Kılıçdaroğlu'ndan Adana'daki Ermeniler'e Yönelik Katliama

Linç ve Güruh

Geçtiğimiz günlerde bir "şehit-asker" cenazesine katılan Kemal Kılıçdaroğlu'nun uğradığı saldırı, saldırının ardından saklandığı evin kalabalık tarafından çevrilip, bir kadının "Yakın o evi! Yakın o Alevi'yi" diye bas bas bağırması hepimizde aynı deja-vü efektini yarattı. Yakın zamanlı hafızamız bu duruma hemen isim koyup derindeki bir korkunun ağzını açtı: Linç girişimi... Madımak, Maraş, Malatya, Çorum ve daha burada adını yazamayacağım bilinen bilinmeyen bir sürü linç katliamı aklımıza geldi.

Bu olayın Nisan ayının şu günlerine denk gelmesi kötü bir sürpriz ya da tesadüf değil kuşkusuz. Ama kabus gibi bir şey...! Tecrübeyle sabitlediğimiz korkumuzun kökü elbette daha derinde.

Osmanlı Geleneği

Linç Osmanlı'dan beri süregelen baskı ve şiddetin türlerinden biri. Kendi şartları içinde ihtiyaca göre hep yeniden karşımıza çıkan Ortadoğulu iğrenç bir gelenek…

  • Bu gelenekte adına „Güruh“ denilen tehlikeli bir kalabalık, bir de onun karşısına alıp suçladığı sözde kendisinden olmayan kişi ya da kişiler vardır.

  • Güruhun suçladığı kişi ya da kişiler linç anında, tamamen zayıf-savunmasız durumdayken ani bir saldırıya uğrarlar.

  • Saldırının nerede başlayıp nerede biteceği, hangi zararlara yol açabileceği, ne kadar süreceği çoğunlukla bilinmez.

  • Linç yasa koyucuların ifadesiyle sözde kontrol edil(e)mez bir „kitle eylemi“ olarak açıklanır.

  • Suç işleyen ve olay anında suça zorlayan saldırgan güruh „hassas halk kitlesi“ olarak tanımlanır. Bu haliyle aslında suç ve suçlu meşrulaştırılır.

  • Linç „eylemine“ aktif olarak katılıp kışkırtan, yaralayan, hatta öldüren insanların cezalandırılmadığını yakın zamanlı hafızamız defalarca kaydetmek zorunda kaldı.

    xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Peki devlet „Linç eylemleri“´ni neden engelleyip, teşebbüs edenleri gerektiği gibi cezalandirma girişiminde bulunmaz?

- Çünkü linç hakim ve haksız olan gücün(devletin), fiziksel şiddete dönen illegal öfkesidir. Burada o güç(devlet) açıktan yapamadığını kendine bağlılık yemini eden ve en altta duran en cahil, en saldırgan, en tehlikeli taraftarına yaptırır. O taraftara da "halk" adını verip haksız girişimini meşrulaştırır. Güruhun isminin „halk“ olması fiktif bir yanılgıya da yol açar. „Halk“ devletin suç ortağı olur.

Bu bizim hem dünkü hem de bugünkü paradoksumuz. İşte belki bu yüzden Kemal Kılıçdaroğlu'na saldırıldığı gün yaşadığım deja vü sayesinde bundan tam 110 sene öncesine gidip geldim. Orada gördüğüm; 1909´un Nisan ayında ezici çoğunluğu Ermeni olan 20-30 bin arası gayr-i müslimin tamamen linç yöntemiyle, kontrolsüz güruhlar tarafından katledildiğiydi.

Adana Katliamı-Nisan 1909

31 Mart Vakasi´nı hepimiz az-çok biliriz. Tarih kitaplarında yer verilir. Bir de 31 Mart Vakası- nı takriben gelişen "Adana olayları" vardır ki, bunu çoğumuz bilmeyiz. Hatta bazılarımız duymak bile istemeyiz. Resmi tarihçiler Adana olaylarını bilir ama bilmezden gelirler. Yazmazlar, konuşmazlar.

Halbuki 1909´da dönemin hükümeti Ittihad ve Terakki olayların hemen arkasından iki vekili görevlendirip olayların aslını araştırmalarını, detaylı bir rapor hazırlamalarını ister. Yani bu konuyla ilgili elde yeterince resmi kaynak var. Meclise sunulacak raporu hazırlayan vekillerden biri Yusuf Kemal Bey diğeriyse Hagop Babigyan'dır. Hagop Babigyan'ın raporunda en az 20 bini Ermeni olmak üzere toplam 21 bin gayr-i slimin katledildiği belgeler ve ispatlarla kaydedilir. Ancak bu sayının eksik olduğu da belirtirilir. Çünkü kayıtlarda o dönem sezon işçisi olarak Adana ve çevresinde bulundukları için öldürülen Ermeniler´in sayısı tam olarak belli değildir. Yine olayların tanıklarından Garabet Çalyan ve Artin Arslanyan da katliamla ilgili raporlar yazarlar. Cemal Paşa Ağustos´ta Adana Valisi olarak göreve atanır, olaylarla ilgili mahkemeler kurulur. O mahkemelerde kısmi tutuklamalar ve idamlara karar verilir. Ama buna rağmen güruha katılıp korkunç katliamlarda rol alanların çoğu serbestçe, hiç bir şey olmamış gibi, üstelik vicdanen bir rahatsızlık dahi duymadan günlük hayatlarına devam ederler.

