Soluksuz 38 yıldır mektuplaşan biri olarak ve mektuplar yaşamımda bu kadar yer almışken, bu hazineyi paylaşmamak bana hüzün verirdi. Ve bu mektuplar sadece “istatistikler ve isimlerden ibaret” değildir... 38 yıldır içeride ve dışarıda hep mahpusluğu soludum. “Çıkanların içeride kalanlara karşı sorumlulukları var” diye düşündüm...

***

12 Eylül’den Günümüze Siyasi Tutsaklar-Mektuplarla Paylaşılan Hayatlar” adlı bu kitabı elime alınca; “Seza kaç yaşında şimdi?” deyiverdim. Öyle ya! Biz buralara geldik, yıllar geçti. Uzağımızdakilerin yaşlarını bile hâlâ ayrıldığımız zamanlar gibi hatırlıyoruz. Ya da galiba, hayatta kalma “şansına” sahip olma ortaklığımızdan olsa gerek; kendimizle diğerlerini hep yaşıt hissediyoruz! Seza, 1954 doğumluymuş! 65’ini devirmiş!

Yaşamımı özetlediğimde: 6,5 yıllık SSK (Sosyal Sigortalar Kurumu)’da devlet memurluğu, 4 yıl illegal mücadele, 9 yıllık mahpusluk, 10 yıl sosyalist basın (Özgür Gelecek Gazetesi) emekçisi olarak çalışmamın ardından 17 yıl boyunca en çok da ev ve ofislerde temizlik işçisi, kimi zaman hasta bakıcısı, kimi zaman anketör, kimi zaman dizgici olarak ama her daim devrimci muhalif yaşam içinde ve insan hakları savunucusu olarak yaşamımı sürdürdüm, sürdürüyorum.

***

Seza Mis Horuz, Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemlerinden tutalım da insan hakları mücadelesi kapsamındaki tüm eylemlere dek: “Ah Seza da orada! Oralarda olsaydım, yapışırdım koluna. İstanbul sokaklarını-işlerini tekrar tanıyana dek rehberliğinde yürürdüm” diyerek, yanında-yanlarında olamadığım için sürekli iç çektiğim insanlardan biri.

Ve işte onun da yazdığı gibi; 38 yıllık mahpus yolculuklarının, 38 yıllık tarihi izlerin, tüm siyasetlerden dostların seslerinin muazzam bir emekle toparlandığı, A-4 ebatında 560 sayfalık bu kitap elimde şimdi.

Seza’nın okurlara hitaben yazdığı 10 sayfalık “mektup” bile başlı başına bir derya! Her paragrafı, ama her paragrafı; yürek işçiliğiyle ve nice yürek işçisinin adıyla işlenen bir derya!

***

Genelde yazıştığım cezaevleri; Mamak, Diyarbakır, Metris, Çanakkale, Bartın, Ceyhan, Malatya, Erzurum, Elazığ, Ermenek, Sakarya, Manisa, Aydın, Eskişehir, Nevşehir, Kalecik Kapalı, Bakırköy Kadın Cezaevi, Kütahya Kadın Cezaevi, Sincan, Tekirdağ, Bolu, Edirne, Kandıra F Tipi Cezaevleri ve Şakran Kadın Cezaevi, Gebze Kadın Cezaevi... Mektuplarda; yaşanılan dönemlere ilişkin bilgiler, yaşama bakışlar, tartışılan görüşler, ortak idealler ve paylaşılan sevinçler, üzüntüler harmonisiyle karşılaşacaksınız.

Mamak Askeri Cezaevi’yle başlayan bu yolculuk, Diyarbakır, Metrisler’den taaa bugünkü F Tipleri’ne dek uzanıyor. İsmen bildiğim-hiç bilmediğim yüzlerdeeen, daha yeni mektup aldığım tanıdık yüzlere dek uzanıyor bu yolculuk. Yaşamayanlarımızdan yaşayanlarımıza dek! Yaşayıp da yıllardır haber alamadıklarımıza dek! Yaşayıp da hâlâ ve hâlâ hapishanelerde olanlarımıza dek!

Kesintisiz ve mükemmel bir şekilde düzenlenmiş, fotoğraflarla da görünür kılınmış bu tarihi, bu canlı aktarımı taşımakta zorlanıyor ellerim ve yüreğim. Anılarımızda-bilincimizde yereden insanların yüreğimize kattıkları zenginliklerin, ne kadar paha biçilmez olduğunu yine-yeniden farkediyorum.

