İcabı varsa feminizm fevkâlâde bir iştir.”

(Süleyman Demirel)[1]

“İyi ki doğdum/ Gördün mü, 25 oldum?/ Özgürüm, kanatlandım/ Durmadım, ayaklandım/ Koşup ilerliyorum/

İyi ki doğdum/ Ne güzel bir kadın oldum/ Erkekler hep peşimde/ Ama aklım işimde/ Sınırı zorluyorum/

Kalamam hayatın köşesinde/ O zaman neşesi neresinde?/ Koysalar önüme bariyer de/ Çocuk da yaparım kariyer de…”

Bir zamanlar reklamların “Özgür Kız”ı Nil Karaibrahimgil’in genç kadınların esin kaynağı olan şarkısı… Tarihi 2004’tü galiba… (Neo-) liberal feminizimin ABD patentli yeni İncil’i, Facebook CEO’su Sheryl Sandberg’in Lean-In: Women, Work and the Will to Lead’inin[2] yayınlanmasından 9 yıl önce!

“Neo-liberal feminizm” dedim; “Olur mu öyle şey?” demeyin. Feminizm 1970’li yıllarda “sosyal devlet” çıpasından koptu kopalı, ya da daha doğrusu, “kadınların kurtuluşu” projeksiyonunun ekonomi politikle bağlantılarını reddetti reddedeli-haydi daha açık söyleyeyim, “sınıf” ekseniyle bağlarını koparıp da “kimlik” eksenli söylemlere eklemlendi eklemleneli, fazlasıyla çeşitlendi… Olası öznelerinin etnik-dinsel niteleyenleri, cinsel yönelimleri, toplumsal konumları, siyasal tercihleri, feminizm tanımları hatta meslekleri ve “feminist” öz-tanımlarının bu niteleyenlerle “kesişmesi” ölçüsünde deyim yerindeyse “atomize” oldu: “Siyah/ Hispanik/ Kürt ya da “yerli” feminizm/ postkolonyal feminizm, İslamî feminizm, burjuva feminizmi, LGBTI+ feminizmi, ekofeminizm, liberal/neo-liberal ya da sosyalist/marksist feminizm, radikal/kültürel feminizm, akademik feminizm… Arttırmak mümkün…

Feminizm varyantlarının tümünün birbirleriyle pekiyi geçindiği söylenemez; örnek, LGBTİ+ feministlerle kimi radikal feministler arasındaki, kimin “kadın” olduğuna değgin tartışmaları anımsamak yetecektir. Dahası varyantların bazıları, başkalarını “feminizm”-tanımı dışında bırakmakta ısrarlıdır.[3]

Ben, tüm çoğuna ciddi ölçüde eleştirel bakmakla ve “neo-liberal feminizm” konusunda şimdiye dek en kapsamlı eleştirileri kaleme almış olmakla birlikte, tüm bu öztanımları “meşru” kabul eden Catherine Rottenberg’in haklı olduğunu düşünüyorum.[4] Feminizm ile neo-liberalizm arasındaki “tehlikeli yakınlaşma”ya dair çok daha radikal eleştiriler yönelten sosyalist-feminist Nancy Fraser dahi, feminizmi kolektif bir itiraz olmaktan çıkartıp piyasa “rasyonalitesi”ne teslim eden bu hattı “feminist-olmamak”la itham etmek bir yana, feminizmin “kapitalizmin cariyesi/odalığı” hâline gelmesinden dem vurur...[5] Ya da Angela Davis, Cinzia Arruzza, Titi Bhattaharya gibi, 8 Mart 2017’deki Kadınlar Grevi’ni örgütleyen feministler, “yüzde bir’in feminizmi”ne karşı yüzde 99’u ve toplumsal adalet mücadelelerini temsil eden enternasyonalist bir feminizm gereksinimi”nden söz ederler.[6] Dahası bu durum, Türkiye’de kimi feminist akademisyenler tarafından da kabul ve irdeleme konusu edileli epey zaman oluyor.[7]

Özetle, feminizmin bir varyantı olarak “neo-liberal feminizm” vardır ve Dünya Bankası, IMF, BM, bölgesel kalkınma bankaları, kalkınma ajansları gibi neo-liberalizme angaje uluslararası kurumlar, hükümetlerin çoğu, pek çok ülkede ana-akım medya ve daha da ürkütücüsü, Batı Avrupa’daki neo-faşist partilerin bir bölümü tarafından desteklenmektedir![8]

“Neo-liberal” versiyonuyla kapitalizmin neden feminizmle bu denli ilgilendiği sorusuna geçmeden önce, biraz “neo-liberal feminizm” denilenin ne menem bir şey olduğuna bakalım mı?