Bunu Zabel Yesayan olayları yerinde gözlemleyip yazdığı Yıkıntılar Arasında adlı kitabında şöyle dile getirir:

‘’İnsani yüreğim alabildiğine sitem yüklü olarak çarptıysa, katillerin görüntüsü bende utanç, karamsarlık ve tiksinti uyandırdıysa, yerle bir olmuş Ermeni köylerinin yanı başında hiç zarar görmemiş Türk mahallelerinin kibrini hissettiysem ve cezasız kalan katillerin bakışlarındaki arsızlığı fark ettiysem de, bunların hepsini üslup şartlanmışlıklarımıza itibar etmeden, sadakatle kaydettim; çünkü gerçek duygularımızı daha uzun süre bu şekilde gizlemeye devam edersek eminin diğer yurttaşlarla karşılıklı güvensizliği ebedileştirmiş oluruz.’’

İşte bu satırlarda Zabel Yesayan´ın işini yaparken gösterdiği sorumluluk, meseleyi akılcı-gerçekçi bir tarzda irdelemek çabası bize de bir fikir veriyor diye düşünüyorum.

Vicdan

Adana ve çevresinde 1909 Nisan ayında yaşanan olayların niteliği bence rakamlarla, tarihlerle, anlatımların kronolojik sıralamasıyla ya da olaylarda aktif rol alan isimlerle ölçülebilecek, anlaşılabilecek bir şey değil. Tarih biliminin ilk işi elbette ispatlanabilir verileri toplayıp, karşılaştırıp belgeleri yan yana dizerek bize -mümkün olan bütünlükte net bir tablo çizmek.

Ancak burada soru şu: Bu tablo çizildi diyelim. Bu tabloya baktığımızda ne anlayacağız? Tabloyu nasıl yorumlayacağız? Bilgisini edindiğimiz tarihten nasıl bir ders çıkaracağız?

Yıkıntılar Arasında adlı kitapta linçlere rağmen sağ kaldığı halde deliren, her şeyini mesela gözleri önünde çocuklarını, ailesini yitiren, sakatlanan, yaralanan, gördüklerinden dolayı hiç konuşamayan, eli-ayağı kesilen yüzlerce mağdurun hikayesi ve sözlü ifadesi var. Bu kitabı notlar alarak, ama her satırında ürpererek ve kendimi zorlayarak okudum. Okurken bildiğim, daha doğrusu hissettiğim bir şey daha vardı; o da Zabel Yesayan´ın yazdıklarını abartmadığı ve hatta duyup, görüp, yaşadığı şeylerden sadece "yazilabilir olanları" kaleme aldığıydı.

Kitapta dikkatimi çeken linç olaylarından birini meseleyi derinleştirebilmek için kısaca burada paylaşmak istiyorum:

Ermeni bir kadın olaylar başladığında kızları ve 17 yaşındaki tek oğluyla can telaşına düşer. İlişkilerinin iyi olduğu Türk-Müslüman komşularından biri, her türlü riski göze alarak aileyi korumak için saklamaya karar verir. Ancak Ermeni ailenin orada saklandığını öğrenen güruh evin etrafını sarar ve Türk-Müslüman aileyi taciz ederek Ermeni ailenin teslimini ister. Türk-Müslüman aile tanınmış bir aile olduğu halde güruhun karşısında zayıf durumdadir. Güruhu yönetenlerle görüşme yapar. Görüşmelerden sonra da Ermeni ailenin hayatta kalabilmesinin tek şartının müslümanlaşmak olduğunu söyler. Başta anne olmak üzere Ermeni aile müslümanlaşmayı kesinlikle reddeder. Ta ki ailenin biricik oğlu boynunu büküp annesine sessizce yaşamak istediğini söyleyene kadar. Anne buna dayanamaz. Yaşamak isteyen oğlunun arzusu karşısında kızlarını da ikna eder ve Müslüman olmayı kabul eder. Güruh içeriye girer. Ele geçirip öldürmek istedikleri ilk kişi ailenin tek erkek evladıdır. Onu yakalayıp annenin yakarmalarına rağmen zorla sürükleyerek götürürler. Yakaran anneye alay ederek verdikleri cevap şudur; "Korkma, korkma onu sadece sünnet edeceğiz...!"

Sırf oğlunun yaşam arzusundan dolayı kızlarıyla birlikte müslümanlaşmak zorunda kalan anneye ölüm haberi gelir. Annenin yönelttiği soru şu olur;

"Öldürürken canını çok yaktılar mı?"

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Linç olaylarında insanın vicdanı sıfıra iner. Saldırgan güruhun ruhuna uygun hareket eden insan linç sırasında artık kendisi değildir. Bir suç aletine dönüşür. Tehlikenin engellenmesi için suçun ve suçlunun cezalandırılması zorunludur.

Bugün haberleri izlerken Kılıdaroğlu´na saldıranların serbest bırakıldığını öğrendim. Ana muhalefet lideri yaptığı konuşmasında da sağduyulu olmak gerektiğinden bahsedip, toplumun huzurunu ve barışı korumak için herhangi bir işlemde bulunmayacağını söyledi. Yani sadece kendisine yönelik değil, muhalif ve farklı olana karşı yüz yıllara yayılan linç girişimini ürkütücü biçimde bir kere daha meşrulaştırdı. Çok üzücü... Ama aynı zamanda da utanç verici.

Köln, 24.04.2019