Avrupa seçimlerinden sonra bugünkü yazımı Avrupa Parlamentosu'nun tarihçesi üzerine yazacağım.
Avrupa Parlamentosu'nun gelişimi tarihsel olarak nasıl olmuştur?
1979 yılından bu yana Avrupa Parlamentosu, doğrudan seçilen tek uluslarüstü parlamentodur. Bu konunun onu dünyada benzersiz kıldığını söyleyebiliriz. AP'nin doğrudan seçilmesi, o dönemde hâlâ delege olan ve 1958'den beri bunun için mücadele eden Avrupalı milletvekilleri için ilk başarıydı.
Türkiye, AET'nin (Avrupa Ekonomik topluluğu) 1958 yılında kuruluşundan sonra, 31 Temmuz 1959 da Topluluğa ortaklık başvurusunda bulunmuştu. Daha hala AB tam üye olarak alınmamıştır.
Başlangıçtan itibaren Parlamentonun iki temel hakkı vardı: Avrupa Komisyonu'na bütçe tahsisi verme veya vermeyi reddetme, ona güvenmeme hakkı vardı.
Böylece Komisyon ve Bakanlar Kurulu üzerindeki kontrol hakları, mevzuata katılım ve sözleşme geliştirme konusunda daha fazla fırsat doğmuştur
Taleplerini, yüksek sesle ve büyük çoğunlukla, Komisyon'un kendi tarafını tutmaması halinde bir sonraki bütçe açıklamasının reddedilmesi tehdidiyle defalarca ilişkilendirirmiştir.
Bu açıdan oldukça başarılıydı, özellikle de bir organ olarak anlaşmaları değiştiren hükümetler arası konferanslara hiçbir zaman doğrudan katılmadığı dikkate alınmıştır. Son zamanlarda özellikle uluslararası anlaşmalar ve ticaret politikasında.
Parlamento, uluslararası anlaşmaların müzakeresi öncesinde, müzakere sırasında ve sonrasında hem Komisyonu hem de Bakanlar Konseyini sürekli olarak izlemeyi ve sorumluğunu başarmıştır.
Parlamentonun bugünkü konumu: sözlü ve yazılı soru sorma hakkı gibi klasik haklardan, soruşturma komitelerinin örgütlenmesine veya güvensizlik oylamasına kadar Avrupa Komisyonu'nu tamamen dizginleyebilecek durumdadır.
Avrupa Konseyi Parlamento'sunun elinde, üye devletleri etkili bir şekilde tehdit edebilecek hiçbir yatırım gücü yoktur.
Tarihsel olarak Helmut Kohl yönetimindeki Almanya, Yunan hükümeti, İtalya ve Hollanda, Parlamentoyu bireysel konularda defalarca güçlü bir şekilde desteklediler ve hükümetler arası bir konferansta, örneğin Maastricht'te, Amsterdam Antlaşması'nda veya en son Lizbon Antlaşması'nda parlamentoya daha fazla hak tanınmasını sağlamışlardır.
Parlamentonun artan öneminin arkasındaki itici güçler olarak Almanya ve Helmut Kohl gösterilmiştir.
Andreas Maurer, (Innsbruck Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Avrupa Entegrasyonu Profesörüdür. İnnsbruck Üniversitesi daha güçlü bir Avrupa Parlamentosu için defalarca kampanya yürütmüştür.
Almanya’nın çabaları, parlamentoda daha ziyade en büyük delegasyona sahip en büyük devletin yaptığı rasyonel bir hesaplaşma olarak görülmüştür.
Kohl, Schmidt, Schröder Almanya’nın 96 üyesi olan bu parlamentoda güçlü bir sese sahip olmanın ve Alman çıkarlarını temsil edebilme imkânı sağlamışlardır.
1980'lerde ve 1990'larda Yunanistan, İspanya ve Portekiz, bu ülkelerden gelen büyük göçmen grubuna, kendi ülkelerinde sahip oldukları, seçme seçilme hakkını, Avrupa ve yerel seçimlerde tanımıştır.
Türkiye ise Ortadoğu’dan gelen göçmen işçilere hiç bir demokratik hak tanımamıştır. Bunlardan sadece Alman vatandaşlığını alanlar seçme seçilme hakkına sahiptirler.
AB vatandaşlarının uyruklarına veya bulundukları yere bakılmaksızın, onlara yerel ve Avrupa seçimlerine katılabilecekleri kolaylıklar sağlanıp toplumda ve ülkelerde değişik demokratik uygulamalar yaratılmıştır. Bu uygulamalar ile Avrupa Parlamentosu, ülkelerde yaşayan göçmenlerin entegrasyonu sorunun çözümünde çeşitli uygulamalar ile karşı karşıya kalmıştır.
Böylece Avrupa Parlamentosu, üye ülkelerin olağan yaşama prosedürü yükselterek AB çıkarlarını ön planda tutmayı terci ediyor.
AB Parlamentosu'nda sağcılarında güçlü bir şekilde temsil edilmesi gelecekte daha çok çelişkiler doğuracaktır.
Avrupa Parlamentosu'nda Sosyal Demokratlar, Solcular, Yeşiler ve tek tek küçük partilerden giren milletvekilleri çoğunluğu oluşturamıyorlar.
Parlamentonun Hıristiyan Demokratlar, Sosyal Demokratlar ve sağcı partilerden oluşan bir koalisyonu olursa, gelecekte sağ partilerin daha fazla güçleneceğini öngörebilirim.