Catherine Rottenberg, 2010’lu yıllarda, tam da (feminizmin temel taleplerinin içselleştirildiği ve bu nedenle de anlam ve gereğini yitirdiği düşünülen) “post-feminist” bir kesitin ortasında, apansız, Anglosakson dünyanın ünlü ve zengin kadınlarının birbiri ardısıra, gururla “feminist” olduklarını ilan etmeye başladıklarına dikkat çeker. Kimler yoktur ki bu listede: İngiltere başbakanı Theresa May, ABD’de 2016 seçimlerinde başkanlık yarışına giren ve Trump’a karşı kaybeden Hillary Clinton, Donald Trump’ın kızı Ivanka Trump, pop yıldızı Beyonce, iş dünyasından kadınlar, üniversite rektörleri… “Unutuldu” sanılan feminizm, birden bire ABD (ve Birleşik Krallık) ana akım medyasının merkezine yerleşir.

Ancak bu 70’li yılların, hatta 90’ların feminizminden farklı bir feminizmdir. 70’li yılların “kadınların kurtuluşu” perspektifinin ima ettiği (kadınların ataerkine karşı) kolektif mücadelesi ve “topyekûn kurtuluş” fikri sönümlenmiş, uğraş bireyselleşmiş, sorun kadınların kariyer yaşamındaki başarısına indirgenmiştir… Mesele, artık “cam tavan”dır, en iyi, en pahalı okullarda okumalarına, eğitim yaşamlarında genelde erkeklerden daha parlak başarıların sahibi olmalarına, tüm mesleklere, yönetimin tüm kademelerine girebilmelerine, bu konudaki tüm yasal engellerin kaldırılmış, toplumsal önyargıların büyük ölçüde bertaraf edilmiş olmasına rağmen, kadınlar neden hâlâ iş ve kariyer dünyasında yeterince temsil edilememektedir? Princeton Üniversitesi profesörlerinden, Woodrow Wilson Kamu Yönetimi ve Uluslararası İlişkiler Okulu dekanı Anne Marie Slaughter, The Atlantic’de “Kadınlar neden hâlâ her şeye sahip olamıyorlar?” diye sormaktadır.[9] Yazı yayınlandığı andan itibaren “viral” olur ve dijital oramdaki üç milyon okumayla dergide o güne dek yayınlanan yazılar arasında rekor kırar.

Slaughter, yazıda kendi deneyimlerinden de hareketle, başarılı bir kariyere imza atmış kadınların ev/aile yaşamını ihmal etmek zorunda kalışlarını Amerikan “business” kültürünün bir kusuru saymakta ve kadınlara kariyer ve aile yaşamlarını dengeli bir şekilde kurabileceklerini savlamaktadır. Nil Karaibrahimgil’in deyişiyle, “koysalar önüme bariyer de, çocuk da yaparım, kariyer de…”