Evet, mücadelemiz hapishanesi olmayan bir dünya yaratmaktır. Ama bu dünyanın olması için de uzun yıllar ve çok sayıda insanın mahpusluğu yaşayacağının bilincinde olarak, tutsakları; ailelerin, dostlarının ve böyle bir dünya düşleyen tüm insanların sahiplenmesi vefa borcudur. Uzun süreler ve yığınla tutsak barındıran bu ülke zindanlarında yıllarca mektupsuz, ziyaretçisiz yaşayan kaç dostumuz var biliyor musunuz?

Yaşamını her daim devrimci muhalif yaşam içerisinde sürdüren bir kadın ve bir anne de olan Seza Mis Horuz; kuşaklar arasındaki alışverişi de gerçekten az ve öz, ancak bir o kadar da derin bir şekilde dokuyor:

Şu net ki, ezilenlerden yanadır sevdalandığımız dünya...

Genç bedenleri ellerimizle toprağa verdiğimiz bu ülke koşullarında tesadüfen de olsa yaşamamız ve bu yaşlara kadar gelme “şansının” bize yüklediği görev; yaşadıklarımızı, öğrendiklerimizi bizden sonrakilerle paylaşmaktır. Fedakârlıklarımızın, militanlığımızın, direngenliğimizin yanında acemiliklerimizin, yetersizliklerimizin, yanlışlarımızın bizden sonraki kuşaklarda da yaşanmaması için içtenlikle, egodan azade, haddini bilerek gençlerle paylaşmak geliştirici olur ve bu saygın bir davranıştır. Yaşlıların tecrübesi ile gençliğin dinamizminin harikulade buluşması için çok da güzel olacaktır.

***

Kitaba Önsöz’ü, derlediği tutsak ürünlerinden ve kendi kitaplarından da tanıdığımız Sibel Öz yazmış: “Tanıdığım en değerli insanlardan Seza Mis Horuz’un bin bir emekle bir araya getirdiği mektuplar kitabı, kendi alanında bir ilk. Daha önceki dönemlerde de mektuplar ya da hapishane mektuplarını içeren kitaplar yayınlanmış olabilir. Ancak bu çapta bir kitabın örneği olmadığını düşünüyorum... Hapishanelerin tarihini mektuplar üzerinden sürmek, belki de olabilecek en insani yaklaşım. Tabi yürek yeterse...”.

Kitabın çıktığının haberini aldığımda, bu çapta bir toparlama yapılabileceğini hayal dahi edememiştim. Şimdi elimde ve sayfalar önüme serildikçe ben de; böyle bir kesintisiz tarih nakşedilişinin ilk oluşunun tarifsiz patlamalarını hissediyorum yüreğimde.

Emeğine-yüreğine sağlık Sevgili Seza!

Bu uzun yolda kesintisiz olarak sürdürdüğün bu yolculuğunda; yolu ve yolcuları en içten mektuplarıyla ve bu mektuplara değen kendi ellerinle aktardığın için, emeğine-yüreğine sağlık!!!

Yüreği yetip, kitabı eline alanların çoğalması umuduyla!

***

Kitabın Künyesi: 12 Eylül’den Günümüze Siyasi Tutsaklar-Mektuplarla Paylaşılan Yaşamlar, Seza Mis Horuz; Doliche Filmcilik&Yayıncılık, Ocak 2020

Not: Bu kitap yayınlanır yayınlanmaz bazı tutsakların eline geçmiş. Onlar sayesinde bu kitaptan haberdar olabildim. Ardından korona zamanları başladı ve kitabı edinebilmem hayli zorlaştı-gecikti. Onların; “görmen lazım” haykırışları ve bunun korona zamanlarına denk gelmesi, beni tarifsiz bir şekilde çaresizleştirdi. “Evlatları ellerinden alınan bütün analar adına duygularımı dile getirdim” diyerek; Zulümden Ötesini Yaşamak adlı kitabı yazan Sultan Anamız’ın oğlu, Özgürümüz’ün abisi Yalçın Karabulut olmasaydı, bu kitaba ulaşmam daha da gecikecekti. Bu vesileyle, Yalçın Karabulut’a da yürekten teşekkürlerimle...