Bu geniş konuyu birkaç başlıkla sınırlandırarak incelemeye çalışacağım: Kazanç kaynağı olarak mülteciler, neden Akdeniz yolu tercih ediliyor?, Almanya neden bu kadar fazla mülteci alıyor ve biz ne yapabiliriz?

Kazanç kaynağı olarak mülteciler

Avrupa ülkelerine yönelik büyük mülteci akımından geçtikleri ülkelerdeki herkes kazanıyor denilebilir. Libya veya Ege kıyılarından eski bir gemi, lastik bot ya da motora tıka basa doldurulup karşı kıyıya –İtalya veya Yunanistan- geçmeye çalışmak yolculuğun son aşamasıdır. Bu aşamaya ulaşabilmek için çıkılan ülkenin ardından uzun bir yolun geçilmesi gerekiyor. Afrika içlerinden Libya’da deniz kıyısına kadar gelinebilmesi için ülke sınırlarının geçilmesi, insan kaçakçılarının bulunması, değişik yerlerde gecelenmesi gerekiyor. Bunların hepsi para gerektirir. Ek olarak da son aşama için 500-1000 Dolar civarında para ödenmesi gerekiyor. Denizde yakalanılıp geri gönderilmez ya da aracın devrilmesi sonucu boğularak ölünmezse, karaya ulaşılabilirse, bu kez yeni gelinen ülkede iltica başvurusu ve sonuçlanıncaya kadar beklemek gerekiyor. Yolculuk sırasında olduğu gibi bekleme süresinde de her yola başvurularak para kazanılmaya çalışılacaktır.

Almancada Senegal’den başlayıp Libya üzerinden İtalya’ya mülteci yolculuğunu anlatan bir kitap yayımlandı. Yazar, Senegal’den yola çıkanlarla birlikte İtalya’ya kadar gelmiş. Değişik yollardan gidilebiliyor ama güvenlikli olan tercih ediliyor. Şunu unutmamak gerek: Senegal’den çıkıp Libya üzerinden uzun bir yolu geçerek İtalya’ya ulaşmaya çalışanlar meteliksiz değiller, olamazlar da. Yolda masraf yapılması gerekiyor, bir de soyulmak tehlikesi var tabii… Güvenlik demek aynı zamanda para demek, birileri size güvence verecekse karşılığını da alacaktır.

Yazar yol boyunca BİLAL takma adını kullanmış… Kendimizi mültecilerin önemli bölümünü oluşturan Suriyeliler örneğiyle sınırlı tutacak olursak…

Bu insanlar Suriye’den Türkiye’ye girdikten sonra genellikle sokakta kalıyorlar. Kamplarda bulunanlar da bulunmakla birlikte Türkiye, bu insanlar için sürekli kalınabilecek bir yer değildir, geçiş ülkesidir. Amaç Avrupa’ya ulaşmaktır. Bu amaçla geçilebilecek en uygun ülke Yunanistan’dır. Ege kıyılarına gelinir ve motorla yakın adalardan birisine geçilmeye çalışılır.

Türkiye’de yaşadıkları süre içinde erkekler her türlü işi çok ucuza yaparak, kadınlar da fuhuş yoluyla para kazanmaya çalışırlar. Güvenlik güçlerinden küçük patronlara, ev sahiplerinden kaçakçılara kadar herkes bu insanlar üzerinden para kazanır. Yüzlerce kişi ülkenin Suriye sınırından Ege sahillerine kadar geliyor, bu sırada değişik yerlerde kalıyor, insan kaçakçılarıyla anlaşıyor ve karşıya geçmeye çalışıyor… Bu süre içinde de polisin, jandarmanın hiçbir şeyden haberi olmuyor!

Frankfurter Rundschau gazetesinin 27 Ağustos tarihli sayısında Kos adasındaki mültecilerin durumu konu ediliyordu. Bir yanda tatil yapan Alman turistler, diğer yanda açıkta yatan çoğunluğu Suriyeli mülteciler… Habere göre adaya ulaşımın fiyatı kişi başına 1000 Avro imiş… Başka bir deyişle cebinde yeterli para olmayan bu yolculuğa çıkamıyor. Bu para nereden geliyor diye sorulacak olursa, kişiye göre değişiyor. Bir bölümü Suriye’den getirmiştir, başka bölümü Türkiye’de bulunduğu süre içinde en kötü işleri yaparak biraz para kazanmıştır ya da bilmediğimiz başka yollar vardır. Önemli olan, belirli bir miktar para olmadan yola çıkılamayacağıdır. Herkes sizin üzerinizden kazanacak… Boğaz tokluğuna çalışacaksınız, fuhuş sektöründe fiyatı iyice düşüreceksiniz vb.