“Neo-liberal feminizm” eleştirisini Sandberg’in iş, Slaughter’ın ise aile yaşamı odaklı iki “best seller”ı üzerine yerleştiren Catherine Rottenberg, böylelikle feminizmin bu varyantının temel sorunsalını saptar: iş ve aile yaşamı arasında mutlu bir denge kurmak… “Yaşamlarımızı şekillendiren toplumsal-iktisadi ve kültürel yapıları yok sayarak bu feminist özne, kendi refah ve bakımının maliyet-yarar hesaplaması üzerine temellenen mutlu bir iş-aile dengesi kurma yetisine bağlı tüm sorumluluğunu üstlenir.” (Rottenberg, s.15) O güne değin feminizmin temel meseleleri olan eşitsizlik, adalet, ataerki, ev içi emek/yeniden üretim vb. gündemden düş(ürül)müş, sorumluluk ve gayret kadınlara ciro edilmiştir: Kadınlar hem mesleklerinde yükselebilir, hem de iyi eş ve anneler olabilirler: bunun için yeterince hırs ve özgüven sahibi olmaları, kendi yaşamları üzerine sıkı maliyet hesapları yapabilmeleri[10], zamanı doğru kullanmasını bilmeleri, morallerini her daim yüksel tutmaları, vb. yeterlidir… Bunları yapabilince, hem “cam tavanı” aşabilmek, hem de sağlıklı, mutlu çocuklar yetiştirebilmek neden mümkün olmasın?

Kadınlar mı dedim? Tabii ki yalnızca üst ve üst-orta sınıf ailelerden gelen, iyi eğitim görmüş, “ballı” bir kariyere kapağı atabilmiş kadınlardan söz ediyorlar. Emekçi sınıflara mensup, göçmen, dezavantajlı etnik gruplardan sayısız kadının emeğine hükmedebilecek konumdaki kadınlar… Mali güçleri elverdiği ölçüde diledikleri kadar hizmetkâr, dadı, sütanne, hatta taşıyıcı annenin emeğinden yararlanabileceklerdir nasıl olsa…

Bu, feminizmin “piyasa rasyonalitesi” çerçevesinde yeniden formüle edilmesidir: “(…) hem kadınlar hem de erkekler-özellikle de belirli bir miktarda iktisadi, toplumsal, kültürel ve simgesel sermayeyle donatılmış olanlar- artan ölçüde kendilerini piyasa değerleri dışında her türlü değerden (ya da kimlik imlecinden) soyan bir sürecin parçası olarak jenerik beşeri sermaye kabul ediliyor. Bu tanımlama bir maliyet-yarar ölçümünden hareket eden ve zenginleşmek bir yana, salt yaşamlarını sürdürebilmek için de olsa, gelecekte yüksek getiriler sağlayabilmek amacıyla şimdiki zamanlarına akıllı öz-yatırımlar yaparak yaşamlarını özenle planlamak durumunda olan öznelerin biçimlenmesini sağlar.” (Rottenberg, s.17)

“Ya diğerleri” mi? Onlar “piyasa mantığı”nın sömürüden başka hiçbir şeyin “nesnesi” olamayacak, “kullan at” “dişi ötekiler”idir. “Neo-liberal feminizm artan ölçüde bölünmüş bir dişi öznelik yaratmaktadır: sermaye-üreticisi değerli feminist özne ile, yeniden üretim ve bakım işlerinin çoğunu üstlenen ‘değersiz’, kullan-at dişi ‘öteki’. Bu feminizm, özetle kadınların büyük çoğunluğunu terk eder ve artan ölçülerde yeni, neo-liberal düzenimizin göze görünmez, ama gerekli altyapısını oluşturan yoğunlaştırılmış ırksal ve sınıfsal toplumsal cinsiyet sömürüsü biçimlerinin yaratılmasına yardımcı olur.” (Rottenberg, s.20)

Fark edilebileceği üzere, bu yalnızca (feminizmin neo-liberal kapitalizm tarafından) “baştan çıkartılma”(sı) öyküsü değildir. Bunu fark eden bazı feminist yazarlar, feminizm ile kapitalizm arasında daha derin, daha yapısal ilişkilerin varlığından kuşku duymaktadırlar. Örneğin Hester Eisenstein, 2005 tarihli bir makalesinde[11] çağdaş kadın hareketinin şirket küreselleşmesinin büyüyüp yayılmasını kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını sorgulamaktadır. Eisenstein, feminizmin ‘sağcılaştırılması’nda asli saydığı üç tikel gelişmeyi analiz etmektedir: kadınların yığınsal olarak ücretli istihdama katılması-ki ikinci dalga feminizmin kadınların kurtuluşunun nihai hedefi olarak ücretli iş üzerinde odaklanmasına yol açmıştır; uluslararası şirket ve kalkınma ajanslarının gelişmekte olan ülkelerde yoksulluktan çıkışın anahtarı olarak artan ölçüde kadınlar üzerinde yoğunlaşması; feminist fikirlerin teröre karşı savaşta muhafazakâr ABD hükümetleri tarafından araçsallaştırılması-ki Batı’da sağcı partilerin Müslümanlara ve göçmenlere karşı ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ söylemine sarılmalarını getirmiştir…

