunu sağlarsa biz ne yapacağız? Biz Rus sosyal-demokratları, merkezi parlamentoda, Polonyalı yoldaşlarımızla birlikte oyumuzu birlikten yana mı kullanacağız, yoksa ‘ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı’nı ihlâl etmemek için ayrılmadan yana mı oy kullanacağız?” sorusuna V. İ. Lenin’in yanıtı çok nettir: “Bundan açıkça anlaşılıyor ki Bay Semkovski neyin tartışıldığını bile anlamamaktadır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, sorunun merkezi parlamentoda değil ayrılan bölgenin parlamentosunda (diyetinde, referandumunda vb.) çözüme bağlanması gerekir.”[5]
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi konusunda Ekim Devrimi ile Polonya ve Finlandiya’nın ayrılma haklarına kavuştukları (ve bu hakkı kullandıkları) unutulmamalıdır.
Öncelikle Finlandiya: Orasının yakın tarihini anlamak için Çarlık rejiminin yıkılışı ile Ekim Devrimi’ni kavramak gerek. Çünkü Finlandiya’da Cumhuriyet, Ekim Devrimi’yle yaşıt. İkisi de 100 yaşında. Yani Finlandiya’nın özgürlüğü Ekim Devrimi’nin eseri. Devrim yılı 1917’de Aleksandr Kerenski, Finlandiya’nın, yeni Rusya Cumhuriyeti içindeki özerklik statüsünü ve talepleri şiddetle reddettiği hâlde; Bolşevikler, iktidarı alır almaz Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıdılar.
Ve Polonya: Hatırlayın Rosa Luxemburg’un Polonya’nın burjuvazisini öne sürerek ayrılma hakkına itirazlarına V. İ. Lenin en ufak taviz vermeyip, “Ezilen ulusların milliyetçiliğinden korkmakla Rosa Luxemburg gerçekte Büyük-Rusların kara-yüzler milliyetçiliğinin oyununa gelmektedir,” derken; sonra da farklı vesilelerle ekler:
“Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak her şeyden önce ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir.”
“Ayrılma hareketi karşısındaki tutumumuz, bir kayıtsızlık, yansızlık tutumudur. Eğer Finlandiya, Polonya ya da Ukrayna, Rusya’dan ayrılırlarsa, bunu kötü bir şey saymayız. Bunda kötü ne olabilir ki? Buna kötü bir şey diyecek olan şovendir. Çar Nikola’nın siyasetini devam ettirmek isteyen kimse deli olmalıdır. Norveç, İsveç’den ayrılmadı mı? Norveç’in İsveç’ten ayrılmasından sonra bu iki ülkenin halkları arasında, proleterleri arasında karşılıklı güven artmıştır. İsveçli toprak sahipleri, bu yüzden savaşa girişmek istediler, ama İsveçli işçiler böyle bir savaşa katılmayı reddettiler.”
“Herhangi bir ulustan daha çok başka halkları baskı altına almış olan biz Büyük Ruslar nasıl olur da Polonya’nın Ukrayna’nın ya da Finlandiya’nın ayrılma hakkını tanımazlık ederiz? Yapılacak şey, Rusya’da ezilen ulusların ayrılma hakkını, Polonya’da da birleşme özgürlüğünü belirtmektir. Birleşme özgürlüğü, ayrılma özgürlüğü anlamını da taşır. Biz Ruslar, ayrılma özgürlüğü üzerinde direnirken Polonyalılar birleşme özgürlüğü üzerinde durmalıdırlar.”
Yani ezen ulus sosyalistlerine coğrafyamızda (Türkiye’de) çok açık ki ayrılma hakkını savunmak düşer. Savunacaksa, ezilen ulus sosyalistleri birleşme özgürlüğünü savunur. Çünkü “İkinci enternasyonallerin yaptığı gibi sosyalist etiketini kullanan burjuva demokratlarının yetindikleri, ulusların eşitliğinin tamamen biçimsel, sözde kalan basit tanımlamasıyla kalamaz.”[6]
“ULUSAL SORUN(UMUZ)”
Devrimci diyalektik ile teorisizm arasındaki farkı unutmaması gereken “Ulusal Sorun(umuz)” sadece bir politik slogan olarak değil, diyalektik bir gerçek olarak ele alınmak zorundadır.
