“Sesler biter,

notalar devrilir,

çalgılar susar;

felaket olur.”[2]

Batı felsefesinde kadim Yunan filozofu Pythagoras’ın, müziğin mucidi olarak kabul edildiğinin[3] altını çizerek ekleyeyim: Teorik ve soyut olarak “Müziğin çok önemli” olduğunun altını ısrarla çizenlerdenim. Çünkü…

“Müzik mucizeler yaratabilir.”[4]

“Müzik doğanın ta kendisidir.”[5]

“Müzisyenin -ortaya koyduğu- manaları, bilinmeyen şeylerin sırları hakkındaki ifadelerinin güzelliğini ancak tabii arzularından temizlenmiş ve hayvani isteklerinden uzaklaşmış yüce nefisler anlar.”

“Eğer müzisyen sanatında ustaysa kişiyi faziletlere sevk eder, rezilliklere değil!”

“Mûsikînin, mantığın açıklama konusunda acze düştüğü bir üstünlüğü vardır ve -mantık- bunu kelimelerle ortaya çıkaramaz...”

“Müzik her ne kadar diri olmasa da, kalplerin derinliklerinden ve nefislerin sırlarından haber veren güçlü bir hatiptir.”[6]

“Müzik eğitimi eğitimlerin en iyisidir. Hiçbir şey insanın içine ritim ve düzen kadar işlemez.”[7]

“Müzik gibisi var mıdır? Durup dururken bir melodi gelir aklına, söylemeye başlarsın, sessiz, içinden yalnızca, varlığını melodiye içirip doyurursun, melodi tüm güçlerine ve devinimlerine el koyar - ve sende yaşadığı süre içindeki tesadüfi, kötü, kaba, kasvetli ne varsa silip atar, dünyayı da alır kapsamına, zoru kolaylaştırır, donup kalmış nesneleri kanatlandırır.”[8]

* * * * *

Söz konusu (ve hatta daha da fazla) özellikleriyle müziğin birçok türü içinde, bir de coğrafyamızın -menşei tartışmalı- klasik mûsikîsi var ki, üzerine bir çok şey söylenebilir.

Önce şuradan başlamakta yarar var: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Hakikâtte eski mûsikîmiz belki bizim en öz olan sanatımızdır. Türk ruhu hiçbir sanatta bu kadar serbest surette kendi kendisi olmamış, bu kadar derin ve yüksek kemale mutlak bir hamle ile erişmemiştir. O ne büyük ibdadır; o ne zenginliktir”; Yahya Kemal Beyatlı’nın, “Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden,/ ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” dese de, “Klasik Türk Sanat Müziği” yoktur; klasik mûsikî vardır. Osmanlı döneminde söz konusu müziğe sadece “mûsikî” denmekteydi.[9]

“Klasik Türk Müziği” terimindeki “Türk” sıfatı, Cumhuriyet döneminde Osmanlı’dan mülhem müziğe[10] -yani bir zamanlar yasaklanan, şimdi bize “öteki”nin hatırlattığı mûsikîye- karşı türetilmiştir.[11]

Osmanlı müziğinin Bizans ve İran müziği kaynaklı olduğuna ilişkin “iddia”lara Hüseyin Sadeddin Arel ve Rauf Yekta gibi müzikologlarlar karşı çıkmışlardı.

Oysa açık ve net biçimde Bizans müziğinden mülhemdir. Tamam aynı coğrafyada yaşayan toplumlar birbirinden etkilenir. Müzikte de Türklerin Doğu Roma’dan ve farklı etnisitelerden etkilenmesi gayet olağandır. Ama buna “Türk Müziği” demek yanlıştır.

Saray müziğinden mülhem; içinde ‘Rast’, ‘Hicaz’ gibi Arap, ‘Muhayyer Kürdî’ gibi Kürt, ‘Segah’, ‘Beyatı’ gibi Türk, ‘Hüseyni’ gibi Ermeni, vb’i kökenli makamları barındıran zenginliğe “Türk sanat müziği” yerine, “makamsal klasik mûsikî” denmesi doğru olur.