Kos halkı sürekli gelen mültecilere karşı herhangi bir tepki göstermiyor. İlginç olan, adada portatif çadır satan dükkanların bulunması… Açıkta yatmak istemiyorsan ve paran da varsa alırsın bir çadır, kurarsın… Mülteci değil misin, sonuçta geçtiğin yoldaki herkese kazandıracaksın. Kos’a varmak Avrupa’ya ulaşmak anlamına gelmiyor, çünkü uzun bir deniz yolunu geçerek Yunanistan’a varmak gerekiyor ki, bu da büyük sorun… Mülteciler arasında bulunan Afganlılar için yol daha uzundur.

Neden Akdeniz yolu tercih ediliyor?

Bu soruya, başka yol bulunmadığı için cevabı verilebilir. Tehlikeli bir yol… Özellikle Libya’dan İtalya’ya geçerken denizde ölmek yüksek bir ihtimal, ama başka yol bulunmadığı için tehlike göze alınıyor.



50 kişilik küçük sayılabilecek bir yolculuk bile dikkate alındığında, kişi başına en az 500 Dolar verildiği dikkate alınırsa, insan kaçakçısı şebekenin önemli kazanç elde ettiği görülür. Lastik bot ya da köhne motor batsa bile zarar fazla değildir. Ne ki, kazancın tamamının kaçakçı şebekesine gittiğini düşünmemek gerekir. Bu insanlar kıyıda uygun bir yerde toplanacak, deniz aracına bindirilecek ve yola çıkacak… Bu süre içinde polisin, jandarmanın ve sahil güvenliğin gözlerini kapaması gerekir.

Bunu sağlamanın en iyi yolu da paradır. Mültecilerin yolculuk parası –önceki harcamalar dikkate alınmasa bile- geniş bir kesim arasında paylaşılır. Libya gibi iç savaşın sürdüğü bir ülkede yüzlerce insanın ülke sınırından içeriye girmesi, deniz kıyısına kadar gelmesi, buradan bot veya motora bindirilmesi, yol boyunca hakim olan ve birbiriyle savaşan grupların izni olmadan mümkün değildir. Libya’nın büyük bölümünde hakim durumda olan İslam Devleti’nin insan kaçakçılığından da önemli gelir elde ettiği söylenebilir.

Afrika’dan Avrupa’ya geçmenin en kısa yolu Cebelitarık Boğazı olmakla birlikte bu yol alınan sıkı önlemler sonucu kapanmıştır. Geriye tehlikeli deniz yolculuğu kalmaktadır. Türkiye için ise, neden Trakya sınırından Yunanistan ya da Bulgaristan’a geçilmediği sorulabilir. Bir dönem bu yol kullanılıyordu ancak Avrupa Birliği’nin isteği üzerine sınırda uzun bir duvar yapıldı ve geçiş imkansız olmasa bile hayli zorlaştı. Geriye sadece Ege Denizi üzerinden Yunan adalarına geçiş kaldı. Bu yolda da can kaybı olmakla birlikte Libya-İtalya yoluna göre oldukça azdır.

Mülteciler için Yunanistan da kalınabilecek bir ülke değildir, bir geçiş ülkesidir. Hedef Almanya, Fransa, Benelüks ülkeleri ve hatta İngiltere’ye ulaşmaktır. Mülteciler için Yunanistan, Avrupa’ya giriş yapılmasının ötesinde anlam taşımaz. Avrupa’ya ulaşma yolculuğunun ardından bu kez Avrupa içinde yolculuk başlar. Sınırdan geri çevrilmek, belki bir kampta toplanıp geri gönderilmek, sonuçsuz iltica başvurusu yapmak en az iki yıl sürecek bu yolculuğun önde gelen bileşenleridir. Bir Avrupa ülkesinde bir şekilde kalıcı bir statüye kavuşmak için çabalanır. Bunun da yolu iltica başvurusunun kabul edilmesidir ama Suriyeliler dışında kimsenin şansı bulunmamaktadır.

Avrupa birliği içinde de mülteci göçü bulunuyor. Özellikle Arnavutluk ve Makedonya’dan Almanya’ya gelip iltica başvurusunda bulunuluyor ve gelinen ülkenin güvenli olduğu gerekçesiyle kısa sürede geri gönderiliyorlar.