Örneğin Birinci Enternasyonal’de ulusal sorunun varlığını reddedip; toplumun somut gerçekliğiyle ilgilenmeyerek, teorisist soyutlamalardan hareket eden anarşizmin öncüsü Proudhon olumsuzluğunu “es” geçmeden!
Birinci Enternasyonal’in Genel Konseyindeki Proudhonistler Polonyalılar’ın, İtalyanlar’ın ve İrlandalılar’ın ulusal kurtuluş mücadelelerini önemsiz saymıştı. Onlar için gerekli olan tek şey, Fransa’da bir devrimdi ve herkes onu beklemeliydi. Ancak ezilenler bekleyemezdi ve beklemeyeceklerdi.
1866’da Karl Marx, Paris’teki ‘Proudhonist Klik’i kınayan yazısında, “Milliyetleri saçmalık olarak ilan ediyor ve Bismarck ve Garibaldi’ye saldırıyor. Şovenizme karşı polemik olarak, taktikleri faydalı ve açıklanabilir. Fakat Proudhon’a inananlar (burada iyi arkadaşlarım, Lafargue ve Longuet de o gruba aittir), Fransa’daki beyler fakirlik ve cehaleti kaldırıncaya kadar tüm Avrupa’nın sessizce ve barış içinde oturabileceğini ve oturacağını düşünüyorlar-gülünç oluyorlar,”[7] diyordu.
Bunları hatırlatmakta yarar var…
Devamla: V. İ. Lenin gibi Karl Marx da, her zaman uluslararası devrim ve proletaryanın genel çıkarlarının bakış açısından yaklaştığı ulusal sorun konusunda çok esnek bir konuma sahipti.
Bir başka deyişle hem Karl Marx hem de V. İ. Lenin, UKKTH talebini, (ne mutlaklaştırıp, ne de inkâr etmeden!) sınıf mücadelesi perspektifiyle ele alıyorlardı.
“Ulusal Sorun” da, diğer tüm sosyal soru(n)lar gibi, özünde bir sınıf meselesidir; bu da, V. İ. Lenin’in olduğu gibi, tüm Marksistlerin bakış açısıdır:
“Gelişmemiş olsa bile her ulusal kültür, demokratik ve sosyalist kültürel unsurları barındırır; zira her ulusta, demokrasi ve sosyalizm ideolojisine kaçınılmaz olarak yol açan yaşam şartları sömürülen ve ezilen kitleler vardır. Ancak her ulus ayrıca, yalnızca “unsurların” değil aynı zamanda egemen kültürün de şeklini alan burjuva kültürüne de sahiptir (ve çoğu ulus ayrıca Kara Yüzler ve ruhani kültüre de sahiptir). Bu nedenle, genel ‘ulusal kültür’, arazi sahiplerinin, din adamlarının ve burjuvazinin kültürüdür.”[8]
Evet ulusal taleplerin sosyalist değil, demokratik bir karakteri vardır. Baskının tüm diğer türlerinde olduğu gibi en çok zararı işçiler görmesine rağmen ulusal baskı sadece işçi sınıfını etkilemekle kalmaz; tüm insanları, geniş kitleleri etkiler.
Bu da ulusal sorunun kapsadığı alanın genişliğine ve önemine denk düşerken; V. İ. Lenin ise, işçilerin her zaman kendi burjuvazilerine karşı savaşmakla mükellef olduğunu ifade eder.
V. İ. Lenin’in politik duruşunun merkezinde yer alan UKKTH talebi her Marksist-Leninist için alfabenin ABC önermesidir. Ancak unutulmamalıdır ki, alfabede ABC’den sonra da birçok harf varken; daima sürekli “ABC”yi tekrarlamamalı ve meseleyi her yönüyle ilgilenip, diyalektik olarak -V. İ. Lenin’in satırlarındaki üzere- şöyle irdelemelidir:
“Bizi, ‘istemi ikici [bir anlayışla-çn.] yorumlamakla’ suçlayan P. Kievski şöyle yazıyor: ‘Enternasyonal birci eylemin yerine ikici propaganda konmuştur’…
Bizim ‘ikici’ olduğumuzu düşünüyor. Neden? Çünkü bizim her şeyden önce, ezilen ulusların işçileri için istediğimiz şey -bu yalnızca ulusal sorunda söz konusu- ezen ulusların işçileri için istediğimiz şeyden farklılık gösteriyor…
Ulusal sorun açısından, ezen ve ezilen uluslar işçilerinin fiili koşulu aynı mıdır?