İçinde Anadolu, Rumeli, Ortadoğu, Kürdistan, İran, Arabistan ve daha birçok coğrafyadan müziğin yer aldığı formla; Doğu’nun ve Batı’nın telli sazlarının yer aldığı zerafetin, naifliğin klasik mûsikîsidir o. Tek seslidir, aynı anda birçok enstürman icraya katılır ama polyphonic olmazlar hepsi aynı melodiyi çalarlarken; klasik mûsikînin önemli bestekârı Dede Efendi’den İtri’ye, Tatyos Efendi’den Selahattin Pınar’a, Hacı Arif Bey’den Münir Nurettin Selçuk’a uzanan; Zeki Müren’li, Müzeyyen Senar’lı, Hamiyet Yüceses’li; İsmail Bergamalı, Ercümend Batanay, Mustafa Kandıralı, Tanburi Cemil gibi unutulmaz virtüözlerin yaratısıdır.

Söz konusu olgu Halil Cibran’ın ifadesiyle, “Mûsikî gerçekten ruhların dilidir ve ezgiler kalbin kirişlerini titreten tatlı esintilerdir… Mûsikî, şiir ve resim gibi, insanın farklı durumlarını gösterir, kalbin arzularının siluetini resmeder, ruhun yamaçlarındaki gölgeleri aydınlatır, zihinde amaçsızca dolanana biçim verir, bedenin en güzel arzularını tasvir eder”ken;[12] klasik mûsikî, ilk örneklerine XVI. yüzyıldan bu yana tanık olduğumuz ve XX. yüzyıldan başlarına kadar gelen bir akımdır. İtrî, III. Selim, Dede Efendi, Dellâlzade İsmail Efendi, Zekâi Dede, Ali Ufkî[13] ve sonrasında da Zeki Arif Ataergin, Lemi Atlı vd’leriyle biçimlenmiştir.

Bilenler bilir, klasik mûsikî, meşk edilerek aktarılırdı ustalardan genç hanende ve sazendelere. Bir başka ifadeyle, nota kullanılmazdı. Yaygın biçimde kullanılan ilk nota sistemini kuran Dede Efendi’nin öğrencisi Ermeni müzisyen Hampartzum Limonciyan’dı.

Beşiktaş Mevlevihânesi’nde Hammamizâde İsmail Dede Efendi’den klasik müzik meşk ederken fark etmişti aslında durumda bir tuhaflık olduğunu. Çünkü, hocası, gözlerini kapatıp karşısında oturuyor ve eserleri kendisine tekrar ettiriyordu. Bu eserlerin hiçbirinin kayıtlı olmaması dehşete düşürmüştü genç talebeyi.[14] Bu dehşet, kendi adıyla anılan bir nota sistemi kurmaya ve bu sistem aracılığıyla klasik müziğin en önemli eserlerini kayıt altına almaya kadar götürecekti onu.

İsmi Hampartsum (Hamparsum) Limonciyan’dı. Klasik müziğin hem Doğusuna hem de Batısına bir hayli âşinaydı. Zaten bu nedenle dikkatini çekmişti Dede Efendi’nin. Kurduğu nota sistemi, Donizetti İstanbul’a gelip de Batı müziğinde kullanılan notaları tanıtana kadar kullanılacak ve böylece pek çok eseri kaybolmaktan kurtarılacaktı.

1768’de İstanbul’da doğan Hampartzum Limonciyan, devrin geleneklerine uygun olarak hem kilisede, hem de mevlevihanede eğitim gördü. Kendisi de, daha sonra Ermeni kiliselerinde koro ve ilâhi dersleri verirken, bir yandan da Beşiktaş Mevlevihanesi’nde Dede Efendi’den klasik müzik meşk etti. Hocası Dede Efendi vasıtasıyla, kendisi de bir Mevlevi ve aynı zamanda bestekâr olan Padişah III. Selim’in huzuruna kabul edildi. Oluşturduğu nota sistemi, Dede Efendi tarafından çok beğenildi.[15]

Sonra… Sonrasına ilişkin olarak Bayram Bilge Tokel, “Kulaklarımız gürültüye adapte ediliyor ve gerçek mûsikîyi duyabilmemiz her gün biraz daha zorlaşıyor. Bu zoru kolay kılmak yolunda kaliteli yapımlara imza atan kişi ve kuruluşları, yayınladıkları albümleri tanımak ve tanıtmak durumundayız. (...) Öyle ya ilâhiden nefese, mevlevi âyininden âyin-i cem’e dinî mûsikîmizin en seçkin örneklerinden; ayrıca Meragi’den Itrî’ye, Dede Efendi’den Hacı Arif Bey’e, Sadettin Kaynak’dan Münir Nurettin’e kadar bestekârlarımızın seçme eserlerinden bizleri ve çocuklarımızı kim haberdar edecek?”[16] derken İlber Ortaylı da ekliyor:

