Evrensel Gazetesi (EG): Cumhuriyetin kadına cinsiyeti ve aile kurumu üzerinden biçtiği rol ne oldu?

Sibel Özbudun (SÖ): Cumhuriyet rejiminin, ya da daha doğru bir deyişle, kurucu Kemalist kadronun kadınlara biçtiği rol, ikilidir. İlki, onları “modernleşme/ Batılılaşma/ sekülerleşme”nin (bu üçü dönemin zihniyetinde eşanlamlıydı) gösterenleri olarak kurgulamak. Kadınlar peçeden çarşaftan sıyrılmalı, “muasır (Batı) medeniyet”inde olduğu gibi erkeklerle eşit eğitim görmeli, çalışma yaşamına katılabilmeli, doktor, mühendis, savaş pilotu, hatta milletvekili olabilmeli…

Ama tüm bunları yaparken esas görevlerinin eşlerine sadık, iffetli, hamarat ev kadınları, vatana hayırlı evlatlar yetiştiren bilinçli anneler olmak olduğunu asla akıllarından çıkartmamalıdırlar. Üstelik de bu iki rolü bağdaştırmada, neredeyse tümüyle kendi başlarına bırakılmış, ev içi yüklerinin ne erkekler ne de genel olarak toplum tarafından paylaşılması gerektiğine ilişkin en ufak bir tartışma yürütmemiştir rejimin sahipleri.

20. yüzyılın büyük bölümünde en azından orta sınıf kadınlarının yaşamı bu ikili rolü bağdaştırma konusunda didinmekle geçer. Daha müreffeh olanlar özellikle kırsaldan kentlere göçün artmasıyla bollaşan kırsal kadın emeğinden (dadı, evlatlık, hizmetçi…) yararlanırken, çoğunluk, bu uğraşında yalnızdır. 1918-1928 arasında zirve yapan (özellikle de Müslüman-Türk genç kadınlar arasında İstanbul Emniyet’inde bir “Kadın İntiharları Masası” kurulmasını gerektirecek ölçüde yaygınlaşan) intihar vakaları bu “yalnız bırakılmışlığa” işaret eder, kanımca.

EG: Savaş sonrasında kadın emeğinin öne çıkmasının, cumhuriyetin ilk yıllarındaki işçi hareketine de yansıdığını görüyoruz. Bu anlamda kadın örgütlülüğünün gelişimi nasıl oldu?

SÖ: Cumhuriyetin ilk yıllarında işçi hareketi”nden ne kadar söz edilebilir, bilmiyorum. Osmanlı’da sanayileşmeyle birlikte özellikle İmparatorluğun Balkan topraklarında ve İstanbul’da baş gösteren işçi hareketleri, Cumhuriyet rejiminin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle” söylemi altında bastırılmış, antikomünist isteri çerçevesinde boğulmuştur. Ancak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında gizli ve cılız bir varlık gösterebilen sosyalist/ komünist hareketin ortaya çıktığı andan itibaren kadın emekçilerin sorunlarını gündeme taşıma çabası gösterdiğini biliyoruz.

Erken Cumhuriyet yıllarında “kadın örgütlülüğü” denildiğinde ilk akla gelen, kurucu iradeyle aynı dünya görüşü ve özlemleri paylaşmakla birlikte, “başına buyruk”, ya da (eril) “kurucu irade”nin denetimi dışında davranma riskine karşı, kadınların seçme-seçilme haklarının tanınmasının hemen ardından kendini feshe zorlanan Türk Kadın Birliği’dir. Bu birliğin kapatılmasının ardından, uzun süre bir “kadın örgütlülüğü”nden söz edilemeyecektir.