Eisenstein’a hak veren Nancy Fraser’a[12] göre ise, feminizm, bu kapitalist tasallutun “masum kurbanı” değildir. Tersine, ikinci dalga feminizmi bünyesindeki kimi gelişmeler, onu sömürü sisteminin mantığıyla uyarlı kılmış, kapitalizmin feminist ideolojiyi Batı dünyasının “meşru ve ayrıcalıklı” bir bileşeni hâline getirirken, kendini yeniden üretmesini kolaylaştıracak verileri sağlamıştır. Nedir mi bu gelişmeler?

Fraser ikinci dalga feminizmin verili bir momentte “yeniden dağıtım/ paylaşım” vurgularından vazgeçip “tanınma” politikalarına ağırlık vermeye başlamasıyla, bir başka deyişle, iktisat/ sınıf perspektifini yitirip kimlik odaklı bir hatta yönelmesiyle kapitalizmle barışmanın zeminini hazırladığını söyler. Ekonomik temelli analizden, daha doğrusu maddeci bir eleştiri hattından vazgeçmek, feminizm ile kapitalizm arasındaki uzlaşmazlık noktalarını tahrip etmiş, kapitalizmin neo-liberal versiyonuyla uyum içine girmesini sağlamıştır. Böylelikle, feminizm özgürleştirici potansiyelini yitirerek neo-liberalizmin bir aparatına dönüşmüştür.

O zaman soru şu olmalı: Bu yeni, deyim yerindeyse “evcilleştirilmiş” feminizmi kapitalizm için gerekli kılan nedir? Kapitalizm neden, “tamam, “kadınların özgürlüğü büyük ölçüde sağlandı, bundan böyle feminist söylem ve pozisyonlara ihtiyaç kalmadı,” rahatlığında bir “post-feminizm”le yetinememektedir?

Bu soruyu birkaç başlıkla yanıtlamak, mümkün.

- Öncelikle, “neo-liberal feminizm”in bir “vitrin değeri” vardır. Neo-liberalizm, “başarı öyküleri”ne gereksinim duyar, daha çok sayıda kadın devlet başkanı, başbakan, siyasal parti lideri, şirket CEO’su, rektör, medya yöneticisi, Anayasa mahkemesi başkanı, ne bileyim, IMF başkanı, BM sözcüsü vb. bu “başarı öyküleri”ni perçinleyen ve (neo-) liberal sermaye düzeninin mutlak üstünlüğünü kanıtlayan nadide malzemelerdir.

- “Modern” bir rejim olarak kapitalizm bu tip “göstermelik kadınlar”a hep gereksinim duyagelmiştir, diyebilirsiniz. Ancak yakın zaman öncesine dek bu tip kadınlar “kamusal ile özel alan” arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılmaktaydı. Yani ya kariyerlerine öncelik verip aile yaşamından vazgeçecek, ya da “sıcak aile yuvası” uğruna, kariyerden vazgeçip ikincil pozisyonlara ya da domestik bir yaşama razı geleceklerdi. Günümüzde “yeni” olan, daha doğrusu “neo-liberal feminizm”in yaptığı, bu kadınların hem kariyer sahibi, hem de iyi “anne ve eş”ler olabileceklerini hatırla(t)maktır.