“Güncel olmayan sanatçılardan da birkaç örnek vereyim. Hiç şüphesiz Dede Efendi’yi bilmeniz gerekiyor; Hafız Pos’u, Abdülkadir Meragi’yi tanımanız gerekiyor. Buhurizade Mustafa Itri’den, Hacı Arif Bey’den haberdar olmanız, onların isimlerini hatırınızda tutmanız yetmez; bestelerini de bileceksiniz. Rahmi Bey’in 19’uncu asrın arabeski diye de tanınan eserlerini öğreneceksiniz. Bugüne yaklaşalım, Mesut Cemil’i dinlemeden de olmaz. Münir Nurettin Selçuk var, Safiye Ayla var...”[17]

Bu konuda kimi “itirazlara” Sabahattin Ali’nin yanıtı şudur:

“Ben hiçbir müziğin içerisinde güzel, kuvvetli, heyecanlı taraflar bulunan hiçbir sanat şubesinin şekil mülahazaları yüzünden düşmanı olamam. Sanat bir ifadedir; her devir, her medeniyet başka türlü duyar ve pek tabii olarak başka türlü ifade eder. Bence en iptidai zenci müziği bile sanat eseridir. Kaldı ki, bizim alaturka dediğimiz şeklin bir tekamül seyri, fevkâlâde incelmiş ve mükemmelleşmiş tarafları vardır. O ruhu ve o medeniyeti bırakırken onun ifade şeklini muhafaza edecek değiliz, lakin topyekûn inkâr da ancak barbarların kârıdır. Benim nefretim buralarda çalınan şeylere!.. Bunlar alaturka değil, bunlar alafranga değil, her şeyden evvel müzik değil... Şark ve Garp müziğini birbirinden ayırmaya çalışmadan evvel her iki nev’in iyisini kötüsünden ayırmaya çalışmalıyız... Otuz kırk seneden beri bu memlekette yarım sayfalık bile güzel beste yazılmamıştır. Buralarda çalınanlar bayağılığın, ademi iktidarın (güçsüzlüğün) ifadesidir.”[18]

* * * * *

XX. yüzyılın ortalarından bugüne kadar gelen dönem çağdaş dönemdir. Bu dönemin en önemli temsilcilerinden biri Münir Nurettin Selçuk’tur. Bu dönemde beste, ağır ve yürük semâi gibi formlar arka planda kalırken, modern müzik anlayışına uygun kısa süreli, kısa güfteli ve hareketli şarkı ve fantezi formları klasik mûsikîde hâkim duruma gelmiştir.

Zamanında buna ‘Alaturka’ da derlermiş. ‘Alaturka’ kelimesi İtalyancadan gelir “Alla Turca/ Türk Gibi, Türk Usulü’ anlamına gelirken; seferlerde Mehteran’ı gören Avrupa bestekârları, gerek ritimsel bakımdan gerek ezgisel bakımdan müziğe benzer eserler ortaya konunca; bu eserlere ‘Alla Turca’ demişler[19] ve sonra bu sıfat “Türk Sanat Müziği”ne dönmüştür.

Ancak tekrarda yarar var: 1950 sonrasında güncel hâliyle belirginleşen müzik akımı, “Türk Sanat Müziği”nden ziyade azınlıklar müziği kategorisine girer. Bizim “x efendi, y bey” şeklinde tanımladığımız bestekârların çoğu azınlıklardandır.

Çoğunluğun dillerindeki ‘Benzemez Kimse Sana’, ‘Huysuz ve Tatlı Kadın’, ‘Kimseye Etmem Şikâyet’, ‘Ömrümüzün Son Demi’, ‘Geçmesin Günümüz’, ‘Şimdi Uzaklardasın’, ‘Söyleyemem Derdimi’, ‘Bakmıyor Çeşm-i Siyah Feryade’, ‘Seni Ben Ellerin Olsun Diye mi Sevdim’, ‘Muhabbet Bağına’, ‘Eski Dostlar’, ‘Samanyolu’, ‘Veda Busesi’, ‘Duydum ki Unutmuşsun’, ‘Beklenen Şarkı’, ‘Mehtaplı Gecelerde Hep Seni Andım’, ‘Bir İhtimal Daha Var’, ‘Kapın Her Çalındıkça’, ‘Bu Akşam Bütün Meyhaneleri’, ‘At Kadehi Elinden’, ‘Dönülmez Akşamın Ufkundayız’, ‘Agora Meyhanesi’yle hâlâ dillerden düşmeyen…