İşçi-emekçi kesimden kadınlar ise erkeklere göre çok daha düşük ücretlerle çalıştırıldıkları ölçüde hem kamu hem de özel sektörce tercih edilmelerine ve sayılarının hızla çoğalmasına karşın, -özellikle Rumeli göçmenlerinin istihdam edildiği tütün işçileri arasındaki sendikal örgütlenmeler dışında- büyük ölçüde örgütsüzdür. 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde işçi heyetinin bakısıyla kadın işçileri de koruyan bir dizi karar benimsense de (madencilik sektöründe çalışmalarının yasaklanması, her ay üç gün izin, doğum izni vb.) bunlar “tavsiye” niteliği taşıyordu, ve Kongre’de benimsenen “işçi sendikalarının kurulması” dahil olmak üzere alınan kararların hiçbiri yasal çerçeveye kavuşturulmayıp kadükleşti.

Kadın işçilerin çalışma koşullarını düzeltmeye yönelik İş Kanunu’nun (1936) kadın sağlığı için tehlikeli işlerin tespiti, gebe ve emzikli kadınlara yönelik izin ve kreş/ emzirme odası gibi düzenlemeleri ise, 1940’da çıkartılan Milli Koruma Kanunu çerçevesinde “askıya alınacaktır.” 1948 ve 1953 yıllarında gerçekleştirilen “ağır ve tehlikeli işler” ve “kreş ve emzirme odaları” ile ilgili düzenlemeler ise “göstermelik” olmanın ötesinde bir anlam ifade etmez. Öyle ki, “1960 yılı itibariyle tüm ülkede sadece 33 emzirme odası ile 32 kreşin kayıtlı olduğu, bu tesislerdeki çocuk sayısının ise sadece 2.898 olduğu görülmektedir. Bunun öncesindeki dönemde ise durum çok daha kötü olup, bu olanaklar yok denecek düzeydedir.”[2]

EG: Kapitalist topluma uyum politikalarında kadınların modern yaşam içerisinde yer alması için atılan birçok adım oldu. Peki seçme seçilme hakkından, medeni kanuna kadar pek çok hak elde edilen kadınların hakları hiç gasp edilmedi mi?

SÖ: Cumhuriyet rejiminin kadın sorunu açısından temel handikapının, meselesi “kadınların özgürleşmesi/ kurtuluşu” perspektifiyle değil, bir “modernleşme” göstergesi olarak ele alması olduğunu düşünüyorum. Kadınların kendi “modernleşme”lerini sağlayacak araç ve kurumların kadınların eline verilmesinden titizlikle kaçınılmış, bu bağlamda toplumun tüm ezilenleri/ sömürülenlerinden esirgenen “örgütlenme hakkı” kadınlardan da esirgenmiştir. Evet, Cumhuriyet’in kadınlar açısından en önemli “hak gaspı” örgütlenme hakkıdır. Nevzat Tandoğan’ın “Bu memlekete komünizm gerekirse onu da biz getiririz,” yollu hot zotu kadınlar söz konusu olduğunda, “Bu memlekete feminizm gerekirse onu da biz getiririz” şeklinde uyarlanabilir!

EG: Kadının istihdama çekilmesiyle birlikte kreşlerin açılması vb. birtakım hakların getirildiğini görüyoruz. Ancak özellikle son dönemlerde kadınların haklarının birçoğu tartışmaya açılıyor, gasp ediliyor. 100 yılda değişen bu seyri nasıl değerlendiriyorsunuz?

SÖ: Kreş, emzirme izni vb. kadın emekçilere yönelik kazanımlar ancak 1960’lı, özellikle de 70’li yıllarda sınıf mücadelesinin ve ona koşut olarak sınıf örgütlülüğünün yükselişiyle “göstermelik” olmaktan çıkarak fiiliyata geçmiştir. Bunların egemen sınıflar, burjuvazi tarafından gaspı ise, “bugüne kadar işçiler güldü, artık gülme sırası bizde” diyen Türkiye burjuvazisinin, tüm emek kazanımlarını askeri diktatörlük eliyle bir bir geri alma hamlesine giriştiği 12 Eylül rejimiyle mümkün olmuştur. 1980 sonrasında neoliberalizmin kapitalizmin (Türkiye’de de) başat paradigması hâline gelmesiyle işçi sınıfı ve emekçilere karşı son derece şiddetli bir saldırı başlatıldı, emek eksenli örgütlenmeler (kadınlarınki dahil) dağıtıldı, sendikalar etkisizleştirildi, sınıf tümüyle örgütsüzleştirildi. Yani kadınların yaşam alanlarında deneyimlediğimiz şu karabasan daralmanın tohumları 12 Eylül rejimiyle atıldı.