Hayır, aynı değildir.
1) Ekonomik bakımdan farklılık şudur: Ezen ulusların işçi sınıfı içindeki kesimler, bu uluslar burjuvazisinin, ezilen uluslar işçilerini fazladan sömürü yoluyla elde ettikleri aşırı kârdan (superprofits) kırıntılar alırlar. Bundan başka, ekonomik istatistikler, ezilen uluslara bakışla, burada işçilerin daha geniş bir yüzdesinin ‘kağıttan patron’ (‘straw bosses’) hâline geldiğini, daha geniş bir yüzdesinin işçi aristokrasisine yükseldiğini gösteriyor. Bu bir gerçek. Ezen ulusların işçileri, ezilen ulusların işçilerini (ve halk yığınlarını) yağmalayan kendi burjuvazilerinin, belli bir ölçüde ortağıdırlar.
2) Siyasal bakımdan farklılık şudur: Ezilen ulusların işçilerine bakışla, ezen ulusların işçileri, siyasal yaşamın birçok cephesinde ayrıcalığı olan yerler tutarlar.
3) İdeolojik olarak ya da manen farklılık şudur: Ezen ulusların işçilerine okulda ve yaşamda, ezilen uluslar işçilerine tepeden bakmaları, onları küçük görmeleri öğretilir. Örneğin bu, Büyük-Ruslar arasında doğmuş, ya da onlar arasında yaşamış her Büyük-Rus’ta görülmektedir.
Demek ki, bireylerin istek ve bilinçlerinden bağımsız olan nesnel dünyada, nesnel gerçeklikte, yani ‘ikicilik’te, her bakımdan farklılıklar vardır.
Böyle olduğuna göre, P. Kievski’nin ‘Enternasyonalin birci eylem’ savına nasıl itibar edebiliriz?
Bu sav, kof, tantanalı bir sözdür, daha başka bir şey değil.
Gerçek yaşamda Enternasyonal, ezen ve ezilen uluslara bölünmüş işçilerden oluşmaktadır. Eğer Enternasyonalin eylemi birci olacaksa propagandası her ikisi için aynı olmamalıdır. Sorunu, gerçek ‘bircilik’in (Dühringci bircilik değil), Marksist materyalizmin ışığı altında, böyle görmemiz gerekir…
Kendi kaderini tayin hakkına karşı olanların derdi, gerçek yaşama ait tek bir olayı bile sonuna kadar tahlil etmekten korkarak, cansız soyutlamalarla yetinmeleridir.”[9]
Evet V. İ. Lenin’in işaret ettiği üzere, “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı başkalarının egemenliği altındaki ulusların öncelikli olarak ayrı devlet kurma hakkıdır. Baskının, zulmün ve zorun olduğu koşullarda ezilen ulusların, bu hak için yürüttükleri mücadele her zaman meşrudur.”
