İnsan Hakları evrenselleştirilemez... Dünyadaki insanlar-kültürler birbirleriyle kıyaslanamaz...”

Eğer biraz daha dikkatli bakarsak, yeryüzünün fethi genellikle hep aynı şeyle sonuçlanmakta: Sahip olduğumuz renkten daha farklısına, sahip olduğumuz burundan biraz daha yassısına sahip olanların hoş görülmeyip tahakküm altına alınışıyla..

Bütün bu olanı taşınabilir kılan ise sadece fikirdir. Neyin-kimin sorumlu tutulacağı bilinmeyen, huzurunda tecrübe edinilerek eğitim alınan ve ona kurban olunabilen bir fikir! Hissi bir itki-sebep değil. Aksine, bütün bunların arkasında olan, bütün bunlara sebep olan sadece bir fikir; ve inanmaktan dahi feragat edilmiş bir fikir [adeta şuurunu kaybetmişçesine-ÇN.-].” –Joseph Conrad, Zifiri Karanlığın Kalbi**-

Bu fikir kültüründeki problem; kendi öz kültürüne hürmet edilmesini sağlamaya çalışırken, ancak aynı zamanda günlük yaşamın realitesinden keskin kopuşu beraberinde getiren bir sunumu-eylemi koşullar. Böylesi gaddarlık eylemleriyle bağlantılı olarak bir yandan: Kölelik, kolonializm, ırkçı baskılar, emperyalist himayecilik uygulamaları hayat hakkı bulur. Diğer yandan da, ve şiir, ve edebiyat, ve toplum felsefesi: Hem bütün bu uygulamalara, hem de onun inşasına kendini kaptırır, izin verir. “İşte burada profesyonel hümanistler acz içerisinde kalır” yazar Edward Said. Ve bu, her terapiyi şu şekilde zorlaştırır: Katiller bağışıklık kazandıkları suçsuzluk fikri içerisinde, yaptıklarını her şeyi de inkâr edenlerdir.

İnsan Hakları’nın evrenselleştirilmesi (ortaklaştırılması-tekleştirilmesi) düşüncesi, bu düşüncenin yepyeni ve korunabilir oluşu; insana ait değildir. Aksine Globalizm’in iktidara ilgisinden ileri gelen, böyle ortaya çıkan bir düşüncedir. Eğer farklı olanları, kendi istedikleri resim içerisinde evrenselleştirebilirlerse (tekleştirebilirlerse), sonrasında onlara karşı ırkçılıktan vazgeçmeleri mümkün hale gelir: Bu fikir tekrar galip gelir. Çünkü, artık aralarındaki yabancılar kendileri gibi oldurulmuştur. Elbette onların kendi kültür şartlarına bağlı evrensellikleri de, kendiliğinden bu dünyadan doğmaz. Aksine sınırlandırılmış-kesinleştirilmiş bir fikrin, kesinlik-sınırlılık fikrinden doğar.

Kendi evrenselliklerini kılına bile dokunulmaz, mukaddes metakültür (kültür ötesi) olarak değerlendirdikleri için; bütün bu olanları, doğal olarak sürekli seve seve unuturlar. Yanısıra asıl olan, kendi evrenselliklerini sistematik bir kabul ettirme ısrarıyla meşrulaştırma gerekliliğidir. Yani kabul ettirmek istedikleri: Gelişim-ilerleme olmadan, sadece birbirini takibeden vakalarla [bahsedilen gaddarca uygulamaları içeren sistemlerle-ÇN.-], kalıcı ve nihai olduğu farzedilen gelecekteki kati dünya gerçekliğinin kabul edilmesidir.

Eşitlik: Farklı olanları, farklılıkları yokmuşçasına algılayarak ve her ırk ya da kültür farkını inkâr ederek, sadece sermayenin kıyaslama geçerliliği süreci aracılığıyla, başarılı bir şekilde mümkün kılınır. Kamusal normalitenin-standartların; ayırdetmeyi yersizce inkâr etmesi, kültür tarihinde tam anlamıyla bir yeniliktir. Bu yenilikle birlikte artık beyazlar kendilerinin siyahlar, yeşiller ve kırmızılardan üstün olduklarını sanırlar. İnsan Hakları’nın evrenselleştirilmesi (ortaklaştırılması-tekleştirilmesi) düşüncesi, bu düşüncenin yepyeni ve korunabilir oluşu; insana ait değildir. Aksine Globalizm’in iktidara ilgisinden ileri gelen, böyle ortaya çıkan bir düşüncedir. Eğer farklı olanları, kendi istedikleri resim içerisinde evrenselleştirebilirlerse (tekleştirebilirlerse), sonrasında onlara karşı ırkçılıktan vazgeçmeleri mümkün hale gelir: Bu fikir tekrar galip gelir. Çünkü, artık aralarındaki yabancılar kendileri gibi oldurulmuştur. Elbette onların kendi kültür şartlarına bağlı evrensellikleri de, kendiliğinden bu dünyadan doğmaz. Aksine sınırlandırılmış-kesinleştirilmiş bir fikrin, kesinlik-sınırlılık fikrinden doğar.

Kendi evrenselliklerini kılına bile dokunulamaz, mukaddes metakültür (kültür ötesi) olarak değerlendirdikleri için; bütün bu olanları, doğal olarak sürekli seve seve unuturlar. Yanısıra asıl olan, kendi evrenselliklerini sistematik bir kabul ettirme ısrarıyla meşrulaştırma gerekliliğidir. Yani kabul ettirmek istedikleri: Gelişim-ilerleme olmadan, sadece birbirini takibeden vakalarla [bahsedilen gaddarca uygulamaları içeren sistemlerle-ÇN.-], kalıcı ve nihai olduğu farzedilen gelecekteki kati dünya gerçekliğinin kabul edilmesidir.