Avni Anıl, Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Yusuf Nalkesen gibi bestekârlarla; Mustafa Nafiz Irmak, Bekir Mutlu, İlham Behlül Pektaş gibi güftekârlar yaşatılan…

Alaaddin Şensoy, Behiye Aksoy, Emel Sayın, Gönül Akkor, Gönül Yazar, Hamiyet Yüceses, Kamuran Akkor, Muazzez Abacı, Mustafa Sağyasar, Münir Nurettin Selçuk, Müzeyyen Senar, Nalan Altınors, Nesrin Sipahi, Safiye Ayla, Samime Sanay, Sami Aksu, Seçil Heper, Yıldırım Gürses, Zeki Müren, vb’leriyle kulaklarımızda yankılan mûsikî belleklere kayıtlıdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Hayatlarına biraz duygu, istisnai zamanlar katmak istiyorlar. Herkes kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak, kendini süslemek istiyor, fakat mûsikîden o kadar anlamıyorlar ki, şarkıları güfteleri için seviyorlar,”[20] uyarısını “es” geçmeden;

“Ben seni ellerin olsun diye mi sevdim...”

“Aşk bu mu sevda bu mu?/ Ben seni unutmak için sevmedim...”

“Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin...”

“Her akşam güneşin battığı yerden/ Gözlerin doğuyor gecelerime...”

“Aşkların en güzelini yalnız sende bulmuştum/ Artık hatıran kaldı boş kalan çerçevede...”

“Şarkılar seni söyler...”

“Gizli aşk bu söyleyemem derdimi hiç kimseye...”

“Tadı yok sensiz geçen ne baharın ne yazın…”

“Gözümü bağlasalar görmesem hiç yüzünü…”

“Silemezler gönlümden ne aşkını ne seni…”

“Akşam oldu hüzünlendim ben yine…”

“Benzemez kimse sana…”

“Belki bir sabah geleceksin…” nidalarının güftelerini terennüm etmeyen var mıdır?[21]

Bunlar böyleyken; “Bugün sanat müziği denen şey, arabeskidir alaturkanın”[22] mı dediniz? Hayır!

28 Haziran 2020 16:23:12, İstanbul.

N O T L A R

[1] İnsancıl Dergisi, No:361, Ağustos 2020…

[2] Vedat Türkali.

[3] Zeki Tez, Matematiğin Kültürel Tarihi, Doruk Yay., 2008, s.193.

[4] Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, Çev: Haldun Pamir, Can Yay., 2010, s.81.

[5] Münir Tireli, Bir Erkin Koray Kitabı, Ada Yay., 1998, s.50.

[6] İhvân-ı Safâ Risâleleri Cilt:1, Anonim, Çev: Ömer Bozkurt, Ayrıntı Yay., 2017.

[7] Platon, Devlet, çev: Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2017, s.94.

[8] Hermann Hesse, Gertrud, çev: Kamuran Şipal, Yapı Kredi Yay., 2019, s.7.

[9] “Osmanlı saray müziği, osmanische hofmusik diyelim, XVII. yüzyıldan ya da Lale Devri’nden 1850-60’lara kadar. Rafine ve hoş bir müziktir. Zevkle dinlenir. Çağdaş batı müziğine oranla ifade yelpazesi ve keşif cüreti çok kısıtlıdır. ‘Ne zarif bir dil, keşke söyleyecek bir şeyi olsaydı’ dedirtir.” (Sevan Nişanyan, “Alaturka Nağmeler”, 28 Haziran 2014… http://nisanyan1.blogspot.com/2014/06/)

[10] “Osmanlı döneminde Edirne’de kurulan II. Beyazıt Külliyesi’ndeki ıslahanede ruh hastalarının çeşitli müzik makamlarıyla tedavi edildiği bilinir. Külliyenin ortasındaki şadırvandan akan su sesinin bunalımları rahatlattığı söylenir. O külliyede ruh hastalıklarını tedavi eden çeşitli müzik makamlarından bazıları şöyle sınıflanır: Uşşak Makamı: Kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının ilacıdır; Neva Makamı: Gönül okşayıcıdır, kötü düşünceleri uzaklaştırır. Hüseyni Makamı: Özellikle çocuklara ferahlık verir. Ateş düşürür…” (Evin İlyasoğlu, “Batsın Bu Dünya”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2019, s.13.)