“Bugünkü emperyalist çağda dünyadaki sosyalistlerin çoğu, başka ulusları ezen ve bu durumu geliştirmek için çaba gösteren ulusların üyesidir. Bu nedenledir ki, gerek barış, gerek savaş zamanında, ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünden yana propaganda yapmayan bir sosyalistin, gerçekte sosyalist ya da enternasyonalist olmadığını, yalnızca şovenist olduğunu ilan etmediğimiz sürece, ‘toprak ilhaklarına karşı savaşımımız’[10] anlamsız kalacak ve sosyal-şoven bağnazları hiç ürkütmeyecektir. Hükümet yasaklarına karşı meydan okuyarak, yani özgür, yani yasadışı basında böyle bir propaganda yapmaya yanaşmayan ezen ülke sosyalisti, uluslar için eşit hakların ikiyüzlü savunucusundan başka bir şey değildir.”[11]
“Bunu, sosyalizm için devrimci savaşımımızdan ayrı bir şey olarak istiyor değiliz; eğer bu savaşım, ulusal sorun dahil, demokrasinin bütün sorunlarına devrimci bir yaklaşımla ilişkilendirilmezse boş bir sözden öteye gitmeyeceği için istiyoruz. Kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, ya da küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletten ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez. Nasıl ki, Marx 1869’da, İrlanda’nın ayrılmasını, İrlanda’yla Britanya, arasında bir bölünme olsun diye değil, ama onun ardından gelecek özgür bir birlik için istediyse, ‘İrlanda için adalet’i sağlamak üzere değil, ama Britanya proletaryasının devrimci savaşı için istediyse, biz de aynı biçimde, Rus sosyalistlerinin, ulusların kendi kaderlerini tayin özgürlüğünü istemeyi reddetmelerini, demokrasiye, enternasyonalizme ve sosyalizme doğrudan doğruya ihanet sayıyoruz.”
“Biz asla zorunlu bağlara değil, yalnız gönüllü bağlara değer veriyoruz, her ulusun ayrılması konusunda ısrar etmiyor olsak da, nerede uluslar arasında zorunlu bağlar görürsek, orda her halkın kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrılma hakkı konusunda mutlaka ve kararlı olarak ısrar ediyoruz, bu hakta ısrar etmek, savunmak ve bu hakkı tanımak, ulusların eşitliğine ısrarlı olmak demektir, zorunlu bağları tanımayı reddetmek demektir, hangi ulus olursa olsun her hangi bir ulusun tüm devlet ayrıcalıklarına karşı çıkmak demektir ve farklı uluslardan işçiler arasında tam sınıf dayanışması ruhunu geliştirmek demektir.”[12]
“Proletarya ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgelerin, ulusal politik ayrılma özgürlüğünü talep etmek zorundadır. Aksi takdirde, proletaryanın enternasyonalizmi boş bir söz olacaktır... Ezen ve ezilen ulusların işçileri arasında ne güven ne de sınıf dayanışması mümkündür.”
“Kendi burjuvazisiyle siyasal birliği, tüm ulusların proletaryasıyla birliğin üstünde tutan işçiler, kendi çıkarlarına, sosyalizmin isterlerine ve demokrasinin isterlerine karşıt davranıyorlar demektir.”[13] Örneğin “PSP (Polonya Sosyalist Partisi), ulusal sorunun, ‘biz’ (Polonyalılar) ve ‘onlar’ (Ruslar, Almanlar, vb.) karşıtlığına öncelik verirler. Oysa sosyal-demokrat, ‘biz’ proleterler ve ‘onlar’ burjuvazi karşıtlığına öncelik verir.”[14]
“Bize deniyor ki: Ayrılma hakkını destekleyerek, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğini destekliyorsunuz. Şöyle yanıt veriyoruz: Hayır. Burada tam da burjuvazi için ‘pratik’ çözüm önemlidir, oysa işçiler iki eğilimin ilkesel olarak birbirinden ayrı tutulmasına önem verir. Ezilen ulusun burjuvazisi ezenlere karşı mücadele ettiği ölçüde, biz her zaman ve her durumda herkesten daha kesin bundan yana olacağız, çünkü biz baskının en güçlü ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ezilen ulusun burjuvazisi kendi burjuva milliyetçiliğini temsil ettiği sürece, biz ona karşı dururuz. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve diktatörlüğüne karşı mücadele ederiz ve ezilen ulusun ayrıcalıklar elde etmeye yönelik herhangi bir çabasına hoşgörü göstermeyiz.”[15]
“SONUÇ YERİNE”
Karl Marx’ın, “Başka bir ulusu ezen ulus, özgür olamaz,” vurgusunu ve V. İ. Lenin’in, “Ki wekheviya netewan û zimanan nasneke û neparêze, li hember her cûre zordesti an ji newekheviya netewi şer neke, ew ne Marksist e/ Kim ulusların ve dillerin eşitliğini tanımıyor ve savunmuyorsa, kim her türlü ulusal baskı ya da eşitsizliğe karşı savaşmıyorsa o Marksist değildir.” “Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı, sosyalizmin geleceği ana kadar ertelenemez!”[16] uyarısını hiçbir koşulda inkâr edip, yadsıyamayız!