Üstün olduklarını söylemezler. Evet artık onlar kendilerini başkalarından üstün olarak değerlendirmedikleri için, bunu dile getirmedikleri için, başkalarından kat kat üstün oldukları kanaatindedirler. Onların normaliteleri sürtüşmesizliğe eğitir ve kendisi sürtüşmesiz olandır. Bu davranışlarla birlikte artık kendileri, tartışılamaz-çatışılamaz-itiraz edilemez olanlardır.

Yabancının savunulması” olarak tanımlanmış olan kavram, şu anın felsefesiyle tamamen karşıtlık içerisindedir: Bugün ‘yabancı’ kavramı özünde muazzam bir pozitif vurgu taşır [dünyadaki göç hızı gözönünde bulundurulduğunda –ÇN.-]. Kendi içerisinde, kendine özgü müdafaya ihtiyaç duyuşu ve kendi değerini olsa olsa bir dereceye kadar koruyabilme gerçekliği; ‘yabancı’ kavramının içeriği ve bu kavramın meşruiyetidir.Yabancılık’ tablosu, onun gerçek-tarihsel deneyimlerinden geriye yolculuk ve bu yolculuktaki ahlâki-moral kodlarından bağımsız ele alınamaz. Bunlar birbirleriyle kopmaz bağlar içerisindedir. Kim bugün ‘kültür’ü düşünürse, bir refleks olarak çoğul düşünür. Hiçbir başka alçakça münasebetsizlik, iyilerin çoğunluğunu, böyle milyonlarcasını sokaklara süremez: Yabancı düşmanlığı dışında! Kızılderililer’i kendi içimizde keşfediyoruz; beyaz adamların hatalarının bedelini ödüyorlar ve Zen-Exerzitien (Meditasyon benzeri egzersizler-hareketler) yapıyorlar. Kendi içimizde keşfettiğimiz nedir; biz kendikendimizi ilhak ettik ve ‘yabancı’ bu yüzden artık ‘yabancı’ değildir. Çünkü biz onu maddi-manevi yok ettik. Çünkü kuru, içi boş bir şekilde ‘başka olan’ın varoluşunu tanımlamak bir kepazelikti. Her ‘başka’ olan kendisini bir ‘başka’ olarak genişletti ve bunu başarabilmesi için de ‘başkaları’na azami boyutta haddini bildirmeliydi. Ancak bu ölçüsüz vahşet, yamyamlar düğününden başka bir şey değildi.

Temenni edilen eşit değerliliğin, istenilen eşit değerlilik tasvirleriyle-yansıtışlarıyla inşa edilmeye çalışılışı, ırkçılığın aslında sürekli varolan, ancak varolduğu sürekli reddedilen gerçek suretini çıkarır. Düşmanlıkların anlaşmazlıklardan ileri geliyormuş gibi görünüşü, keşfedilmiş olan ‘eşitsizlik’ kavramının, özünde ‘eşit değerde olmamak’ kavramıyla aynı şey olmayışındandır. İnsanlık varolduğundan beri, günlük yaşamındaki değerleri gelenekselleştirerek, tarih-olaylar içerisinde şunlarla kodladı: Dil, hitap biçimleri, hiyerarşik semboller. İnsanlar bu özellikler yardımıyla, en azından sohbet edebildiler. Sıkıntılar-yokluklar, ırkçı baskılar, imhalar karşısında yaşadıkları tehlikelere göğüs gerip hayatta kalabildiler. İnsanlık tarihine baktığımızda, aslında halktan yana, onun lehine olan hiçbir şey göremeyiz. Aksine halklara zulmedilmesi sürekli olandır. Tarihte bu acılara ara verilmiş tek bir zaman dilimi bile yoktur. Bu zor tarihler silsilesi içerisinde de, zulüm görenlerin kendi kültürlerine sıkı sıkıya sarılmalarının sürekliliği vardı. Kim baskı altında tutuluyorsa, onun hayatta kalma koşulu; kolektif bir özgüvendir. Kim Irak ya da Türkiye’de Kürt olarak yaşamak zorundaysa; kültürel kimliği tıpkı bir savaş kavramı gibi yorumlanır. Çünkü ona, kültürel kimliğinden başka koruyacak, uğruna savaşacak başka hiçbir şey bırakılmamıştır.

***

*Bu yazı; Hans Branscheidt’ın, İlhan Kızılhan’ın Almanca olarak yayınlanan ‘Yezidiler’ adlı kitabına yazdığı önsözdür.

Hans Branscheidt: 70’li yıllarda IRA’yla Dayanışma Organizasyonu’nun yöneticiliğini yapar. Daha sonra Türkiye’de azınlık olarak yaşayan Kürtler’in insani haklarını koruma çerçevesinde kurulan bir komisyonda Almanya Temsilcisi olarak yeralır. Bir dönem Medico International adlı, çeşitli ülkelerdeki insan hakları ihlallerine, bunların insan üzerindeki etkilerine yönelik çalışmalar yürüten, araştırma kitapları yayınlanmasına katkı sunan bir kurumun başkanlığını yapar. Serhat Bucak’la Kürtler üzerine hazırladığı bir kitap dışında, uluslararası politik gelişmeler üzerine kitapları vardır.

**Josef Conrad: 1857-1954, Ukrayna kökenli İngiliz yazar. Eserleri 20.yy’da İngiltere’de yayınlanan en önemli eserler arasındadır. Zifiri Karanlığın Kalbi adlı romanı, 1899’lı yıllara ait anlatılardan oluşmaktadır.

Çeviren: Ganime Gülmez