Günümüzde AB'ye üye devletlerin, Avrupa'nın sınırlarının ortadan kalkmasına rağmen hala ulusal devlete sıkı sıkıya bağlığını sürdürmeleri oldukça ilginçtir.
Bugünkü yazımda burjuva devletlerinin insanları özel 'malı' olarak görmelerinin yanlış oLduğununun üzerinde duracağım.
Dünyada on milyonlarca insanın vatansız oluşu, yasal değil ahlaki bir sorunu teşkil ediyor.
Burjuva devletlerinde insanların kendilerine ait olması çok önemlidir.
Amerikalı siyaset bilimci Mira L. Siegelberg, vatansızlık tarihinin izini sürüyor ve uyarıyor.
Vatandaşlığı olmayanlar korumaya bağımlıdır ve artık temel hak ve hukuklarını talep edemez durumda oluyorlar.
Tüm kimliklerini kayıp eden bir kişi, yaşadığı ülkede eyalet sınırlar dışına çıkamayıp uzun süre zorluklar yaşamaktadır.
1926'da yayınlanan The Dead Ship romanı, tam da bunu yapan Amerikalı bir denizcinin hikayesini anlatıyor. Bu nedenle dünya okyanuslarında dolaşmaya zorlanır, hiçbir ülkede kalmasına izin verilmez.
Sonunda limandan ayrılan bir gemiye yalnızca tek bir amaç için alınır: Sahiplerinin sigortadan parasını alabilmesi için gemiyi batırması kaydı ile.
1. Dünya Savaşı sırasında her yerde karaya çıkmaları yasaklandığı için, denizde yaşamaya mahkum edilmiş çok sayıda insanın da varlığından söz ediliyor.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Alman, Habsburg, Osmanlı ve Rus imparatorlukları çökmüştü. Bunun sonucunda siyasi olarak yeniden örgütlenmek zorunda kalan Avrupa'da milyonlarca insan artık devlet koruması talep edemiyorlardı.
Modern dünyada bile, birçok insanın anladığı gibi, ulus devletin sağladığı güvenlik olmadan, çıplak hayatın pek bir değeri yok sayılıyor.
Günümüzde hala Avrupa da sınırların ortadan kalktığı bir dönemde ulusal burjuva devlete çok değer veriliyor.
Dünyanın küçülmesi ve globalleşen bu süreçte, hala ulusal burjuva devletleri, insanları kendine ait olarak düşünüyor.
Ve bu, bugün bize çok tanıdık gelen bu siyasi örgütlenme biçimidir. Tarihsel bir perspektifin ürünü olan burjuva devlet yapısı, hala insanlar üzerinde baskı aracı olarak kullanılıyor.
17. yüzyılın sonlarında, Hollandalı hukukçu Hugo Grotius, yalnızca devletleri değil, şirketleri ve bireyleri de uluslararası hukukun öznesi olarak görüyordu.
İmparatorluklar çağı, uluslararası hukukta ve adalette açık büyük izler bırakmıştır.
Hukukçular bir yandan kendilerini medeni olarak görüyor ve devletler arasındaki ilişkilerin yasal düzenlemesiyle ilgileniyorlardı.
Öte yandan, Avrupa'nın medeni olmadığı dönemlerde, gruplar üzerindeki iktidar iddiasının önündeki engelleri kaldırmak istiyorlardı.
Milliyet ve vatandaşlık arasındaki ayrımlarla birlikte, uluslararası hukuk bilim adamlarının ilk nesli, Avrupa tarzı devletler ve henüz bu tür yasal niteliklere ulaşmamış gruplar arasındaki medeniyet hiyerarşisini yeniden teyit ettiler.
Yabancı bir ülkede yaşadığın zaman neredeyse hiç hakkın olmuyor ve devlet kendi halkına sahip çıkıyor. O ülkede yaşayan azınlıklar da tüm haklardan mahrum tutuluyor.
Bugün, küresel eşitsizlik kalıpları, krizler döneminde ilticacılara karşı ulusal burjuva devletinin korunması için sınırlar kapatılıyor.
Zenginler için ulusal sınırlar sorun sayılmadığı gibi, bazen kimlik belgeleri bile olmasa da aynı anda birkaç ülkeye girebiliyor ve vatandaşlık talebinde bulunabiliyorlar.
1951'de Hannah Arendt, Elements and Origins of Total Domination adlı kitabında vatansızlık sorununu siyasi bir perspektiften ele aldı. Arendt'ın kendisi de Nazi rejimi sırasında ülkesine sürgün edilmişti ve on yıldan fazla bir süredir vatansız kalmışdı.
O zamandan beri daha hala bazı sorunların çözülmediğini görüyoruz.
Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcından 20. yüzyılın sonuna kadar, uluslararası alanda tanınan devletlerin sayısı 50'nin biraz üzerindeyken bugün neredeyse 200'e yükseldi.
Bir ülkeye (günümüzde dahi) yasadışı yollardan giren göçmenlerin ve göçebe grup üyelerinin çocuklarının, çoğu zaman yasal kimliklerini kanıtlayacak belgeleri olmayınca onları bir devlete mal etmek zorunda kalınıyor.
Avrupa'da sınırların kalktığı bir dönemde, Almanya, ulusal burjuva devletinden hala taviz vermemek için direniyor-
Bugünkü AB'nin ilticacılara sınırların kapatması veya ilticacıların geldiği ülkeler ile anlaşmaya gitmesi de bardağı taşıran son damla oluyor.
Avrupa Birliği'nin ilticacılara sınırlarının kapatmasını Almanya'daki hükümet ortağı Yeşillerin desteklemesi insanların kafasında soru işareti yarattı.
Alman vatandaşlığına geçenler dahi, ulusal devletin baskısını üzerlerinde hissediyorlar.
Alman vatandaşlığına geçenleri Alman burjuva devletinin kendilerinin bir koruyucusu olarak lanse etmeye çalışılıyor. Onlardan Alman demokrasisine ve ulusal devlete bağlı kalmaları için kâğıt dahi imzalattırıyorlar.
Günümüzde hala ulusal burjuva devlet, Avrupa da sınırlarını ortadan kalkmasına rağmen ulusal devlete sıkı sıkıya bağlığını sürdürmeye zorlanıyor
Ulusal burjuva devlet, ülkede yaşayan göçmenleri Alman vatandaşlığına geçmeden tüm demokratik haklarını tanımıyor.
Almanya burjuva devletinin kural ve kaidelerinden hiç taviz vermeden göçmen azınlığı kendi sınırları içinde entegre olmaya zorluyor.
Bu yanlış uygulamalardan günümüzde vaz geçmek ve ulusal burjuva devleti, insanlar üzerinde baskı aracı olarak görmemek gerekiyor.