Marx'ın anıt-mezarına saldırının anımsattıkları
Türkiye İşçi Partisi’nin örgütlenme çağrısı
Doğan Özgüden

Ajanslar kimliği belirlenemeyen kişilerin Karl Marx’ın Londra’daki anıt-mezarını tahrip ettiğini bildiriyor. Kuzey Londra Highgate Mezarlığı yetkililerinin açıklamasına göre, tahrip edilen mermer levha üzerinde Karl Marx’ın aile üyelerinin isimleri ve ölüm tarihleri bulunuyor.

Anıt-mezarı tahrip edilebilir ama Marx'ın düşünceleri günümüzde hâlâ ezilen insanlara ve sömürülen ülkelere mücadelelerinde ilham kaynağı ve yol gösterici olmaya devam ediyor.

Haber bana 1962 yılında sendikal mücadelemden dolayı gazete patronlarının beni kara listeye alıp işsiz bırakmaları üzerine göçmen işçi olmak için gittiğim Londra'da Marx'ın mezarını ziyaret edişimi anımsattı.

"Vatansız" Gazeteci kitabımdan bu ziyaretle ilgili bölümü paylaşıyorum:

***
Avusturalya'da muhasebeci olarak çalışmak üzere iş bulmuştum... Gitmeden önce Central Books ve Collets kitapevlerinde Türkiye'de asla göremediğimiz kitapları elden geçiriyor, son derece sınırlı paramın elverdiğince de satın alıyordum.

Central Books'da bulduğum bir biyografisinde Karl Marx'ın Lond­ra’daki sürgün günlerinin ne denli yoksulluk ve çaresizlikle dolu geçtiğini öğrenmiştim.

.....

Trene atlayıp doğru Highgate’e gidiyorum... Trenden indikten sonra istasyon civarında çalışan bir grup mavi tulumlu işçiye soruyorum:

- How can I go to Karl Marx’ tomb?

Şaşkın yüzüme bakıyorlar?
- Whose tomb?
Belki kötü telaffuzumdan dolayı anlayamadılar. Tekrarlıyorum:
- Karl Marx. Great communist thinker... I want to visit Marx’ tomb. 
Birbirlerine bakıyorlar. 
- Sorry, we don’t know this guy!

Yeni bir şok benim için. Kurtuluşu için hayatını vakfettiği işçi sınıfının mensupları, mavi tulumlular, hem de İngiltere’de Marx’ın adını dahi bilmiyorlar.

İstasyona dönüp istihbarata sormaya niyetleniyorum. Neyse ki, istasyondan bir grup Çinli bahriyeli çıkıyor, önde bir çelenk, ellerinde çiçek demetleri... Belli ki Marx’ın mezarını ziyaret edecekler. Onlar büyük bir disiplin içinde mezarlığa doğru ilerlerken ben de peşlerine takılıyorum. İn­gilizce bir kaç kelime konuşmak istiyorum. Mümkün değil, sadece tatlı tatlı gülümsüyorlar, ama son derece heyecanlılar. Çin Halk Cumhuriyeti’nin doğuşuna da ilham veren büyük bir düşünüre saygılarını sunacaklar.

Anıt-mezar görünüyor nihayet. Marx’ın koskocaman kafası ve kaide üzerinde Komünist Manifesto’nun ünlü çağrısı:
“Tüm ülkelerin işçileri birleşiniz!”

Hemen altında da Feuerbach Üzerine 11. Tez’in ünlü tümcesi:
“Filozoflar sadece dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetinmişlerdir. Oysa aslolan dünyayı değiştirmektir.”

Civardaki tarhlardan ne olduğunu bilmediğim kırmızı bir çiçek kopartıp Çinlilerin çiçeklerinin arasına bırakıyorum.

Akşam üzeri tekrar Londra’ya dönüyor ve kapanma saatine yakın Collets‘e uğrayıp Komünist Manifesto’yu satın alıyorum. Ardından da bir sandviç ve bir kutu sütle kendimi küçük pansiyon odasına atarak büyük bir açlıkla, ama sık sık lügata bakarak okumaya koyuluyorum:

“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor - Komünizm hayaleti...
“Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir...”

Ertesi gün tekrar Australia House’a gideceğim ve emekgücümü o ülkenin kapitalizmine satış anlaşmasını imzalayacağım.

Ancak birkaç saat, o da sürekli kabuslar görerek uyuyabiliyorum. Uyandığımda adamakıllı mütereddidim. Daha önce British Museum'da rastlayıp tanıştığım Afrikalı siyah devrimcilerin Türkiye'den çok uzaklaşmama nasihatlarından sonra bir de Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da yazdıkları...

Kapıdan çıkmak üzereyken pansiyoncu kadın elinde bir zarfla arkamdan koşuyor. Kaldığım sürede sosyalist avukat arkadaşım Suha İzmir’den sık sık mektup yazarak neler olup bittiğini bildiriyordu, ben de Londra’daki yaşantımı ve göç projemdeki gelişmeleri yazıyordum.

Evden çıkmadan kapı ağzında mektubu hemen okuyorum. Bu kez Suha’nın mektubu belli ki aceleyle yazılmış. CHP-AP koalisyonunun çöküşünden sonra yine İnönü’nün başkanlığında CHP-YTP-CKMP ve bağımsızlardan oluşan bir hükümet kurulmuş olmasının bizim açımızdan getirebileceği yeni gelişmeleri belirttikten sonra esas haberi veriyor:

Türkiye İşçi Partisi, Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlığında tüm yurtta örgütlenmeye koyulmuş. İzmir’de de çok sevdiğim sendikacı dostum Rahmi Eşsizhan’ın başkanlığında yönetim kurulunu yeniden kurmak üzere ilk temaslar başlamış.

Aybar’ın parti genel başkanlığına Şubat ayında getirildiğini duymuş ve büyük umut bağlamıştık. 1961 genel seçimlerinde hiçbir varlık göstermeyen partinin kurucuları, çeşitli sol aydınlarla temas kurduktan sonra Aybar’ın genel başkanlığa getirilmesi konusunda görüş birliğine vararak bu kararlarını bir bildiriyle açıklamışlardı. Bunun üzerine Aybar da kısa bir bildiri yayınlayarak bu görevi kabul ettiğini kamuoyuna açıklamıştı. Ne ki, belki de araya 22 Şubat Olayları’nın girmesi nedeniyle, örgütlenme konusunda aylarca ciddi bir girişim başlatılmamıştı.

Hükümet değişikliğinin ardından TİP’in örgütlenme çalışmaları da başlatılıyordu. Suha, mektubunda, “Biz bütün arkadaşlar bu örgütlenmede yer alacağız. Sen de ne bahasına olursa olsun hemen İzmir’e dönüp parti çalışmalarına katılabilsen ne kadar iyi olur,” diyordu.

Sevinçle “Yaşasın!” diye bağırmışım. Pansiyoncu kadın merakla yanıma koşup ne olup bittiğini soruyor.

- Londra bitti artık, diyorum. Gidiyorum…

Avustralya’ya gitmek niyetinde olduğumu bildiği için soruyor:

- Ne zaman? Gemiyle mi? Uçakla mı?

- Ne gemiyle ne uçakla... Trenle. Avusturalya’ya da değil, Türkiye’ye!