Almanya neden bu kadar fazla mülteci alıyor?

Almanya bu yıl Avrupa Birliği’ne gelen mültecilerin yaklaşık yüzde 40’ını kabul ediyor (yaklaşık 800 bin kişi). Bu bir hükümet politikasıdır. Almanya hükümeti mülteciler konusunda bütün Avrupa Birliği ülkelerinin üzerine düşeni yapmasında ısrarlı olmakla birlikte, bu yıl yaklaşık 800 bin mültecinin ülkeye gelmesine karşı –Makedonya ve Slovakya’nın yaptığı gibi- sınırları kapatmak ya da mültecileri sınırdan geri çevirmek gibi önlemlere başvurmuyor. Baden Württemberg başbakanı, Suriyeliler için iltica işlemlerinin kaldırılmasını bile isteyebiliyor. Mültecilerin büyük bölümünü oluşturan Suriyelilere doğrudan iltica pasaportu verilirse, idari işlemler azalmış olacakmış. Böyle bir şey yapılmıyor ama bu öneri Almanya’daki zihniyet değişikliğinin göstergelerinden bir tanesidir.

Hessen gibi 6 milyon nüfusa ve Konya’nın yarısı kadar alana sahip bir eyalet bu yıl 55 bin mülteci alıyor. Başka bir yazının konusu olduğu için belirtmekle yetineyim: Hessen’in GSMH üretimi Yunanistan’dan fazladır. Hıristiyan Demokratlar (CDU) Almanya çapında bu politikanın öncülüğünü yapıyor, Yeşiller tarafından da destekleniyorlar.

Mültecilerin ilk barınma yerlerinde –Giessen gibi- yaşama koşulları hiç iyi değil, buradan belediyelere dağıtılınca durum daha iyi oluyor. Mülteciler arasında en fazla olan Suriyeliler için sorun bulunmuyor. Arnavutlar geri gönderiliyor, Eritre ve Afganlıların durumu bu ikisinin ortasında denilebilir. Özellikle Doğu Almanya’da mültecilere saldırılıyor, neo Naziler mültecilere ayrılmış bazı binaları kundaklıyor. Bu durum eskiden de vardı, yeni olan çok sayıda gönüllünün mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamak için seferber olmasıdır. Sayıları yine az sayılır ama artık görülebilecek kadar çoklar. Beş yıl önce böyle bir durumdan söz edilemezdi.

Mülteciler ve göçmenler konusundaki katı politikasıyla bilinen Almanya’ya ne oldu, diye sorulabilir. “Almanya göçmen ülkesi midir?” tartışması kesin olarak bitti, cevap evettir.

İlk Türkiye kökenli bakan Aşağı Saksonya’daki CDU iktidarında görev aldı. Gençler için çifte vatandaşlık kabul edildi. Yine de 800 bin mülteci almanın ek açıklamasının olması gerekir. Bu açıklamanın Almanya’nın Avrupa Birliği’nin tüm ülkelerine dayatarak kabul ettirdiği sıkı para politikasında yattığını sanıyorum. Patron Almanya, tepki duyuluyor ama herkes kabullenmek zorunda… Patron olmak her konuda önde olmayı gerektirir. Avrupa’da binlerce mültecinin yollarda olduğu, denizde ölümlerin yanı sıra hemen her gün çok sayıda mültecinin İtalya’ya ulaştığı koşullarda patronluk iddiasındaki bir ülke kenarda duramazdı. Dursaydı Yunanistan’a karşı uyguladığı ödünsüz politikanın eleştirisi daha yüksek sesle duyulmaya başlayacaktı. Şimdi patron saldırıya geçmiş durumda ve mültecilere karşı her ülkenin üzerine düşeni yapmasını istiyor. Avrupa Birliği içinde mülteci krizi varsa herkes üzerine düşeni yapmalıdır. En fazlasını da şimdilik Almanya yapıyor…

Bu arada sinekten yağ çıkarmayı da ihmal etmiyor. Saarbrücken Üniversitesi geldikleri ülkede teknik eğitim almış olan mültecileri –yanlarında gerekli belge bulunmasa bile- okudukları dilde yapılacak yeterlilik sınavına alıyor. Sınavda başarılı olanlar bir yıllık Almanca kurusunun ardından üniversitede teknik bir bölüm okuyabilecekler. Üniversite rektörü böylece Almanya’da yıllardır var olan teknik eleman açığının azalacağını savunuyor.
Mültecilerin önemli bir bölümü ise ucuz iş sektörüne yönlendirilecek…

Sürecek…