EG: Kadın hakları sürekli “cumhuriyetin kazanımları” olarak anılıyor. Peki Türkiye’de kadın hareketinin bugüne kadar elde ettiği mücadele kazanımlarını nasıl değerlendirebiliriz?

SÖ: Söylediklerimi tekrar pahasına, vurgulayayım; Cumhuriyet’in kurucu iradesinin önceliği, “kadınların kurtuluşu” değil, kadınları “modern, Batılı bir ülke”nin vitrinine yerleştirmekti. Orta ve üst sınıf Cumhuriyet kadınları denilebilir ki uzun süre bu “rüya”yı paylaşmışlardır. 1930-1940 hatta 1950’li yıllarda genelde kadınların konumuna, özellikle de emekçi sınıf kadınlarının ücret, çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin itirazlar, ancak rejim bekçilerinin “nefes alışlarını takip etmek”le övündükleri komünistler, özellikle de sosyalist/komünist kadınlar tarafından yükseltilmektedir. Suat Derviş ve Sabiha Sertel’in bu dönemdeki yazılarının bu bağlamda önemli olduğunu düşünüyorum.

“Kazanımlar” ise, ancak sınıf mücadelelerinin yükseldiği, işçi sınıfı örgütlülüğünün önü açıldığı ve ülkede devrimci hareketlerin, sosyalist örgütlenmelerin yasal alanda örgütlenebildiği 60-70’li yıllarda gerçekleşebilmiştir. Bu gerçekliğin ışığında, şöyle bir saptamada bulunmak, yerli yerinde gözüküyor: Kadınların kendi “kurtuluş” mücadeleleriyle (emekçi sınıfların) sınıf mücadeleleri arasında kopartılmaz bir bağ vardır; sınıf mücadelelerinin yükseldiği dönemlerde kadınların özgürlük alanları da genişlemektedir. Çarpıcı bir örnek: 70’li yıllarda “Yerimiz mutfak değil, dünya!” diye haykırırdık. Şimdilerde ise temel sloganımız “Kadın cinayetlerini durduracağız!” oldu.

EG: Cumhuriyetin son çeyreğinde, AKP’li yıllarda şöyle bir tablo var: Bir yandan kadını neredeyse sokağa çıkartmayacak bir dinci gericilik, öte yandan onu tüm sömürü ilişkilerine dahil eden neoliberal politikalar. AKP bunu nasıl buluşturdu?

SÖ: Gayet basit, kimilerinin havsalası almasa da, AKP hem neoliberal, hem de İslâmcı bir parti… Üstelik bu, “zamanın ruhu” ile de gayet uyumlu: neoliberalizm kapitalizmin her türlü “modernizm” ve/ veya Aydınlanma iddiasından (akılcılık, sekülarizm, demokratlık ve de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan her türlü hak) vazgeçtiği bir kesit olarak yeni-muhafazakârlığı yürürlüğe soktu. Trump-Bolsonaro yeni-muhafazakârlığı Evanjelik, Orban’ınki Katolik, Modi’ninki Hindu, AKP’ninki ise İslâmî tonlar taşıyor. AKP açısından belki daha vurgulu olan, bu partinin (daha çok da “reis”inin) neoliberalizmin sağladığı olanakları destekçisi Anadolu burjuvazisinin hem iktisadi hem de siyasal alandaki “pay”ını büyütme, bir bakıma iktisadi, siyasal ve kültürel “sermaye”nin el değiştirmesini (muhtasar bir ifadeyle “Marmara Baronları”ndan, “Anadolu Kaplanları”na) sağlama yönünde seferber etme gayreti… 100 yıllık Cumhuriyet rejiminden “rövanş” alma arzusuyla yanıp tutuşan taşra muhafazakârlığı, neoliberalizmin önüne serdiği talan olanaklarını sonuna dek kullanarak rejimin dümenine geçti sonunda…