Çünkü Şeyh Bedreddin’in, “Başka halklar üzerinde baskı uygulamak, özünde kendi halkı üzerindeki baskıyı gizlemeye ve unutturmaya yöneliktir,” uyarısının asla unutulmamasını gerektiren “Ulusal Sorun” konusunda: “Ulusal adaletsizlik kadar hiç bir şey proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve güçlenmesini engelleyemez,” diyen V. İ. Lenin ekler:
“Komünistler, eğer UKKTH, yani ezilen ulusun ayrılma hakkını reddederse, ya da ezilen ulusların burjuvazisinin bütün ulusal istemlerini desteklerse, proletaryanın siyasal çizgisine karşı gelmiş olurlar ve işçileri burjuvazinin siyasetine boyun eğmeye yöneltirler.”
“Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa, bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve ‘kendisinin’ olsun, başkalarının olsun, milliyetçiliğine karşı kesin savaşıma girişmelidir,”[17] zorunluluğunun altını ısrarla çizen V. İ. Lenin ekler:
“Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi, aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da ayrılmayı istemekle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlâksızlıkların savunucuları boşanma özgürlüğüne karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yöntemlerini savunmaya eşittir.”
“Her nerede, uluslar arasında zora dayanan bağlar görürsek, her ulusun ayrılma gereğini vazetmeye asla kalkışmadan, her ulus için, kendi siyasal kaderini serbestçe tayin etme hakkını, ayrılma hakkını azimle ve kayıtsız şartsız savunuruz. Bu hakkı savunmak, tanımak ve ondan yana olmak, ulusların hak eşitliğini savunmaktır, zora dayanan bağlara karşı çıkmaktır, hangi ulus olursa olsun, onun siyasal ayrıcalıklarına karşı savaşım vermektir ve bu yüzden de ayrı ayrı ulusların işçileri arasında tam bir sınıf dayanışmasını geliştirmektir.”
“Herhangi bir ulusun proletaryası ‘kendi’ ulusal burjuvazisinin ayrıcalıklarını en hafif şekilde de olsa desteklerse, bu kaçınılmaz olarak, öteki ulusun proletaryası arasında güvensizlik yaratacaktır; işçilerin uluslararası sınıf dayanışmasını zayıflatacak, onları bölecektir ve böyle bir duruma sevinecek olan ancak burjuvazi olacaktır. Ve ulusların kendi kaderlerini tayin etme ya da ayrılma hakkının reddedilmesi, uygulamada kaçınılmaz olarak, egemen ulusun ayrıcalıklarının desteklenmesi anlamını taşır.”
“UKKTH sloganı, kapitalizmin emperyalist aşamasıyla ilgili olarak da öne sürülmelidir. Biz, statükodan yana değiliz, büyük savaşlarda bir kenarda durmak gibi dar kafalıca bir ütopyaya da inanmıyoruz. Biz, emperyalizme, yani kapitalizme karşı devrimci bir savaşımdan yanayız. Emperyalizm, sömürgeleri yeniden bölüşmek ve uyguladıkları baskıyı artırmak için başka ulusları ezen ulusların savaşımını içerir. Bugün, UKKTH sorununun, ezen ulusların sosyalistlerinin tutumuna bağlı olması, bundan ötürüdür. Ezen ulusun (İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, Rusya, ABD, vb.) sosyalisti ezilenlerin UKKTH’nı tanımıyor ve o hak uğruna savaşmıyorsa, gerçekte o bir sosyalist değil, bir şovenisttir.”[18]
Bu çerçevede UKKTH temelde ayrı devlet kurma hakkının tanınmasından başka bir şey değildir: Ezen ulusun, siyasal yönden ayrılma hakkı için mücadele eden ezilen ulusa karşı kuvvet kullanmasına kesin olarak karşı çıkılmasını; ayrılma hakkının fiilen kullanılıp kullanılmayacağına karar vermenin ezilen ulusun sorunu olduğunun savunulmasını; UKKTH’na karşı çıkan, ezilen uluslara ve ulusal topluluklara baskı uygulayan ya da uygulanmasını savunan tüm siyasal görüşlere karşı ideolojik savaşım yürütülmesini; ulusal ayrıcalıklara ve resmi bir devlet dili olmasına kesinlikle karşı çıkılmasını “olmazsa olmaz” kılar!