Bu, neo-liberal versiyon için de uygundur, çünkü neo-liberalizm, “yeniden üretim” yükünü hemen tümüyle domestik alana, yani kadınların sırtına yıktığı işbölümünden vazgeçemez. Sosyal bütçeler kısıtlanıp bu fonlar şirketlere aktarılırken, hanelerin sürdürülmesi, çocukların, yaşlıların bakımı, aile bireylerinin sağlık ve verimliliğinin devamı gibi görevlerin büyük ölçüde kadınlar tarafından üstlenilmesi, esastır. Bir başka deyişle (neo-liberal) kapitalizm kadınların ne üretici, ne de yeniden üretici pozisyonlarından vazgeçememektedir.[13]

ABD’deki sosyal güvenlik sisteminin neo-liberalleştirilmesi süreçlerini ayrıntılı biçimde irdeleyen Melinda Cooper[14] sistemin “ailelere” devrediliş politikasını çarpıcı biçimde deşifre eder. Sosyal güvenlik sistemleri, yüksek maliyetlidir, dahası, sermayeye aktarılabilecek devasa fonları yutmaktadır. İyisi mi, “devlet küçültülerek” (tabii burada “küçültülecek” olan “sosyal devlet”tir) bu fonları kemiren asalaklardan (örneğin “çocuk yardımı”ndan yararlanan yoksullar, bekâr anneler, vb.) arındırılmalı, sosyal maliyet aileye irca edilmeli, böylelikle serbest kalan devasa kaynaklar özel sektörün, sermayenin, çokuluslu şirketlerin talanına açılmalıdır! Ancak bunun için, bunun “kadınların yararına” olduğu konusunda ikna edici bir söyleme ihtiyaç vardır; ve feminizm “paylaşımcı politikalar”, “sosyal adalet” vb. sınıfsal telmihlerden kopup bireyselleştiği ölçüde rızanın imaline katılmaktadır…

Dahası, kapitalizm “kadın özgürlüğü” alanını “pazarlanabilen” bir metaya dönüştürmeyi de başarmıştır. Yalnızca gözde femina ikonografisinin, kadın medyasının vb. geniş pazarlama olanaklarını kast etmiyorum. Hatta yalnızca büyük rantların döndüğü, “Kuzey tipi” bir kadın özgürlüğünü küresel bir hedef olarak “gelişmekte olan ülkeler”e pazarlayan “projeci bir STÖ feminizmi”ni de ima etmiyorum. Doğurganlığı denetleyen, hatta doğurganlık yetisini rahim dışına taşıyan üreme teknolojilerindeki son gelişmeler de giderek genişleyen bir pazarı “müjdeliyor!”: yumurta dondurma, rahim dışı dölleme, taşıyıcı annelik, süt annelik vb.ni içeren ve büyük kârlar vaat eden bir sektörden söz ediyorum…

Kapitalizm gerçekten de, muarız ve muhaliflerini dahi metalaştırma, sömürgeleştirme, kendi dinamiklerini besleyebilecek unsurlara dönüştürme yetisine sahip, son derece esnek bir sistem. Bu esnekliğin tek bir panzehri var: Onu tarihin çöp sepetine atmaya kararlı, şaşmaz ve vazgeçmeyen bir sınıf perspektifi…

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiç birimiz!” kararlılığındaki her türlü toplumsal itirazın unutmaması gereken, tam da bu…

12 Eylül 2023 16:25:38, Çeşme Köyü

N O T L A R

[*] İnsancıl Dergisi, Yıl:33, No: 399, Ekim 2023…

[1] Kadınca Dergisi, Mart 1987, 100. Sayı, Duygu Asena ile röportaj.

[2] Sheryl Sandberg, Lean In: Women, Work, and the Will to Lead. New York: Alfred A. Knopf, 2013.

[3] Örneğin bkz. Hülya Osmanağaoğlu, “Sermaye, Devlet ve Feminizmin Tarafı”, Sendika.org, 1 Ağustos 2022, https://sendika.org/2022/08/sermaye-devlet-ve-feminizmin-tarafi-hulya-osmanagaoglu-yeni-yasam-kadin-eki-662640.