Bu “iktidar transferi”nin kadınlar açısından anlamı nedir? Öncelikle, kadınlar, kadın bedenleri, yaşam tarzları öteden beri Kemalist modernleşmecilik ile İslâmcı muhafazakârlık arasındaki “simgeler savaşı”nın muharebe alanıdır. Kadınların bedenleri ve yaşamları üzerinden yürütülen bir savaş. Ancak kadınlar erken (ve hatta “olgun”) Cumhuriyet’in “modern ataerki”nin vesayetinden sıyrılarak kendilerine dair kararları kendi başlarına alma iradesini sergilemeye başlayalı beri bu bir “vekâlet savaşı”ndan, doğrudan kadınlara, onların özgür(leşme) iradesine karşı açılmış bir savaşa dönüşmekte… İradesini hiçbir kişi ya da kuruma teslim etmeksizin (“Gelsin hoca, gelsin koca, gelsin patron, gelsin cop…”) kendi ellerine almaya kararlı kadın figürü, AKP’nin sinirlerini harap ediyor.

Öte yandan, AKP iktidarının omurgasını oluşturan Anadolu sermayesi açısından neredeyse boğaz tokluğuna çalıştırabileceği, öncelikli rolünü ev kadınlığı olarak bellediği için talepkârlık düzeyi düşük, kısa süreli (evlenene ya da çocuk doğurana kadar) ya da informel olarak çalıştırıp, çalışmadan kaynaklanan hiçbir hakkını vermeksizin ucuza getireceği kadın emeği, vazgeçilmezdir. “Yeniden üretim”e ilişkin işlevlerin büyük bölümünü herhangi bir bedel ödemeksizin (öyle ya, kadınların esas işlevi ev kadınlığı ve anneliktir) kadınların sırtına yüklemek de cabası… İslâmcı muhafazakârlık, bu “maliyet düşürme operasyonu” için uygun bir ideolojik çerçeve oluşturuyor. “Uysal ol, itaat et, iffetini koru, çalış, çocuklarına bak…” Koca ile patronun suç ortaklığının ortak (ve “kutsal”) buyrultusunu oluşturur.

EG: Kadın hareketinin hem sınıf mücadelesinde, hem de burjuva hukuku anlamında geldiği aşamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

SÖ: Kadınlar olarak “burjuva hukuku” açısından zemin yitirdikçe (İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, Medeni Kanun’da gündeme getirilen ve getirileceği aşikâr değişiklikler, kürtajın fiilen zorlaştırılması, boşanma ve boşanmadan doğan hakların pratikte ilgası vb.) özgürlüğün ancak ve ancak bizzat öznesi olduğumuz, uzun soluklu, kararlı, yığınsal ve örgütlü bir mücadeleyle geri kazanabileceğimizin bilincine varıyoruz. İşçi sınıfının mücadelesi ile kadın hareketinin buluşması, her ikisinin de güçleneceği bir zemin oluşturacaktır. Kapitalist sistem, sadece ve sadece çıplak ve azami sömürüyü hedefleyen ve bunun için de emeği, doğayı, kültürü, yani tüm yaşam kaynaklarının talanını gereksinen neoliberal versiyonuyla tüm ezilen ve sömürülenlerin karşı duruşlarını ortaklaştırma olanağını da yaratıyor. Mücadeleyi postmodern eksenin bizlere dayattığı parçalı/ kısmi kimlik iddialarından, topyekûn bir kurtuluş perspektifine taşıyabilirsek, kadınlar, emekçiler, ezilen halklar, doğa ve tüm bir “bios” olarak kazanacağımız bir yaşam var…

23 Ekim 2023, 17:25:50 İstanbul.

N O T L A R

[1] Evrensel Gazetesi, 31 Ekim 2023…

[2] Ahmet Makal, “Türkiye’de Erken Cumhuriyet Döneminde Kadın Emeği”, Çalışma ve Toplum,2010/2, s.33.