[11] Bkz: Laika Karabey Akıncı, Garplı Gözüyle Türk Mûsikîsi, Doğan Güneş Yay., 1963; Kurt-Ursula Reinhard, Türkiye’nin Müziği I-II, Çev: Sinemis Sun, Sun Yayınevi, 2007; Anna Grosser Rilke, Avrupa Saraylarından Yıldız’a-İstanbul’da Bir Hoş Sada, Çev: Deniz Banoğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2009; Evin İlyasoğlu, 25 Türk Bestecisi, Pan Yay.,1989; Hatice Tuncer, “Türkiye’nin Müzik Motoru: Gelişim”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2009, s.10; Doğan Hızlan, “Bugün Türk Müziği”, Hürriyet, 17 Ağustos 2009, s.20; Namık Sinan Turan, “Osmanlı’nın Son Döneminde Opera”, Evrensel Kültür, No:248, Aralık 2011, s.22-26; Serhan Bali, “Simón Rattle: Türkler Türk Müziği İstiyor”, Radikal, 28 Eylül 2012, s.38-39; Baran Çağsu, “… ‘Yarın’ların ‘Umut’lu Şarkıları ve 1970’ler”, Cumhuriyet Kitap, No:1520, 4 Nisan, 2019, s.10.

[12] Halil Cibran, Bütün Eserleri, çev: Sufi Kolektif, Kafekültür Yay., 2014, s.7-15.

[13] Ali Ufkî’nin (1610-1677), asıl ismi Wojciech Bobowski, köle olarak IV. Murad döneminde saraya satıldı. Kendisine, Ali adı verildi ve sonradan mahlasıyla birlikte Ali Ufkî olarak anılmaya başlandı. Sarayda müzik eğitimi gördü. Eserlerini notaya aldı… Sarayda müzik eğitimi alan birinin, bugün bize dinleyecek önemli eserler bırakmış olması hem dönemin müzik eğitimini, hem de müzik beğenisini etkili bir şekilde aktaracaktır. Ali Ufkî, Mecmû’ua-yı Saz ü Söz gibi önemli bir eser bırakmıştır bugünlere. Klasik müziğimizin dünden bugüne ustalıkla geçmesini bu müzik adamları sağlamıştır. (Doğan Hızlan, “Türk Müziğine Çok Yönlü Bakışlar”, Hürriyet, 17 Ağustos 2009, s.20.)

[14] “Tarihi müzik mirasımızın yüzde 90’ı yok olup gitmiş; yazıya, notaya geçirilmediği için, kütüphane hâlinde nesillere aktarılmadığı için... Mehter müziğinin bile birçok sesi kaybolmuştur. Bugün dinlediğimiz ‘mehter marşları’nın pek çoğu 19. yüzyılda, hatta 20. yüzyılın başlarında bestelenmiş eserlerdir.” (Taha Akyol, “Bu Arada Müziği Düşünmek”, Milliyet, 26 Kasım 2009, s.15.)

[15] Sefa Kaplan, “Klasik Müziğimizi Notalayan Müzisyen”, Hürriyet, 24 Aralık 2010, s.6.

[16] Bayram Bilge Tokel, Bağımıza Gazel Düştü, Akçağ Yay., 2002.

[17] İlber Ortaylı, Bir Ömür Nasıl Yaşanır? - Ne İzlemeli?/ Ne Dinlemeli?/ Ne Okumalı?-Müzik Üzerine, Kronik Kitap, 2019, s.201.

[18] Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, YKY., 2016, s.158.

[19] Şefik Kahramankaptan, Mehter’den Alaturka’ya - From Mehter to Alla Turca, Ark Yay., 2009.

[20] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergah Yay., 2015.

[21] “Çok iyi bilirim ki gramofoncular beste sahiplerinin ihtiyaçlarından daima kendi hesaplarına istifade etmişlerdi; iki liraya beste satın almışlardır, beş liraya beş kişilik saz takımı kiralamışlardır ve böyle kolayca doldurdukları plakları ve bu karışık, üslûpsuz kültürleri yüksek fiyatlara satmışlardır” (Bir Kültür Savaşçısı Dr. Osman Şevki Uludağ-Mûsikî Yazıları, Hazırlayan: İrem Ela Yıldızeli Pan Yayınları, 2009.)

[22] Selahattin Hilav’la Konuşmalar, Hazırlayan: Selahattin Bağdatlı, YKY., 2012.