[4] “Kimi akademisyenler neo-liberal feministlerin hiçbir şekilde feminist sayılmaması gerektiği hususnda ısrarcı olsa da, bu yaklaşımın birkaç cephede sorunlu olduğunu öne sürüyorum. Feminizmin, tanımını demokratik bir tartışmaya bırakacak yerde, peşinen bildiğimiz istikrarlı bir öz, ya da evrensel bir temeli olduğunu varsayar. Beyaz olmayan kadınların ya da post-yapısalcı feministlerin daha önce gözler önüme serdiği gibi, feminizmi bir kere ve sonsuza dek tanımlama ya da sınırlarını çizme girişimi, şiddetli dışlamalara yol açar. Böylesi bir yaklaşım, neo-liberal feminizmin, bu kitabın vurguladığı üzere, yeni feminist ve neo-liberal öznenin biçimlendiği asli tarz olan duygusal gücünü azımsamaktadır.” (Catherine Rottenberg, The Rise of Neo-liberal Feminism, Oxfort University Press, 2018: 21)

[5] Nancy Fraser, “How feminism became capitalism’s handmaiden - and how to reclaim it”, The Guardian, 14 Ekim 2013, https://www.theguardian.com/commentisfree/2013/oct/14/feminism-capitalist-handmaiden-neo-liberal.

[6] Akt. Sara Farris ve Catherine Rottenberg, “Introduction: Righting Feminism”, New Formations, Nisan 2017, sayı 91, s.9.

[7] Örneğin bkz. Aynur Özuğurlu, “Neo-liberalizm ve Feminist Politikada ‘Sınıfsal Tutum’ Arayışları, SBF Dergisi, 2012, c. 67, sayı: 4, ss.125-146, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/35813, ve Görkem Akgöz, “Mutsuz Evlilikten Tehlikeli Flörte: Feminizm, Neo-liberalizm ve Toplumsal Hareketler” Fe Dergi 8, no. 2 (2016), 86-100.

[8] Bkz. Sibel Özbudun, “Neo-faşizmler Feminist mi?” Kaldıraç, sayı 215, Haziran 2019. Sara R. Farris, In the Name of Women’s Rights: The Rise of Femonationalism başlıklı kitabında (Duke University Press, 2017) Avrupa’nın neo-faşist partilerinin “kadın düşmanı İslam/kadın düşmanı göçmenler” retoriğiyle kadın haklarını/feminizmi Batı uygarlığının bir değeri olarak temellük edişini, “femo-milliyetçilik” terimiyle kavramsallaştırır.

[9] Anne Marie Slaughter, “Why Women Still Can’t Have It All.” The Atlantic, Temmuz/ Ağustos 2012.

[10] Örneğin Rottenberg ABD’li genç kadınların üniversite yıllarında artan ölçüde “duygusal yatırım” gerektirmeyen gelgeç ilişkileri tercih etmelerini böyle bir “maliyet hesabı”na bağlıyor. (Rottenberg, s.92)

[11] Bkz. Hester Eisenstein, ‘A Dangerous Liaison? Feminism and Corporate Globalization’, Science and Society, 69(3), ss.487-518.

[12] Nancy Fraser, ‘Feminism, Capitalism and the Cunning of History’, New Left Review, 56, 2009, ss.97-117.

[13] Hiç kuşku yok ki bu “vazgeçemeyiş” kendi içinde çelişkileri barındırmaktadır. Şirketler açısından ibre, genellikle hâlâ “nüfus planlamasından” yanadır (TÜSİAD’ın bir dönem Türkiye’de nüfus planlaması şampiyonluğunu üstlendiği ve 12 Eylül cuntasının “kürtajın serbestleştirilmesi” kararını hararetle desteklediği unutulmamalı). Bunun son ve çarpıcı örneklerinden biri, Facebook, Apple, LinkedIn, Starbucks, Walmart dahil pek çok Çokuluslu şirketin, kadın çalışanlarının “yumurta dondurma” işlemlerini sağlık giderleri kapsamında karşılamayı üstlenmesidir (bkz. Halle Tecco, “What Employers Offer Egg-Freezing Benefits?” https://www.cofertility.com/freeze-learn/what-employers-offer-egg-freezing-benefits)

[14] Melinda Cooper, Family Values: Between Neo-liberlism and the New Social Conservatism. Zone Books, 2017.