UKKTH günümüzde de önemini korumaktayken; ezen ve ezilen ulus ayrımı UKKTH sorununda doğru tutumun ilk koşulu olup; UKKTH’nın savunulması proletaryanın uluslararası birliği ve hegemonyası için yaşamsaldır.
Ulusal önyargıların aşılabilmesi için UKKTH’nın kabulü gerekirken; ayrılma hakkının nasıl kullanılacağı ezilen ulusun bileceği bir iştir ve de ezilen ulus milliyetçiliğine yönelik eleştiriler ezen ulus şovenizminin değirmenine su taşımamalıdır.
“O hâlde” mi?
Katalonya ve Güney Kürdistan pratikleri şahsında yanıt yıllar öncesinde V. İ. Lenin’in, “Pirgirêkên jiyani yên gelan tenê bi hêzê tê çareserkirin. Û serfirazi, tenê bi hêza çekdar ya girseyan û bi raperinê tê bidestxistin. Lê ne bi rêyên zagoni û aştixwaz/ Halkların hayati sorunları ancak kuvvetle çözülebilir. Ve zafer, ancak kitlelerin silahlı gücüyle ve ayaklanma ile kazanılır. Yoksa şu ya da bu yasal ve barışçıl yolla değil,”[19] diye çözümü formüle ettiğinden başka nasıl olabilir ki?
25 Aralık 2017 15:09:36, İstanbul.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:207, Ekim 2018…
[1] “Kendi devletinizin işlediği suçlara ortak olmayın.” (Jean Paul Sartre.)
[2] “Selda Bağcan: Kudüs’un Yanındayım, Kürt Devletine Karşıyım”, 19 Aralık 2017… http://www.vanhaberdar.com/selda-bagcan-kudusun-yanindayim-kurt-devletine-karsiyim/
[3] Baskın Oran, “Ayrı Dünyaların Referandumları: Katalonya ve Kürdistan”, Yeni Ortam, Aylık Derlem - Aralık 2017… http://www.enyeniortam.com/boran10.html
[4] Aynı konuda ezilen ulus Marksist-Leninistler’inin tavrı üzerine de şunları ekler V. İ. Lenin: “… ‘Kendi’ burjuvazisiyle siyasal birliği, tüm ulusların proletaryasıyla birliğin üstünde tutan işçiler, kendi çıkarlarına, sosyalizmin ve demokrasinin çıkarlarına karşıt davranıyorlar demektir.”
[5] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[6] yage.
[7] Karl Marx- Friedrich Engels, Seçilmiş Yazışmalar, 7 Haziran 1866 Mektubu.
[8] V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Tezler”, Ekim-Aralık 1913, Cilt: 20.
[9] V. İ. Lenin, “Emperyalist Ekonomizm”, 2 Aralık 2017… https://solokul.blogspot.com.tr/2017/12/5-bircilik-ve-ikicilik.html
[10] “Eğer herhangi bir ulus zorla bir devletin sınırları içinde tutuluyorsa, bu ulusa, ifade ettiği isteklerinin tersine (bu isteğin basında, halk toplantılarında, partilerin kararlarında ve ulusal baskıya karşı isyan ve ayaklanmalarda ifadesini bulması önemli değildir), ilhakı gerçekleştiren ya da genelde güçlü ulusun askeri birliklerinin tam olarak çekilmesinden sonra devlet olarak varoluşunun biçimi üzerine, en küçük bir baskı olmadan özgür bir seçimle karar verme hakkı verilmiyorsa, bu bir ilhaktır, yani bir istila ve saldırıdır.” (V. İ. Lenin.)
[11] V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2. baskı, 1993.
[12] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[13] V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2. baskı, 1993.
[14] yage.
[15] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.
[16] yage.
[17] yage.
[18] yage.
[19] V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967.